En iyi Kürtçe şarkılar


En iyi Kürtçe şarkılar

Prodüktörlüğünü yönetmen, prodüktör ve besteci kimliğiyle müzik dünyasının yakından tanıdığı Ayhan Evci’nin üstlendiği Sony Müzik etiketiyle yayınlanan ‘En İyi Kürtçe Şarkılar’ albümü, Almanya’nın Hamburg şehrinde kaydedildi.

16 şarkıdan oluşan albümde yer alan sanatçılar ise şu şekilde: Ciwan Haco, Nilüfer Akbal, Rosna, Jan Arslan, Cesur Rekawt, Rodi, Destan Doğan, Leyla Qasim ve Şener Yıldız.

Naim Dilmener kapakta yer alan yazısında albümü şöyle anlatıyor:

“Kürtçe çalınıp söylenen müziği değiştirmek, dönüştürmek ve zenginleştirmek konusunda çok kafa yormuş, bu anlamda çok çaba harcamış isimlerin başında gelen müzisyen Ayhan Evci’nin öncülüğünde, hatta bizzat onun elleriyle hazırlanan bu albüm, Kürtçe çalınan/söylenen müziğin, yasak döneminden sonra gelen nispi rahatlık döneminde nasıl değişimlere uğradığını, nasıl farklılaşıp zenginleştiğini gösteriyor.

Ayhan Evci’nin bir araya getirdiği bu şarkıların tamamının niyeti aynı, tamamının amacı ortak: Kürtçe yapılan ve söylenen müziğe çağ atlatmak! Şarkıların tamamının altında, prodüktör ve aranjör olarak Ayhan Evci’nin imzası var. Zaten bu albümün “ortak payda”sı bu. Bestelerin büyük bir bölümü de Ayhan Evci’ye ait.

Bu şarkılar, önümüzdeki günlerde ayrı ayrı yayınlanacak albümlerin de habercileri aslında; Evci, stüdyolarda geçirdikleri saatler ve günlerde ortaya çıkanlardan, “tadımlık” niyetine bir bölüm hazırlayıp, yaptıkları hakkında fikrimizi sormak istemiş. Başarmış! Bir tek bu albüm bile, bunun böyle olduğunu göstermeye/ispatlamaya yeterli.

Bu albüm, bir şey daha gösteriyor ve ispatlıyor: Yasak sonrası gelinen zenginlik noktasından sonra, aklı başında olsun ya da olmasın hiç kimse, bir dili -herhangi bir dili- bir daha yasaklamaya kalkışmayacak. Yasak, yasaklanan şeyi daha da güçlü, daha da mükemmel kılabiliyor, bildiğimiz gibi… Kürtçe müzik artık çok daha zengin.”

11. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na,


11. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na,

İstanbul

Esas No: 2010/179

Sayın Yargıçlar,

Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi’nde (Kış 2010, 59/6) yayımlanan, “Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler” başlıklı yazıdan dolayı yargılanmaktayım.

İddianamede savcılığın bir beyanı var. Savcılık, “… Yazı sahibi İsmail Beşikçinin ise, Ankara’da ikamet etmesi nedeniyle, savunmasının alınamadığı, eyleminin kısa zaman aşımı süresine tabii olması nedeniyle bu eksiklik tamamlanmadan kamu davası açılması gerektiği anlaşılmıştır” (s.2) diyor.

İddianameyi, 15 Haziran 2010 günü tebellüğ ettim. Aynı tarihli Milliyet Gazetesi’nde şöyle bir haber vardı. “Kaçan Uzanlar hapisten kurtuldu. Vergi Usul Kanunu’na muhalefetten yargılanan firari kardeşler Kemal Uzan ve Yavuz Uzan hakkında dava zaman aşımı dolduğu için düştü. Aynı davada yargılanan üç sanık ise, yaklaşık 4.5 yıl hapis almıştı.

Uzanlar denince, insanın aklına, devleti zarara ziyana sokan tirilyonlarla ifade edilen yolsuzluklar, banka hortumlamaları vs. geliyor. Fakat, devlet, yargı organları bu konuda duyarlı değil. Düşün hayatı, örneğin bir eleştiri söz konusu olduğu zaman ise yoğun bir duyarlılık var. Düşünceyi baskı altında tutmak için büyük bir gayret var. Bu, Türk siyasal hayatının, Türk hukuk hayatının önemli bir boyutu oluyor:

12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi vardı. Bu madde, Kürtlerle, Kürt sorunuyla ilgili ifadeleri, açıklamaları suç sayıyordu. Propaganda suçu. Bu madde, 15.7.2003 tarih ve 4928 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırıldı. Ama iddianameden, bu maddenin hala yürürlükte olduğu anlaşılıyor.

Kürtlerle, Kürt sorunuyla ilgili ifadelere, açıklamalara karşı uygulanan cezai müeyyidelerin geçmişine kısaca bakmak istiyorum.

1.1990’lara kadar, bu tür ifadelere karşı, dönemin TCK’daki 141-142. maddeler uygulanırdı. Yazarlar, gazeteciler, Kürtlerden, Kürtçe’den söz etikleri zaman milli duyguları zayıflattıkları iddiasıyla idari ve cezai yaptırımlarla karşı kaşıya kalırlardı.

2. Yukarıda sözü edilen 3713 sayılı, Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi, 141-142. maddeleri yürürlükten kaldırdı. Ama bu yasa, 8. maddesiyle, Kürtlerle, Kürdistan’la, Kürtçe’yle ilgili her türlü açıklamayı suç olarak değerlendirmeye ve cezai yaptırımlarla karşılamaya başladı. 1990’larda bu madde çok yoğun bir şekilde uygulandı.

3.8. madde de, sözü edilen, 2003 tarihli ve 4928 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırıldı. Ama bu sefer de bu tür açıklamalar, Terörle Mücadele yasası’nın, 7/2 maddesi gereğince soruşturmalara uğruyor.

Sayın Yargıçlar,

Kürt sorunu, Türkiye’nin, toplumsal, siyasal, ekonomik hayatını, güvenlik durumunu yakından ilgilendiren çok önemli bir sorundur. Bu tür sorunların en başında gelmektedir. Bu durum başbakanların bazı beyanlarına da yansımaktadır. Ekim 1991de, zamanın başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” demiştir. Ama, egemen çevrelerin uyarısı ve eleştirisi üzerine, bu sözünün arkasında durmamış, sözünün gereklerini yerine getirmemiştir.

1990’ların ortalarında, bir İspanya gezisi sırasında dönemin başbakanı Tansu Çiller,

Bask modelinden söz etmiş, ama egemen çevrelerin uyarısı üzerine “yanlış anlaşıldım” demiştir. Daha sonra Başbakanlık koltuğuna oturan Mesut Yılmaz, bir ara, “ Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” demiş, o da uyarılar ve eleştiriler üzerine sözünün arkasında durmamış, sözünün gereklerini yerine getirmemiştir.

Bugün de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunudur” demektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da bunlara benzer görüşleri dile getirmekte, “inkarcı politikaların önünü aldık” demektedir.

Başbakanların, zaman zaman Kürt sorunuyla ilgili küçük açıklamalar yapıp, uyarı ve eleştiri üzerine hemen geri adım atmaları, sözlerinin arkasında durmamaları, Türk siyasal hayatının önemli bir görüntüsüdür.

