Bingöl kartalı’ gerillada


Bingöl kartalı’ gerillada
Bingöl yöresine ait kartal oyunu aslında davul ve zurna eşliğinde ritmi yüksek bir şekilde oynanıyor. Ancak dağda davul zurnası olmayan gerillalar, ritim tutmak için bir bidon eşliğinde oyunu sahnelediler. Oyunu gerillaya yeni katılan Fedakâr Amed sahneledi.

Bulunduğu gerilla alanında kendisi dışında bu oyunu bilen yada izleyen çok az kimsenin olduğunu söyleyen Fedakâr Amed, “Bir eğitim arasında bu oyunu oynadım, arkadaşların moral etkinliğinde bu oyunu oynayalım şeklinde ısrar ettiler” diyor.

Enstrümansız oynamalarına rağmen gerillaların oyunu çok beğendiğini belirten Amed’e göre bunun nedeni kartal öyküsünün doğanın bir parçası olması, doğayı anlatması.

“GERİLLALAR İZLEDİĞİ İÇİN MUTLUYUM”

Gerillaya yeni bir oyun getirmenin mutluluk verici olduğuna dikkat çeken Amed “Eski arkadaşların anlattığına göre, bu oyun dağda ilk defa oynandı. Tabii ki bu çok güzel bir şey. Burada daha önce bu oyunu hiç duymamış, izlememiş bir grup arkadaşla kısa süre çalışarak sahne aldık. Buna rağmen arkadaşlar çok çabuk kavradılar” diyor.

Gerillanın halayı çok sevdiğini belirten Amed’in umudu kartal oyununun gerilla oyunları arasına girmesi. Amed, daha önce birçok defa oyunu sahnelediğini, ama bir gerilla olarak, gerillanın önünde bu oyunu oynamak bambaşka bir duygu olduğun söylüyor.

20 yıl önce oyunun Almanya’da düzenlenen folklor yarışmasına katıldığını hatırlatan gerilla Amed “Aslında Bingöl’de gözde oyunlar daha çok Delilo, Çeçen, Esmer, Xoşkê idi. Ama son yıllarda kartal oyunu Bingöl’de çok popüler oldu. Şimdilerde neredeyse her düğünde ve her etkinlikte oynanan bir oyun oldu ” diyor.

Fedakâr Amed ise oyunu ilk kez Bingöl Vali Güner Orbay İlköğretim Okulu’nda okurken tanımış. Okulun folklor grubunda yer alan Amed, arkadaşlarıyla birlikte düzenlenen folklor yarışmasında kartal oyununu sahneler.

Fedekar Amed, yıllar sonra oyunu gerillada sahneledi. 150 gerillanın büyük bir ilgiyle izlediği oyunun öyküsünü ise Amed şöyle anlatıyor: “Sonbahardır ve kuzu dönemidir. Bizim orada kaya kartalları bulunur, bu kartallar çok büyük olurlar. Kartal gelip bir kuzuyu kapar ve kendi yavrularının yanına götürür. Yavruları kuzunun etrafında dolanır, anne kartal da kuzuyu gagasıyla parçalayarak yavrularının önüne atar. Bir çoban bu olayı gözetler ve gördüklerini köylülere anlatır. İşte kartal oyunu, böyle ortaya çıkar.”

ANF NEWS AGENCY

MİT’in Balıkçısı


MİT’in Balıkçısı
11 Kasim 2010
AHMET KAHRAMAN

Bugün niyetim, Kürdistan’ın bağrında, MHP’den sonra “takkeli” Faşizme kucak açan Bingöl fenomeni ve onun yetiştirmelerinden AKP filmcisi Mahsun Kırmızıgül’e değinmekti fakat yüzü olmamalı ki, bize ensesini gösteren MİT Balıkçısı, kısmet oldu.

TC, kendi polisi ve uluslararası polisçe aranan mafya şeflerini, kiralık katillerle cinayet işleyip, yakıp yıkarak tutunamadığı Kürdistan’da şimdi, lafzı, harcı, temeli yalan propaganda; Kürt ana ve babadan olma propagandistlerin bir öyle, bir şöyle dansıyla girmeye çabalıyor. Kürtleri dünyadan habersiz enayi yerine koyarak katilin, hırsız ve gaspçının dini, imanı varmış gibi, din üzere dümdüz gidiyorlar. “Al satarım, bal satarım, ustam ölmüş, düşmüş Kürt satarım” teranesiyle insan haysiyetinin sergilendiği satış pazarları açıyorlar.