Bugün basında, Kürt sorununun çözümü konusunda yoğun tartışmalar yapılmaktadır. Gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda, internet sitelerinde, bu tartışmaları izlemek mümkündür. Halbuki sorunun kendisini konuşmak çok daha önemlidir. Bu noktada ifade özgürlüğü önemli bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. İfade özgürlüğünün genişletilmesi, Kürt açılımının önemli bir boyutu olmalıdır. Bu noktada, Türk siyasal hayatının, Kürt sorunu açısından eleştirisinin yapılması kaçınılmaz bir görev olmalıdır. Bu noktada uluslar arası nizam, örneğin Milletler Cemiyeti ve daha sonra da Birleşmiş Milletler eleştirilmelidir. Çağımızda Toplum ve Hukuk Dergisi’nde yayımlanan ve iddianameye konu olan yazıyı bu anlayış çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Türkiye, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlarda, bölgesel güç olmaya çalışmaktadır. Gazze’de Hamas’la ilişki kurmak, Bosna-Hersek’te, Azeri-Ermeni ihtilafında söz sahibi olmaya çalışmak, bununla ilgilidir. Kürt sorununda demokratik bir gelişme sağlanmadan, Türkiye’nin bu niyetini ve düşüncesini yaşama geçirme olasılığı yoktur. Kendi evini düzeltmeden başkalarının evini düzeltmeye kalkmak, uluslar arası planda sadece tebessümle karşılaşır.

“Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler” yazısından, iddianameye alınan bölüm ile ilgili birkaç söz söylemek istiyorum. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması Ortadoğu tarihinin en önemli olgusudur. Bu konularda konuşması gereken üniversitedir, basın-yayındır, yazarlardır, kısaca Türk düşün hayatıdır. Savcılığın bu çalışmalarla ilgili soruşturmalar yürütmesi ise, bu eleştirileri, bilimin üretimini engellemek olarak değerlendirilir. Buysa Türk düşün hayatını kuraklaştırır, çölleştirir, beyinleri kötürümleştirir. Özgür düşün, özgür eleştiri hem bilimin hem de demokrasinin en önemli koşuludur.

Saygılarımla

28 Temmuz 2010

İsmail Beşikçi

Gülen cemaati ve AKP


Gülen cemaati ve AKP
Cüneyt ÜLSEVER
culsever@hurriyet.com.tr

GEÇEN pazar günü (25.07) Akşam Gazetesi’nde Şenay Yıldız ABD Utah Üniversitesi’nden Profesör Dr. Hakan Yavuz ile bir söyleşi yayınladı:

“Türkiye’deki dönüşümde kaybeden Gülen cemaati.”

Hakan Yavuz AKP ve Gülen cemaatini yakın takip eden ve görüşlerini ilgi ile izlediğim bir bilim adamı.

Yavuz’un bu söyleşide yer alan “AKP analizi”ni AKP’yi anlamak isteyen herkes okumalı. Ben bugünkü yazımda hepimizin çok merak ettiği ama bir türlü tam teşhis koyamadığı “Gülen cemaati ile AKP ilişkisi” üzerine Yavuz’un söylediklerine dikkat çekmek istiyorum. İşte bazı sözleri:

* * *

“… Bunlar (örneğin Zaman Gazetesi – C.Ü.) artık iktidarla içlidışlı olmuş, cemaatten çok AKP’ye biat eder hale gelmişler… Türkiye’de cemaatin içinde bulunduğu bağlam ile ABD’de cemaatin koşulları aynı değil. Ayrıca ‘Her şeyi hoca yönlendiriyor’ gibi basit bir düşünce içinde olmamamız lazım. Pek çok iş Hoca’ya rağmen yapılıyor. AKP-cemaat ilişkilerine baktığınız zaman, bu bir koalisyon. Fakat, cemaat mensubu birçok üniversiteli AKP sayesinde bürokrasiye girebildi ve yüksek mevkilere geldi. Bu nedenle, şimdi AKP’ye daha fazla biat eder hale geldiler. Artık onların dinleyeceği kesim Fethullah Gülen değil, Recep Tayyip Erdoğan…”

* * *

Hakan Yavuz haklı! Neden?

Yavuz ile hemfikirim:

“… Eskiden tüm siyasal partilere eşit olan cemaat, şimdi taraf oldu ve bugün artık Gülen hareketi AKP ile özdeşleşti. Ama, cemaat-AKP teknesi su alınca, ilk giden cemaat olacak… Cemaat içinde AKP ile ilişkilerin çok ciddi tartışıldığından haberdarım. Cemaat de homojen bir yapı değil…”

* * *

AKP, Milli Görüş kökenli yerel bir hareket. Gülen hareketi ise evrensel mesajlar taşıdığını iddia eden İslam kökenli ama uluslararası bir yapılanma.

Gülen hareketi Türkiye’de her kesimde saygınlığını tüm partilere aynı mesafede durarak korurdu. En büyük silahı aktif siyasetten uzak durmasıydı.

Hayatının her safhasında sertlik/çatışma/baskı/zordan uzak duran Fethullah Gülen’in “Mavi Marmara” çıkışı ile AKP ile kendi arasına mesafe koyması Gülen’in ABD’de yaşıyor olmasından öte genel dünya görüşü ile de ilgilidir.

Gülen hareketi hiçbir zaman Milli Görüş, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler vb. türü görüşlere yakın düşmemiştir. Şimdilerde Arap dünyası ve İran’la kol kola giren AKP’nin aksine; gerek Ortadoğu’da, gerekse İran’da sempati ile karşılanmamaktadır.

Benim tanıdığım Gülen Hareketi İslam’a Ortadoğu’dan değil, dünyadan bakar!

* * *

Koskoca bir cemaat/hareketin tek merkezden yönetildiğini zannetmek safdillik.

Arada muhakkak mecburi organik bağlar var ama ABD’nin Gülen’i, Gülen’in de Türkiye’deki milyonlarca taraftar/sempatizanına emir komuta zinciri içinde hükmettiğini düşünmek dünyayı basit beyinleri ile anlamaya çalışanların işine gelen bir şema!

Hatta, Fethullah Gülen’i basit siyasete indirgemek de ona haksızlık!

Ancak, Hakan Yavuz haklıdır. 27 Temmuz 2007’den sonra tamamen AKP’nin dümen suyuna giren Hareket’in bazı ileri gelen mensupları, iktidarı elinde tutanın gücü sayesinde, sadece AKP’nin işine geleni yapan kişiler/oluşumlar haline gelmiştir.

Bu durumdan da en fazla Recep Tayyip Erdoğan memnundur!

Tarih Aynasında Gerçekler Çarpıtılamaz


Tarih Aynasında Gerçekler Çarpıtılamaz

12 Eylül’de kim acı çekmiş, kim mağdur tartışmaları yapılıyor. 12 Eylül objektif değerlendirileceğine şu anki siyasi çekişmenin toz dumanı içinde boğulmaya, çarpıtılmaya çalışılıyor.

Öyle ki tarihi kendine göre okuyan ve yazanlar var. Tarihe bundan daha kötü haksızlık yapılamaz.

Bu yazı içinde 12 Eylül değerlendirmesini tüm boyutlarıyla yapmak mümkün değil; ama bazı yönlerine değinmeyi o dönemin tanıklarından biri olarak yeni kuşaklara karşı bir sorumluluk görüyorum. Kuşkusuz yazdığımızın eksik yönleri olacaktır.
12 Eylül her şeyden önce soğuk savaşın yaşandığı ve emperyalist kapitalist sistemin ileri karakolu olan bir ülkede gerçekleşmiştir.
Diğer yandan Türkiye’de kapitalizm öncesi toplumsal form çözülüyor, birçok yerden Marmara, Ege ve Çukurova’ya doğru göç yaşanıyor. Bu gelişmeden diğer şehirler de şöyle veya böyle nasibini alıyor. Bu süreçte sosyal ve siyasal sorunların yaşandığı, bu yönüyle de içinde olumlu-olumsuz birçok öğeyi taşıyan bir dinamizmi ifade eden bir Türkiye gerçeği söz konusudur.

Kürdistan ise kimliği, dili, kültürü inkâr edilen bir toplum olarak kültürel soykırıma uğratılarak Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirilmek istenmektedir. Türkiye’deki siyasi ve sosyal gelişmeler Kürdistan’ı doğrudan etkilemektedir. Öte yandan Vietnam ve diğer ulusal kurtuluş hareketleri Kürt gençliğini etkilemektedir. Güney Kürdistan’daki Barzani hareketi, kuzey Kürdistan’da bir ulusal hareketin gelişmemesi için Türkiye’ye sözler vermiştir. Çünkü bu hareketin ilişkide olduğu güçlerle Türkiye aynı kamp içinde yer almaktadır. Ancak buna rağmen Güney Kürdistan’daki Barzani hareketi Kürt toplumunda etkiler yapmaktadır.
12 Mart 1971’den sonrası için bunları önemle belirtmek gerekir.

12 Mart ile 12 Eylül arasındaki gelişmeleri Türkiye devrimci hareketi ve devletin bu hareketi bastırırken çatışmalarda yaşamını yitiren devrimciler ve yapılan idamlar da yakından etkilemiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarıyla Mahir Çayan ve arkadaşlarının Niksar Kızıldere’de katledilmeleri bunların başında geliyor. Kuşkusuz başka çatışmalar, olaylar ve yaşamlarını yitiren devrimciler de olmuştur.

DDKO davası ve Kürdistan’daki uygulamalar diğer etkenler kadar olmasa da 12 Eylül’e giden süreci kısmen etkilemiştir.
Buraya kadar belirtilen sosyal ve siyasi etkenlerin sol yanını ortaya koymaya çalıştık. Bu da uluslar arası alanda Sovyetlerin başını çektiği “sosyalist” kampın dolaylı ya da dolaysız yandaşlarını ifade etmektedir.
Diğer taraftan Türkiye ve dünyadaki gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de sağ bir cephe oluşmuştu. Nitekim bunlar ağırlıklı olarak milliyetçi cephe olarak bir araya gelmiştir. Sistemin iki temel partisi olan AP ve CHP, o dönemde Türkiye’deki iktidar mücadelesinde sağ ve sol hareketleri etkileme ve kendi yedeğine alma çabası içindedir. Genel tablo budur.

Bu genel tablo içinde sosyalistler, sosyalistlerin etkisindeki emek örgütleri, 12 Mart askeri darbesine karşı direnen devrimcilerin yarattığı manevi ortam ve bunun toplumdaki etkisiyle yükselişiyle geçtiler. Sosyalist hareket, kapitalizm öncesi toplumsal formların toplumcu kültüründen de beslenerek kısa sürede etkili hale geldiler. Burada parantez açarak belirtmeliyim ki, o zamanlar feodal diyerek olumsuzladığımız bu toplumcu kültürü şimdi ağırlıklı olarak pozitif değerlendiriyoruz. Nitekim o dönemde radikal sol hareketlerin gelişmesinde bu kültürün çok fazlasıyla etkisi olmuştur.

Bu süreçte başta Apocular olarak bilinen PKK olmak üzere Kürt grupları da önemli gelişme gösterdiler. Bu gelişmede Kürt halkının çok ağır bir kölelik altında bulunması ve bu nedenle özgürlük ihtiyacıyla, Türkiye’deki ve dünyadaki siyasi durumun da etkileri olmuştur.
Türkiye’deki sol örgütler ve Kürt hareketi objektif olarak o dönemde bir ittifak durumundaydılar. Sol hareketler, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunuyorlar ve tümüne yakını Kürdistan için federasyon çözümünü öneriyorlardı.

Türkiye’deki sol ve Kürt hareketi bu dönemde verdikleri mücadele ile Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin temel dinamikleri haline geldiler. Eksikleri, yetersizlikleri olabilir, ama Türkiye’deki inkârcı, baskıcı oligarşik güçlere karşı toplumu savunan bir mücadele yürüttükleri kesindir. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük bilincinin bu düzeye gelmesinde önemli bir rol oynamışlardır.
Bu dönemde Türkiye’deki siyasal ve sosyal ortamda şoven milliyetçilik ve siyasal İslamcı hareketler de gelişmiştir.
Ulus devletçi zihniyetin körüklediği ve beslediği milliyetçilik milli duyguları zayıflattığını düşündüğü sola ve bölücülük olarak tanımladığı Kürt Özgürlük Hareketine karşı bir siyasal tutum ve mücadelenin içine girmiştir. Kapitalist sitemin sola karşı dünya çapında yürüttüğü savaşın gereği olarak bu güç emperyalist sistem tarafından desteklenmiştir.

Siyasal İslamcı hareketler, bir taraftan kapitalizm öncesi toplumsal formun dağılması, diğer taraftan kapitalist yaşamın değersizleştirici karakteri ve yarattığı sosyal sorunlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkarken, diğer taraftan kapitalist sistemin sola karşı İslamcı kesimleri kullanması ve desteklemesi ortamında bir güçlenme yaşamıştır. Kendisini güçlendirecek her ortamı değerlendiren pragmatik yaklaşımları nedeniyle bir ara Ecevit CHP’si ile koalisyon kursa da, esas olarak AP ve MHP’nin içinde bulunduğu milliyetçi cephe içinde yer almıştır.
Türkiye’deki siyasi aktörler bunlar olsa, bu dönemdeki özel harp dairesi ABD ve NATO’nun denetiminde siyasi gelişmeleri etkileme gücündedir. Sovyetlere karşı ileri karakol olan Türkiye’nin sağlam tutulması, sol hareketlerin ve demokratik gelişmelerin önünün alınması gerekmektedir. O yıllarda ABD’nin kendine bağlı ülkelerde darbeleri, gerici ve baskıcı hükümetleri desteklediği bilinmektedir. Emperyalist kapitalist sistem Ortadoğu’da bırakalım sınırların değişmesini, rejimlerin içyapısının değişmesine de şiddetle karşıdır. Özellikle Sovyetler sınırındaki ülkelerde bu konuda daha da hassastır. Bu nedenle Türkiye, İran ve Afganistan başta olmak üzere yeşil kuşak politikası izlediği bilinmektedir. Sola karşı milliyetçi ve İslamcı hareketleri en temel müttefikleri olarak görmektedir.

12 Mart’tan sonra solun ve Kürt hareketinin gelişmesiyle birlikte sola karşı özellikle MHP kullanılmıştır. MHP’nin milliyetçi ve sola karşı karakteri bu kullanmayı kolaylaştırmıştır. Böylece Sol devlete ve sisteme karşı mücadele sürecinde MHP’yi karşısında bulmuştur. Bu durum, solun gelişimine paralel olarak her yerde çatışmaları ve ölümleri de beraberinde getirmiştir.

Bir taraftan soldaki paradigma yanlışlığı (sosyalizmin devlet olma karakteri) diğer taraftan reel sosyalizmin başındaki iddialardan uzaklaşarak devletçi kapitalizme dönüşmesi bu çatışmalarla birleşince, sol bir tıkanmaya ve hedef sapmasına uğramıştır.
Bazılarının belirttiği gibi bu çatışmaların arkasındaki güçler aynı değildir. Bu söylem, bu çatışmaların arkasındaki sosyal gerçekliği ve bunun getirdiği siyasal program ve amaç farklılığını örtbas etmeyi hedeflemektedir. Solun yanlışlıkları ve yetersizlikleri olabilir, ama solun durumu ile MHP’nin, AP’nin, hatta MSP’nin durumunu aynılaştırmak tarihi çarpıtmaktır.

Özellikle Fethullahçıların ve siyasal İslamcıların solun tarih içerisindeki yürüttüğü demokrasi mücadelesini ve Kürtlerin büyük bedeller ödeyerek bugüne kadar getirdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesini hep bir yerlere bağlamak ve kendisi dışındaki tüm güçlerin mücadelesini bu yaklaşımlarla silip atmak gibi sinsi ve uğursuz bir amaçları bulunmaktadır.