Fırsat bu fırsattır düşüncesiyle, kendini pazarlamaya koşanlardan kimi “Kürt yazar”, kimi “Kürt aydını”, “kanat önderi”, “sivil toplum örgütü başı”, “iş adamı”, “siyasetçi” etiketini yakasına yapıştırıyor, kimileri de “müflis iş adamı…”

Bir de, “bir sen eksiktin” dedirtircesine, esrarengiz çehreye bürünüp, “Köprü altı Balıkçı’sı” kimliğiyle ortalıkta dolanıyor, “Taraf” gazetesine “haber kaynağı” oluyordu. Anlattığına göre, Kürt-Türk ikili görüşmelerinde arabulucuymuş, kendisi. Öyle bir arabulucu ki, at hırsızı gibi övüneyim derken, kendini ele veriyor. Arabulucu ama, gerilla üssüne uğramamış, İmralı adasında esir Öcalan’ı da görmemişti.

Ama gerilla gücünün teslim olma günü beklediğini söyleyerek, Kürdistan’ın ruhunu demoralize etmekle görevli bir arabulucu…

Taraf’ın röportajcısı Neşe Düzel, haklı olarak Kürt tarafıyla görüşmeyen arabulucuya, “seninki nasıl bir arabuluculuk?” diye soruyor ve kargalara bile tebessüm ettirecek, “ben devlete şu yanlış ve tehlikeli diyorum” cevabını alıyordu.

Alanla, satanın sorunu ama, devlet dediği MİT, hayalhaneden atan bu adamın kafasındaki ışıkla doğruyu, yanlışı, tehlikeyi görüyorsa eğer, vay ki, vay haline…
Balıkçı’nın yaradana sığınıp, attığına göre, Haziran seçimleri sürecinde, meydanlarda Kürt meselesine dair her şey konuşulacak, gerilla söylenenleri dinleyip, “ikna oldum, ben yanılmışım” dedikten sonra, iyi yürekli Türk devletinin affına uğrayacak, silahları getirip teslim edecek, isteyen siyaset, dileyen ticaret yaparak, Türk devletinin gül bahçesi olan koynunda mutluluğu bulup, yaşayacaktı.

İmkanım olsa, Gerilla lideri Murat Karayılan’a erişip, “dağda piknik yapmaya çıkmanıza kızan iyi huylu, yüreği şefkat dolu TC dilediğiniz yerde yaşamanıza izin çıkarıyor. MİT’in Balıkçı’sı öyle diyor” diyecektim ki, cevabı Fırat Haber Ajansı’ndan geldi.

Karayılan, Kürt halkının özgürleşme bilincinin derinleşerek geliştiğini vurgulayıp, şöyle diyordu: “Bu toplum özgürlükle buluşmadan, hiç kimse onu durduramaz.” Kürtler, en azından kimliklerini ifade edebiliyorlarsa eğer, bu gerilla gücünün sayesindedir. Bu küçücük adım, asla nihai hedef değildir. Gerilla, gücünün ortadan kalkması halinde, her şeyin eskiye dönüşeceği örnekleriyle sabit, gerçektir.

Gerilla lideri, artık Kürtlerin kulakları ardının da “kuru kalmadığını” en azından yaşadıklarıyla biliyor. Bu gerçek ve İrlanda, Bask ülkesi örneğinden yola çıkarak, “önce yap, göreyim” anlamında, Kürtlerin nihai hedefini kısacık cümle ile ifade ediyordu.

Yüzünü saklayıp, ensesini gösteren ‘Balıkçı’ya gelince, “arabulucu” değil, çürümüşlük kokan “müflis” bir “köylü kurnazı” tipolojisi olarak, ortaya çıkıyor.