12 Eylül öncesi sol, demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermeye ve sömürücü güçlere karşı emekçilerin haklarını savunmaya çalışmıştır. Paradigma yanlışlığı, yetersizlikler ve kontrgerillanın MHP’yi kullanarak solu sürekli bir çatışma içinde tutması bu gerçeği değiştirmez. Devletin ve MHP’nin sola karşı kirli bir savaş yürüttüğü kesindir. MHP ağırlıklı olarak özel harp dairesi tarafından yönlendirilmiş ve yönetilmiştir.

Bu nedenle sol ile bu kesimlerin mücadelesini hep aynı eller tarafından yürütülmüş diye çarpıtmak, Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesini tersyüz etmektir. Kuşkusuz dünyanın her yerinde olduğu gibi sol içine de ajanlar ve provokatörler sızdırılmıştır; böylelikle yanlış eylemler içine sokma ve sola zarar verici durumlar yaratma amaçlanmıştır. Sadece bununla açıklanmasa da sol içi çatışmalarda bu tür kışkırtıcılıkların etkisi olmuştur.
Bunların var olması solun ve milliyetçi cephenin ve faşistlerin arkasındaki güçlerin aynılığını göstermez. Böyle bir algı yaratmak için sabah solcuların yarattığı silahları öğlenleri sağcılar kullanıyor denilmesi tam bir bilinç çarpıtmasıdır. Türkiye’deki sosyal ve siyasal değişimi ve bu temelde ortaya çıkan tarihi gerçekleri tersyüz etmektir.

Hiç kimse sol ve Kürt hareketi ile MHP’yi ve arkasındaki güçleri, oligarşik devleti aynı kefeye koyamaz. Bu, siyasal İslamcıların herkesi kötüleyip kendilerini temize çıkarma kurnazlığıdır. Kendilerinin yüzlerini ve arkalarındaki güçleri gizleme gayretidir.
Devlet, klasik asker ve sivil bürokrasisi siyasal İslamcı güçleri dışlamışlar ve üzerlerinde bir baskı kurmak istemişlerdir. TC’nin Kürtlere, sola ve İslam’a karşı tutum içinde kurulduğuna kuşku yoktur.

Ancak özellikle soğuk savaşın keskinleştiği süreçte solun önünü kesmek ve sola karşı kullanmak için siyasal İslamcıların kontrollü biçimde önünün açıldığı görülmektedir. Sol geliştikçe ideolojik ve toplumsal olarak siyasal İslam daha fazla kullanılmıştır. Türkiye’deki asker ve sivil bürokrasisi pek bunu istemese de, emperyalizmin Ortadoğu’da sol ve anti-ABD’ci güçlere karşı toplumun dini hassasiyetlerini kullanması gereği Türkiye’de de İslamcı kesimler kullanılmıştır. Komünizmle mücadele derneklerinin bizzat ABD destekli özel harp dairesi tarafından geliştirildiği bilinmektedir. Bunların bir kesimi MHP içinde yer alırken, önemli bir kısmı da siyasal İslamcı hareket içinde yer almışlardır. Fethullah Gülen’in Erzurum’daki komünizmle mücadele derneğinin aktif yöneticilerinden olduğu bilinmektedir. Belki de bugün ABD’de kalması o günkü ilişkilerin bir devamı niteliğindedir.

12 Eylül darbesinin gerçekleştiği koşullar biliniyor. Bir taraftan Türkiye’de devrimci hareket gelişmektedir; diğer tarafta Kürdistan’da başta PKK olmak üzere Kürt hareketleri önemli bir etkinlik sağlamıştır. Türkiye ekonomik ve siyasal bunalım içindedir. Afganistan’a, Sovyet müdahalesi olmuştur. Tüm bunlar Türkiye’nin durumunu riske sokmuştur. Bu nedenle Maraş katliamı sonrası sıkıyönetim ilan edilerek darbenin yolu döşenmiştir.

1979 İran İslam devrimi, böyle bir darbenin dış gerekçesini de ortaya çıkarınca “bizim çocuklar” (yani ABD işbirlikçisi generaller) faşist darbeyi yapmışlardır. MSP’nin Konya mitingi ve irtica gerekçe gösterilse de darbenin esas gerekçelerinin yukarıda belirtilenler olduğu kesindir. Bunu o dönemin belgeleri ve 12 Eylül’le ilgili yazan kitaplar ortaya koymaktadır. **
12 Eylül rejimi ancak çok sert uygulamalarla kendini hakim kılabilirdi. Türkiye ve Kürdistan’da çok sert ve faşist uygulamalar yapmadan darbecilerin hakim olması mümkün değildi. Böyle bir faşist, baskıcı ve katliamcı politika ve uygulamalarına meşruiyet kazandırmak önemliydi. Çünkü belirli bir meşruiyet ortaya koymayan böyle bir faşist darbe sıkıntılarla karşılaşabilirdi.

12 Eylül’ün sağa da, sola da, irticacıya da karşıyız diyerek herkese yönelmesi bu nedenledir. Ama esas hedef Kürt Özgürlük Hareketi ve sol olmuştur. Bugün tartışılan bir sağdan, bir soldan idam etmeler de meşruiyet arayışının sonucudur. Kenan Evren’in böyle davrandığını ve söylediğini çok önceleri biliyorduk. Sanki yeni duyulmuş gibi ortaya atılması da AKP yandaşlarının “bakın biz ortaya çıkardık” diyerek bir referandum malzemesi yapmak istemesidir. Kanal 24 daha yansıtmadan önce biz geçen haftaki makalemizde (Cuma günü) bunu yazmıştık.
Aslında 12 Eylül’ün en büyük mağduru MHP’lilerdir. Hem devlete hizmet etmişler, özel harp dairesinin yönlendirmesiyle sola karşı saldırı içinde olmuşlar, hem de bu güçler tarafından darbeye meşruiyet sağlaması için cezaevlerine atılmışlar ve idam edilmişler. Kuşkusuz eğer TC hukukuna göre ceza ve idam verilecekse bunların çoğunluğu MHP’li olması gerekirdi. Türkeş “biz cezaevindeyiz, ama fikrimiz iktidarda” diyerek nasıl mağduriyet içine sokulduğunu ifade etmiştir.

12 Eylül, kısmen MHP ve siyasal İslamcılara da yönelmiştir. Ama esas yönelimi ve saldırısı Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye soluna olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketinin kökü kazınmak istenmiştir. Bu konuda Kürdistan’da neler yapıldığını uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Solun ise bir daha ayağa kalkamaz hale getirilmesi amaçlanmıştır. Sola ait ya da yakın olan tüm örgütlenmeler ve kurumların üzerinden silindir gibi geçilmiştir.

MHP ve siyasal İslam’ın tabanına yönelik bir saldırı yapılmamıştır. Kürt Özgürlük Hareketi ve solun tabanı gibi suçlu görülüp üzerine gidilmemiştir. Ne milliyetçilik ne İslamcılık suçlu görülmüştür. Aksine ideolojik olarak şoven milliyetçiler yüceltilirken toplumun İslami hassasiyetleri de sola ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı kullanılmıştır.

Amed cezaevinde PKK sempatizanı gençler ayrı koğuşa konulup Afganistan’a uçak kaçırırken yakalanan radikal İslamcıların eline teslim edilmiş ve çocuklar Hizbullahçı yapılmıştır. Pişmanlık göstermesi için cezaevi hoparlörlerinden tüm koğuşlara din adamları tarafından vaazlar yaptırılmıştır.
Kenan Evren’in kuran elinde dolaşarak toplumun dini duygularına seslenip Kürt Özgürlük Hareketi ve solu kötüleme, toplumu bu hareketlere karşı kışkırttığını herkes biliyor.
Siyasal İslamcı güçler, partileri ve açık örgütlenmeleri bulunmasa da (12 Eylül darbesinin meşruiyet araması gereği) darbecilerin bu yaklaşımlarından yararlanmışlardır. Zaten hala soğuk savaş bitmemiştir. Sola ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı İslamcılık da milliyetçilik de kullanılacak aktörlerdir. Esas olarak da darbe sonrası yarattığı sistem ve bunun kurumlarıyla 12 Eylül’ü 40-50 yıl sürdüreceğine inansa ve buna göre bir planlama yapmış olsa da milliyetçi ve İslamcı çevreleri de kullanılacak aktörler olarak görmektedir.

12 Eylül 40-50 yıllık bir planlama ve bunun kurumlarıyla zihniyetini, iktidarını ve amacını sürdüreceğini düşünmüştür. Bu anlayışla sivil yönetime geçmeyi kararlaştırmıştır. Böylece kendilerini daha fazla yıpratmaktan kurtarmak istemişlerdir. Darbecilere göre kurdukları düzeni hiçbir sivil iktidarın sarsması mümkün değildir. Zaten 12 Eylül anayasasını kabul ettirmiş, Kenan Evren de cumhurbaşkanı olmuştur.
12 Eylül’ün tüm bu hesaplarını PKK bozmuştur. Cunta tüm sol hareketleri ezmiş, diğer Kürt örgütlerini bitirmiş; ancak PKK’yi ezmeyi başaramamıştır. Nitekim 1983 Mayıs’ında PKK’ye karşı Güneş harekâtı adını verdiği kapsamlı bir harekât yapmıştır. İşte yüzlerce terörist öldürdük dedikleri bilindik propaganda o zaman başlamıştır. Merak edenler o günkü gazete arşivlerine bakabilirler. Cezaevinde tutuklulara sadece böyle haberlerin bulunduğu gazeteler verilirdi.

Kürt Özgürlük Hareketi 1984 gerilla hamlesiyle mücadeleyi geliştirince ve bu mücadele de kısa sürede bastırılamayınca 12 Eylül’ün kurduğu düzen ve hesaplar altüst olmuştur. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketinin gelişmesi ve taban bulmasıyla birlikte 12 Eylül’ü yaratan güçler -özel harp dairesi ya da derin devlet- Kürt Özgürlük Hareketine karşı kirli savaşı tırmandırmışlardır. Toplumsal alanda da hareketi daraltmak için siyasal İslam’ın önünü açmışlardır. Türkiye’de şoven milliyetçiliği geliştirmek de diğer kirli savaş yöntemleri olarak devreye sokulmuştur.

1990’lı yıllarda siyasal İslam’ın önü açılarak Kürt toplumunun ERNK tabanı haline gelmesinin önüne geçilmek istenmiştir. Çünkü serhıldanlarla birlikte Kürt halkı yoğun olarak Kürt demokratik hareketi etrafında toplanmaya başlamıştır. Bu nedenle siyasal İslam’ın önünün açılması bir özel savaş yöntemi olarak gündeme gelmiştir. Nitekim bu yıllarda Kürdistan’da çok rahat çalıştıkları görülmüş, metropollerde Kürtlerin bu partiye kaymaları için her türlü imkân tanınmıştır. Bu dönemde Hizbullah’ın nasıl bir yıldırma gücü olarak kullanıldığını ise herkes bilmektedir.

Şu anda bir kısmı Ergenekon davasından yargılanan, Kürdistan’da kirli savaş yürüten bu derin devlet unsurları bu politikanın karar alıcısı ve uygulayıcılarıdır. Eğer kozmik odalar açılsa bu gerçekler tüm çıplaklığıyla açığa çıkar. Belki de kozmik odalardaki aramalar bu gerçeklik nedeniyle bir uzlaşma sonucu sürdürülmemiş ve incelenen belgeler kamuoyuna yansıtılmamıştır.
Derin devlet denen güçler 1997 yılına gelindiğinde yürüttükleri kirli savaşın ve psikolojik savaş unsurlarının siyasal İslam’ı güçlendirdiğini görmüştür. Bu nedenle Kürtlere karşı yürüttükleri savaşta ön açmaları sonucu gelişen siyasal İslam’ın önünün kesilmesi ve sınırlandırılması kararı almışlardır. Sovyetlerin dağılması sonucu solun da etkisizleşmesi onları böyle bir karara götürmüştür. 28 Şubat darbesi denen karar ve uygulamalar böyle gündeme gelmiştir.

28 Şubat’ta siyasal İslam’ın radikal uçlarının etkisizleştirip diğerlerinin sistemi rahatsız edemeyecek hale getirilmesi amaçlanmıştır. AKP bunun sonucu milli görüş gömleğini bırakıp sistem içileşmeye yönelmiştir. Yani bir demokratikleşme ya da iç reform sonucu ortaya çıkmış bir parti değildir. Demokrasiyi dillendirmesinin sadece toplumu aldatmak için kullandığı bir söylemden öteye gitmemesi, her alanda sistemin izin verdiği kadar bazı adımlar atılması bu gerçekliğin sonucudur.

27 Nisan’dan sonra genelkurmay başkanıyla Dolmabahçe’de mezara götürecek bir uzlaşma yapmaları ise AKP ya da siyasal İslam tarihinde bir dönemeçtir. Kürt Özgürlük Hareketinin devlete karşı tek muhalif hareket olarak bırakılıp ezilmesi için siyasal İslam’ın devlet içinde yer alması konusunda yapılmış bir uzlaşma ve mutabakattır.
Şu anda yaşanan mücadele, devlet içinde yer alması kabul edilmiş ya da devletin vetosundan kurtulmuş siyasal İslam’ın yeniden yapılanan devlet içinde yer almasının ne düzeyde olacağı kavgasıdır.

Klasik iktidar odakları, biz başat güç olmalıyız derken, siyasal İslam; benim devlet ve toplum anlayışım başat olmalıdır iddiasındadır. Siyasal İslam bu iddiasını güçlendirmek ve kendini etkin kılmak için klasik iktidar bloklarına, “siz artık Kürtleri siyasi egemenlik altında tutma ve kültürel soykırımı sürdürme yeteneğinde değilsiniz; bunu ancak ben yürütürüm, kültürel soykırım ancak benim devlet ve toplum anlayışımla tamamlanır” demektedir.

12 Eylüle karşı Kürt Özgürlük Hareketi, sol gruplar ve demokratik güçler şimdiye kadar büyük mücadele vermişlerdir. 12 Eylül anayasası ve düzenin değişmesi için ağır bedeller ödedikleri bir çaba içinde olmuşlardır. 12 Eylül anayasasının ve düzeninin meşruiyetini uzun süreden beri oldukça zayıflatmışlardır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra 12 Eylül rejimini savunanlar giderek azalmıştır.
12 Eylül rejiminde yerini sağlamlaştıran ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı savaşın yürütücüsü olan derin devlet ya da özel harp dairesi, Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız kalınca 12 Eylül’ün savunulacak hiçbir yönü kalmamıştır.

Derin devlet, kontrgerilla, özel harp dairesi, şimdilerde Ergenekon denen güçlerin kendini savunamaz hale gelmesi, Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki başarısızlıklarıdır. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız olmasalardı; hatta sizin yöntemleriniz PKK’yi büyüttü suçlamasıyla karşılaşmasalardı, onlara hiç kimse bugünkü eleştirileri getiremezdi. Şu anda yargılama konusu olmazlardı.

Dikkat edilirse yargılamalar yine sadece Türkiye’deki darbeler ya da geçmişten kalma otoritelerini kullanarak Türkiye’nin batısında ve diğer yerlerinde içine girdikleri yasa dışı işlerdir. Çünkü Kürdistan’daki uygulama ve yöntemlerin yargılanmayacağı konusunda hükümetle derin devlet –derin devletin genelkurmaydaki çekirdeği- anlaşmışlardır. Nitekim hükümet Kürdistan’daki tüm uygulamaların kapsamlı soruşturulacağı Hakikati Araştırma ve Adaleti Sağlama Komisyonuna onay vermemektedir.
Kuşkusuz 12 Eylül’den mağdur olmayanlar da 12 Eylül’ü lanetlemelidir. 12 Eylül’deki işkencelere herkes ağlayabilir. Erdoğan da ağlayabilir. Ama samimi ve tutarlı olmazsa bu ağlamaya şimdi olduğu gibi kimse inanmaz.

Bir taraftan kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız diyeceksin, 12 Eylül’de bile olmayacak biçimde legal Kürt siyasetçilerini ve belediye başkanlarını zindana tıkayacaksın, diğer taraftan 2001 yılında anayasada idamın kaldırılmasına evet demeyeceksin; idamı kaldırmanız doğruydu diyeceğine Kürt Halk Önderini sen neden idam etmedin yarışı içine gireceksin! Bu zihniyet ve tutumda olan birisinin ağlamasını tabii ki kimse ciddiye almaz. Daha yakın dönemde gerilla cenazelerine yapılan işkence fotoğraflarını gönderdi diye BDP ile görüşmeyen Erdoğan’ın ağlaması tabii ki inandırıcı görülmez.
12 Eylül’e karşı olmak, onun siyaset anlayışına ve 12 Eylül anayasasında koyduğu amaçlara karşı çıkmakla olur. Tek millet ve tek vatan diyen birisi 12 Eylül’ün bir numaralı savunucusudur.

12 Eylül bir yönüyle de örgütlenmeleri dağıtmak, örgütsüzlüğü bir gerçek haline getirmek, bireyciliği şahlandırmak, insanları örgütsüz ve savunmasız bırakmak için yapıldı. AKP hükümeti hala özünde bu anlayışa bağlıdır. Kendine ve devlete uygun örgütlenmeler, sivil toplum kuruluşları ve basın iyidir, ama muhalif örgütlenmeler ve diğer basın ise sürekli baskı altında tutulmaktadır. Eğer bir örgütlenme ve basın sistemi rahatsız ediyorsa AKP hükümetinin içişleri ve adalet bakanları hemen sert biçimde devreye girmektedir. Kürt sorununu gündeme getiren basının neredeyse çıkamaz hale getirildiği bilinmektedir.

Bu nedenle biz de AKP’nin 12 Eylül’e karşı çıkan bir parti olmadığını, aksine 12 Eylül’ün ve darbecilerin ürünü olduğu tezini doğru bulmaktayız. AKP’nin yaptığı, demokrasi güçlerinin teşhir ettiği ve etkisiz kıldığı 12 Eylül’e karşıyım diyerek her konuda olduğu gibi yine siyasi rant peşinde koşmaktır. AKP’nin darbelerin ürünü olduğu ve 12 Eylül rejimine esasta karşı çıkmadığını söyleyenlerin bir kısım görüşlerini doğru bulmasak da, bir kısmı AKP gibi siyasi çıkarı gereği bu tür doğruları dillendirseler de, AKP’nin 12 Eylül’e ve anayasasına karşı olmayan ve sadece kendi çıkarıyla çelişen yönlerine itiraz eden bir parti olduğu bir gerçekliği ifade etmektedir.

Mustafa Karasu

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

http://www.navendalekolin.comhttp://www.lekolin.orghttp://www.lekolin.nethttp://www.lekolin.info

Kosova Kararından Sonra Self-Determinasyon Hakkı Ne Anlama Geliyor?


Kosova Kararından Sonra Self-Determinasyon Hakkı Ne Anlama Geliyor?

Haluk Gerger

Uluslararası Adalet Divanı, Kosova’nın bağımsızlık ilanının hukuka aykırı olmadığına dün (22 Temmuz) karar verdi. Doç. Dr. Haluk Gerger’in bu karar üzerine tekrar gündeme gelen “self-determinasyon hakkı”nı anlatan yazısını yayımlıyoruz.

Sömürgeciliğin sömürü ve baskısı altındaki halkların kurtuluş mücadelelerinin doruk noktasına, uzun ve kanlı bir süreç sonunda, self-determinasyon hakkının yeryüzündeki neredeyse bütün devletlerin temsil edildiği Birleşmiş Milletler örgütünce resmen kabul edilmesiyle ulaşıldı. Elbette bu karar Birleşmiş Milletleri aşan bir özelliğe sahipti.

Karar, özünde, sömürge halklarının görkemli milli kurtuluş savaşımlarının insanlığın vicdanında kazandığı moral üstünlüğün, halkların savaştaki yenilmezliğinin, politik zaferlerinin cari devletler huku çerçevesinde ve aralarında sömürgecilerin de bulunduğu devletler nezdinde “resmen” kabullenilmesinden başka bir şey değildi.

Halkların self-determinasyon ve dolayısıyla da kendi milli devletini kurma hakkı, Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1. Maddesinin ikinci bölümündeki ibare ve Örgüt’ün 14 Aralık 1960’taki tarihi 1514 sayılı “Sömürge Ülke ve Haklara Bağımsızlık” bildirgesiyle devletler hukukundaki yerini almış ve daha sonra da pek çok kereler çeşitli bildirge ve sözleşmelerle teyit edilmiştir.

BM’nin insan haklarıyla ilgili sözleşme ve bildirgelerinde de bu hakka yer verilerek self-determinasyon hakkının gurup (millet-toplum”) çerçevesinde hayata geçirilmesi zorunlu bir bireysel hak olduğu da ayrıca vurgulanmıştır.

Self-determinasyon hakkı, iki düzlemde incelenebilir. Marksist-Leninistler bakımından sorun berrak formülasyonlar ve mücadelelerle çoktan kesinlik kazanmış, çözülmüştür. Buna göre, ayrılma ve kendi devletini kurmayı da içeren self-determinasyon hakkı tartışılamaz bir hak ve ilkedir. Bu görüşü en net biçimde, Rosa Luksemburg’un görüşlerine yakın tavır alan kimi Marksistlerle yaptığı tartışmada, Lenin şöyle dile getirmiştir:

“…Milletlerin kendi yazgılarını tayin hakkının (self-determinasyonunun) anlamını, hukuki tanımlarla oynayarak ya da soyut ilkeler ‘uydurarak’ değil de, ulusal hareketlerin politik-ekonomik koşullarını inceleyerek kavramak istiyorsak, kaçınılmaz olarak, self-determinasyonun, bu milletlerin yabancı yapıların boyunduruğundan politik olarak ayrılması ve bağımsız milli devletin kurulması demek olduğu sonucuna ulaşırız…Bu demektir ki, Marksist programda, ‘milletlerin self-determinasyon hakkı,’ tarihsel-ekonomik bakımdan, politik self-determinasyon, devlet bağımsızlığı ve bir milli devletin kurulmasından başka bir anlama sahip olamaz.”

Cari devletler hukuku bakımındansa, bu konuda çelişik görüşler mevcuttur. Doktrinde, hukukçular arasında, söz konusu hakkın, uluslararası hukukun herkesi bağlayan (erga omnes) bir üst normu (jus cogens) olduğunu savunanlar olduğu kadar, Batı sömürgeciliğinin tasfiyesiyle bu ilkenin artık hukuki geçerliliğini yitirdiğini iddia edenler de vardır. Bu hakkın artık geçersizliğini savunan görece “muhafazakar” hukukçuların yanı sıra, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, devletlerin oluşturduğu uluslararası örgütler de, tek tek neredeyse bütün devletler de aynı görüşü savunmaktadırlar. Bunlar görüşlerini, “toprak bütünlüğü” ilkesine dayandırmaktadırlar. Buna göre, BM Antlaşmasının 2. Maddesinin 4. bendinde yer alan “toprak bütünlüğü” ilkesi, temel üst norm olarak doğası gereği çeliştiği self-determinasyon hakkının yerini almıştır. Elbette bu görüşü mevcut devletler ve onların oluşturduğu BM gibi örgütlerin de savunmasınında şaşılacak bir yan yoktur. Bu noktada, hukuk ile siyasetin organik bütünlüğü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Nitekim, bu yaman çelişkidir ki, son Kosova kararında Adalet Divanı ana hukuki meseleye, self-determinasyon ile toprak bütünlüğünün belirleyici olma iddiasını ele alamamıştır bile.

Ne var ki, bu “muhafazakar” devletçi görüş temel alınsa da, self-determinasyon hakkına ilişkin tartışmadan kaçmak kolay olmamaktadır. Bu konudaki tavrı ne olursa olsun, hemen her hukuk otoritesi, ayrılmayı ve ayrı devlet kurmayı içeren “dış self-determinasyon hakkı”nın, savaş, işgal, ulusal baskı gibi durumlarda geçerli olduğunda hemfikirdirler. En “muhafazakar” görüş dahi, kendi devletini kurmayı içeren “dış self-determinasyon hakkı”nın ancak sözkonusu halkların “iç self-determinasyon”a sahip olması durumunda geçersiz kabul edilebileceğini belirtmek durumunda kalmaktadırlar.

İç self-determinasyon
Nedir “iç self-determinasyon”? Kısaca ifade etmek gerekirse, bu kavram “özyönetim”i ifade etmektedir. Bu “Ozyönetim”in pratikte alabileceği biçim değişebilir ama hakkın dokunulamaz özü ayrıntılanabilir. Biçim olarak, özerklikten federasyona, kantonal sistemlerden konfederasyon biçimlerine uzanan “iç self-determinasyon” hakkı, içeriğinde, bir halkın, özetle, milli kimliğini yasayabilmesini; dil ve kültürünü geliştirme imkanlarını kullanabilmesini; kendi ulusal kurumlarını inşa edebilmesini; doğal kaynaklarına sahip çıkabilmesini; kendi temsilcilerini, simgelerini seçebilmesini; yerel işlerinde ve genel yapı içinde karar alma mekanizmalarında kendi kimliğiyle ve temsilcileri aracılığıyla yer alabilmesini, ve benzeri milli-demokratik haklar bulunmaktadır.

Bu durumda dahi, ayrılma ve kendi devletini kurma hakkı olarak tanımlanan “dış self determinasyon hakkı”nın tümüyle gündem dışı kalacağı ve talep edilemeyeceği de kabul edilmektedir.

Örneğin, Quebec eyaletinin Kanada’dan ayrılma sorununu görüşen Kanada Yüksek Mahkemesi, 1998 yılındaki kararında ayrılma talebinin hukuki geçerliliğini reddetmiş ama, aynı zamanda, sözü edilen milli-demokratik haklara (iç self-determinasyona) sahip olmakla birlikte, ayrılma talebinin gündeme getirilmesinin demokratik bir hak olduğunu, bir referandumla halkta böyle bir eğilim belirirse, ayrılmanın barışçıl bir biçimde müzakere edilebileceğini belirtmiştir.

Şayet ayrılmayı içeren ve “dış self-determinasyon” olarak tanımlanan hakkı boşanma hakkına benzetebiliriz. Açıktır ki, boşanma hakkının yasalardaki mevcudiyeti bütün evli çiftlerin ayrılmalarını gerektiren bir anlam taşımamaktadır. Ama, boşanma hakkı, aynı zamanda, evlilik kurumu çerçevesindeki birlikte yaşamda, karşılıklı hakların, bu haklara saygının ve karşılıklı rızanın zorunluluğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan, boşanma hakkı, “iç self-determinasyon”a denk düşmektedir. “Rıza”nın ise, her zaman geçerli statik bir tanımını yapmak elbette mümkün değildir. Bu durumda, “boşanma hakkı” gibi “dış self-determinasyon hakkı”nın da “yasadan düşmesi” herhalde söz konusu olamaz.

“Her millete bir devlet” ilkesinin pratik güçlüklerine karşı, yeni arayışlar ve çözüm önerileri hep gündeme getirilmektedir. “Devlet sahibi olmak”la “millet olmak” arasındaki klasik özdeşliği ortadan kaldırmaya, bunu yerine yerel yönetimleri güçlendirip devletin merkezi işlevlerini kısıtlamaya, oradan devletin, egemen olduğu coğrafyadaki halkların tamamına eşit uzaklıkta durmasıyla “milli kimlik”ten arındırılmasına uzana görüşler, sonunda, ayrılmayı içeren “dış self-determinasyon hakkı”nı geçersizleştirmeye yönelmektedir ama bu görüşler de “milli baskı”nın ortadan kaldırılmaması durumunda, yani, “iç self-determinasyon”u içeren “demokratik cumhuriyet”in inşa edilememesi hallerinde, ezilen halkların kurtuluşu sorununda yeni bir yanıt oluşturamamaktadır.

Sonuçta, “iç self-determinasyon hakkı” ile “dış self-determinasyon hakkı” arasındaki diyalektik bağı kurmada ve çözmede son kararın halkların politik iradesi tarafından oluşturulacağı keyfiyeti, bütün hukuki cambazlıklara karşın, geçerliliğini sürdürmektedir. (HG/TK)

bianet

Kosova kararı-Haluk Gerger

Canan


Canan

Ahmet Altan-Taraf

Resmi olmayan çocuklar bunlar.

Bu ülkede mermiler ve bombalar genellikle resmi çekilmemiş çocukları buluyor.

Dağlarda ölen Türk çocuklarıyla Kürt çocuklarının aileleriyle çekilmiş, bebekliklerini, büyümelerini, arkadaşlarıyla oynamalarını gösteren resimleri kalmıyor geriye.

Ya elde çapraz tüfekle üniformalı resimler, ya yeşil gerilla yeleği, sırtta kalaşnikof, dağlarda kötü bir makineyle çekilmiş resimler.

Geriye onlardan sadece bunlar kalıyor.

Onların büyüdükleri yerlerde fotoğraf makineleri yok.

Oğlunun cenazesine giyecek gömleği olmayan babalar, erken yaşlanmış anneler, ıssız mezralar, kıraç toprağı karasabanla yarılmış tarlalar, dar pencereli ışıksız kulübeler, çamurlu yollar, erken basan geceler var onların kısa hayatlarında.

Resmî bir kayıt için çekilmiş bir vesikalık bir de.

Ceylan, evinin önünde hayvan otlatırken bir roket mermisiyle paramparça olduğunda geriye sadece gözleri kocaman açılmış bir vesikalık resmi kalmıştı.

Başka bir resmi yoktu.

Bir kasaba fotoğrafçısında, kendisini ürküten o koca körüklü makineye gözlerini iri iri açarak bakan bir çocuk.

O gözler, bu ülkede savaşın yarattığı acıların sembolü oldu.

Kısacık ömründen geriye alan o koca gözlü resim, bu savaşın hepimize yaşattığı kederin keskin izi olarak kazındı içimize.

Şimdi de Canan’ı vurdular.

Canan on altı yaşında.

Onun da sadece tek bir resmi var.

Küçük bir çocukken çekilmiş bir resmi.

Büyük bir ihtimalle ilkokula başlarken çekilmiş.

Okutmuşlar Canan’ı, okula göndermişler, o da okumuş.

Sevinmiştir okula gittiği için, hayaller kurmuştur, umutlar beslemiştir.

Bütün hayatının minicik bir vesikalık resmin içine sığacağını hiç düşünmemiştir.

Dedesinin mezarını ziyarete gitmişler.

Eğer biliyorsa bir Fatiha okumuştur dedesinin mezarının başında, bilmiyorsa o da büyüklerle birlikte dudaklarını kıpırdatıp sonra iki eliyle yüzünü sıvazlamıştır.

Su dökmüşlerdir mezara.

Belki çiçek ekmişlerdir, ayrıkotlarını ayıklamışlardır.

Bir ölünün başında ölüm çok uzak gözükmüştür on altı yaşındaki kıza.

Sonra pikniğe gitmişler.

Askerî kışlanın biraz ilerisinde yanlarında getirdikleri bir yaygıyı yere serip üstüne yerleşmişlerdir, Canan annesine yardım etmiştir domatesleri kesmek, ekmeği dilimlemek için.

Belki annesiyle şakalaşmışlardır.

Tam kalkarken Canan kısacık bir “oyyy” demiş.

Yıkılmış yere.

Son sözü bu olmuş genç kızın, “oyyy.”

Ensesinden bir kurşunla vurulmuş.

Kurşunun kışladan atıldığı tahmin ediliyor.

Bütün Kürtleri “düşman” gören, bütün Kürtlerden kuşkulanan bir asker bilerek mi vurdu bilmiyorum, böyle biri olamayacağını düşünüyor insan ama Muğla’da gencecik üniversite öğrencisi Şerzat’ı nişan alarak vuran polisi düşününce, savaşın çıldırttığı bu ülkede her şeyin mümkün olabileceğinden korkuyorsunuz.

Ya da acemi bir askerin şaşıran kurşunu girmiştir Canan’ın ensesine.

Bunlardan hangisinin doğru olduğu Canan için fark etmiyor artık.

O ne olduğunu bile anlamadı.

Ensesinde keskin bir darbe hissedip “oyyy” dedikten sonra çimlerin üstüne yıkılıp öldü.

On altı yaşında bir kız.

Ensesinden vuruluyor.

İç savaş budur işte, sadece cephelerde ölmez insanlar, mezralarda, otobüslerde, arabalarda, piknik yerlerinde ölürler.

Fotoğrafları olmayan çocuklar ölür.

Hayatında hiç lokantada yemek yememiş, belki hiç sinemaya gitmemiş, tiyatro görmemiş, kendine ait bir odası, bir bilgisayarı, bir kitaplığı olmamış, doğum günlerinde kendisine bir oyuncak alınmamış çocuklar ölür.

Söğüt dalından düdük, tahtadan at, çaputtan bebek yapan çocuklar ölür.

Ceylan inlemeye bile vakit bulamadan parçalanarak ölür, Canan “oyyy” diye inleyerek ölür.

Öldürüyorlar çocukları.

Parçalayarak öldürüyorlar, ensesinden vurarak öldürüyorlar, yakarak öldürüyorlar.

Küçücük bir vesikalık fotoğraf kalıyor geriye.

“Oyyy” diyen bir inilti kalıyor.

Kendi çocuklarını öldüren, kendi vahşetiyle kanayan, yaralı bir toplum kalıyor.

Bir de “savaşta olur böyle şeyler” diyen vicdansız ihtiyarlar kalıyor.

Vurulduğunda sadece bir “oyy” demiş o küçücük Kürt kızı.

Saçları kanlanmış, çimenlerin üstüne yıkılıp ölmüş.

Minicikken çekilmiş bir resminden başka resmi kalmadı annesine, sadece bütün insanlığı titreten bir solukluk “oyyy” sesi var ondan bize kalan.

İtalyan gruptan PKK bestesi


İtalyan gruptan PKK bestesi
ANF.ROMA – İtalya’nın Sardinya Adası’nda yıllardır alternatif müzik dalında sanat yapan ‘KENZE NEKE’ isimli etnik müzik grubu PKK için Sarduca dilinde “Gridu de vittoria” (büyük zafer) adlı bir beste yaptı.

PKK için beste yapan Kenze Neke grup üyeleri “Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine inanıyoruz. Bizler de, yani Sardinya Adası’nda yaşayan Sardolar bundan 3 bin yıl önce Mezopotamya’dan gelen bir halkız ve Mezopotamyalı sanatçılar olarak bir şeyler yapmak istiyoruz, hedeflerimizden biri ROJ TV’de bir konser vermektir” dedi.

Grubun şarkısı şu linkten izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=sTPxTpzNed8

Akdeniz’de, İtalya’ya ait bir ada olan Sardinya, Sicilya’dan sonra ikinci en büyük adası olarak biliniyor. İtalya’nın 1948 Anayasası ile kısmi bölgesel özerklik verilmiş 20 bölgesinden birisi. İtalya anayasasınca tanınan iki ulustan biri olan Sardunyalıların bölgesinde Sarduca ve Katalanca’nın bir lehçesi olan Algeroca konuşuluyor.

ANF NEWS AGENCY

Bu bebek bilim dünyasını şoke etti!


Bu bebek bilim dünyasını şoke etti!

Alpaslan DÜVEN, (DHA)

İngiltere’de siyahi bir anne sezeryanla beyaz tenli, sarışın ve yeşil gözlü bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Albino’ olmadığı kesinleşen bebek bilim insanlarını şoka uğrattı.
Güney Londra’nın Woolwich bölgesinde yaşayan Nijerya aslıllı siyahi Ihegboro çiftinin beyaz, sarışın ve mavi gözlü bebekleri oldu. The Sun gazetesinin Exclusive haber olarak dünyaya duyurduğu haber, ülkede bomba etkisi yaptı.

İSMİNİ ‘TANRI’NIN GÜZELİ’ KOYDULAR
Mucize doğumu gerçekleştiren Queen Mary’s hastanesinde görevli doktorlar, ailesinin Nmachi (Tanrı’nın güzeli) adını verdikleri bebeğin kesinlikle bir ‘albino’ olmadığını açıkladılar.

ANNE: “OYUNCAK BEBEK SANDIM”
Mucize bebeği sezeyanla dünyaya getiren Angela, yaşadıklarını şyle anlattı:
“Doğumdan sonra bebeği getirdiklerinde dilim tutuldu. Önce ‘oyuncak bebek’ olduğunu düşündüm. Kızım çok güzel ve renginin benim için önemi yok.O bir mucize bebek.Ama hala neler olduğunu anlamış değilim.”

BABA: “BU BEBEK BENİM Mİ?”
Nijeryalı Ben Ihegboro, bebeğini gördüğünde şaşırdığını ve ilk sözünün “Bu bebek benim mi?” olduğunu söyledi.
Doğumdan sonra eşiyle birlikte sessizce bebeği izlediklerini belirten 44 yaşındaki demir yolları işçisi Ben,“Onun bir albino olmadığından emindim.O çok sağlıklı beyaz bir bebek. Sülalemizde hiç beyaz yok.Acaba genetik dönüşümden kaynaklanmış olabilir diye düşündük. Peki öyle olsun ama sarı ve kıvırçık saçlarını nasıl açıklayacağız?” diye şaşkınlığını dile getirdi.
Nmachi’nin kendi bebeğin olduğundan emin olduğunu vurgulayan Ben, “Eşim bana karşı herzaman dürüst oldu. Öyle olmamış olsa bile bebek bu kadar benzemezdi. Ona Nmachi (Tanrı’nın güzeli) adını verdik” dedi.

PROFESÖR SYKES: “OLAĞANÜSTÜ”
İngiltere’nin önde gelen genetik uzmanlarında Oxford Üniversitesi İnsan Genetiği Bölüm Başkanı Prof.Bryan Sykes, Ihegboro çiftinin sülalesinde hiç kimsenin karışık ırktan olmadığını açıkladı.
Doğumu ‘olağanüstü’ olarak nitelendiren Profesör Sykes,“Bu durum Afro-Karayip toplumundaki çok genetik karışımdan kaynaklanıyor olabilir. Genlerin soluk sürümünün aktarımı için beyaz soya ihtiyaç var. Bu oldukça sıradışı. Bir çok sarışın çocuk doğum sırasında böyle sarı saça sahip değil. Bir tür bilinmeyen kalıtsal değişim olabilir” diye kaydetti.