Ha savaşan tarafların, bir yandan arabulucular kullanarak, görüşmeler yürütmeleri anormal mi? Hayır, ama bu Balıkçı, arabulucu değildir. Anlattıklarına bakılırsa, yakınlık kurduğu Kürtlerden aldığını, “istihbarat” adıyla “devlet” dediği MİT’e servis eden bir “ayakçı”dır. Öbür yanıyla anlattıkları, “gördüğü kurs” doğrultusunda, “soğuk savaş taktiği”yle, Kürtlerin moralini sarsma çabalı, ancak dalga boyu kısa bir zekanın kara propagandası…

akahraman61@hotmail.com
Okunma: 847

DEMOKRATIK ÖZERKLIK derleme ABDULLAH ÖCALAN


DEMOKRATĠK ÖZERKLĠK (DERLEME)
ABDULLAH OCALAN
1-ÖZGÜRLÜK SORUNU
2- TOPLUMSAL SORUNLAR
İktidar ve Devlet Sorunu
Toplumun Ahlak ve Politika Sorunu
Toplumun Zihniyet Sorunları
Toplumun Ekonomik Sorunları
Toplumun Endüstriyalizm Sorunu
Toplumun Ekolojik Sorunu
Toplumsal Cinsiyetçilik, Aile, Kadın ve Nüfus Sorunu
Toplumun Kentleşme Sorunu
Toplumun Eğitim ve Sağlık Sorunları
Toplumun Militarizm Sorunu
Toplumun Barış ve Demokrasi Sorunu
3- DEMOKRATĠK UYGARLIĞIN TANIMI
Avrupa merkezli sosyolojiye yönelik eleştirileri özetlersek
Demokratik Uygarlığa Yöntemsel Yaklaşım
Demokratik Uygarlığın Unsurları
4-KAPĠTALĠST MODERNĠTEYE KARġI DEMOKRATĠK
MODERNĠTE
Modernitenin Endüstriyalizm Boyutu ve Demokratik Modernite
Ulus-Devlet, Modernite ve Demokratik Konfederalizm
Demokratik Konfederalizm
Demokratik Modernitenin Boyutları
a-Ahlaki ve Politik Toplum Boyutu(Demokratik Toplum)
b- Ekolojik Endüstriyel Toplum Boyutu
c- Demokratik Konfederalist Toplum Boyutu
5-DEMOKRATĠK MODERNĠTENĠN YENĠDEN ĠNġA SORUNLARI
Uygarlık, Modernite ve Kriz Sorunu
Sistem Karşıtı Güçlerin Durumu
a- Reel Sosyalizmin Mirası
b- Anarşizmi Yeniden Değerlendirmek
c- Feminizm: En Eski Sömürgenin Başkaldırısı
d- Ekoloji: Çevrenin Başkaldırısı
Kültürel Hareketler: Geleneğin Ulus-Devletten İntikamı
1- Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri
2- Dinsel Geleneğin Canlanışı: Dinsel Kültür Hareketleri
3- Kentsel, Yerel ve Bölgesel Özerklik Hareketleri
6-DEMOKRATĠK MODERNĠTEYĠ YENĠDEN ĠNġA GÖREVLERĠ
A- Entelektüel Görevler
B- Ahlaki Görevler
7-GÖRÜġME NOTLARINDAN 2010
ÖZGÜRLÜK SORUNU
Merkezi uygarlık sistemini özgürlük sorunu temelinde değerlendirdiğimizde, giderek katmerleşen bir kölelikle yüklendiğini gözlemleriz. Kölelik üç boyutta da güçlü yaşatılır: İlkin ideolojik kölelik inşa edilir. Mitolojilerden korkutucu ve hükümran tanrılar inşa edilmesi, özellikle Sümer toplumunda çok çarpıcı ve anlaşılırdır. Zigguratın üst katı zihinlere hükmeden tanrı mekânı olarak düşünülür. Orta katlar rahiplerin politik yönetim karargâhlarıdır. En alt kat ise, her tür üretime koşturulan zanaatçı ve tarımcı çalışanların katı olarak hazırlanmıştır. Bu model günümüze kadar özde değişmemiş, sadece muazzam bir açılma-saçılma konumuna erişmiştir. Merkezi uygarlık sisteminin beş bin yıllık bu öyküsü gerçeğe en yakın tarih kurgusudur. Daha doğrusu, ampirik olarak gözlemlenen bir gerçekliktir. Zigguratı çözümlemek, merkezi uygarlık sistemini çözümlemektir; dolayısıyla günümüzün kapitalist dünya sistemini gerçek temeline oturtarak çözümlemektir. Sermaye ve iktidarın kümülâtif olarak sürekli gelişimi madalyonun bir yüzü iken, diğer yüzünde korkunç kölelik, açlık, yoksulluk ve sürüleşme vardır. Özgürlük sorununun bu denli çok büyümesi ve her çağın temel sorunu haline gelmesi, sistemin doğasındaki ikileminden ötürüdür. Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme, farklılaşma olarak tanımlamak toplumsal ahlak açıklamasında da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma, zımnen de olsa, bağrında hep zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür. Özgürlük ahlakın kaynağıdır. Ahlaka özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı da diyebiliriz. Eğer ahlaki seçim özgürlük kaynaklıysa, özgürlüğün zekâyla, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlaka toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek de daha anlaşılır oluyor. Teorik ahlaka etik denilmesi de ancak bu çerçevede anlam ifade edebilir. Toplumsal politikayla özgürlük bağlantısı da görünür bir durumdur. Toplumsal politika geliştirmeyen her toplumun, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine döneceğini, bedelinin kendisine fatura edileceğini bilmesi gerekir. Politik sanatın yüceliği bu anlamda karşımıza çıkar. Politikasını geliştiremeyen her toplum (klan, kabile, kavim, ulus, sınıf, hatta devlet ve iktidar aygıtları) kaybetmeye mahkûmdur. Demokratik toplumun bireysel özgürlüklerle kolektif özgürlükleri uyumlulaştırmada en elverişli zemin olduğu, 20. yüzyılın büyük yıkım getiren bireyci (vahşi liberalizm) ve kolektivist (firavun sosyalizmi) modellerinin denenmesinden sonra iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Demokratik toplumun bireysel ve kolektif özgürlükleri dengelemek kadar, farklılıkları esas alan eşitlik anlayışını gerçekleştirmede de en uygun toplumsal politik rejim olduğunu belirtmek mümkündür.
TOPLUMSAL SORUNLAR
Ġktidar ve Devlet Sorunu
Ulus-devlet, öz itibariyle toplumun devletle, devletin toplumla özdeşleşmesi olarak tanımlanabilir ki, faşizmin tanımı da budur. Doğal olarak ne devlet toplumlaşır, ne toplum devlet olabilir. Olsa olsa topyekûncu (totaliter) ideolojilerin savları böyle olabilir. Bu sloganların faşist niteliği bilinmektedir. Faşizm, bir devlet biçimi olarak, her zaman burjuva liberalizminin başköşesinde bir yere sahiptir. Bunalım dönemlerinin yönetim biçimidir. Bunalım bünyesel olduğundan, yönetim biçimi de bünyeseldir. Adı ulus-devlet yönetimidir. Finans kapital çağının bunalımının zirve yapmasıdır. Günümüzde küresel zirve yapan kapitalist tekelin devleti de en gerici zorba döneminde genel olarak faşisttir. Her ne kadar ulus-devletin çöküşünden bahsediliyorsa da, yerine inşa edilenin demokrasi olacağını iddia etmek safdillik olur. Belki de hem makro küresel, hem mikro yerel faşist siyasi oluşumlar gündemdedir Açık ki, iktidar ve devlet sorunu en ağır dönemlerinden birini daha yaşamaktadır. Ya demokratik devrim ya faşizm ikilemi gündemde en can alıcı önemini korumaktadır Finans-kapital tarihin en küresel döneminde zirve yaparken, bunalımı en çok azdıran sermaye kesimi rolündedir. Finans-sermaye tekelinin siyasi-askeri karşılığı, topluma karşı yoğunlaştırılmış savaştır. Kapitalist modernitenin en sanal sermaye tekeli olarak finans-kapital çağında, toplum tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dağılmayla karşı karşıyadır. Toplumun politik ve ahlaki dokusu paramparça edilmiştir. Yaşanan, soykırımdan da ağır bir toplumsal olgu olan „toplum kırımdır‟. Sanal sermayenin medya egemenliği, İkinci Dünya Savaşından daha ağır bir toplum kırımı yürüten silah konumundadır
Toplumun Ahlak ve Politika Sorunu
Toplumsal sorunların ilk bölümüne iktidar ve devleti boş yere almadık. Sorunların ana kaynağını oluşturması bunun temel nedenidir. Önce olanca ağırlığıyla toplumun üzerinde, 16. yüzyılla birlikte yoğun olarak içinde üslenen iktidar ve devlet ilişki ve aygıtlarının temel fonksiyonu, toplumu güçsüz ve savunmasız bırakarak tekel sömürüsüne hazır hale getirmektir. İktidar ve devletin rolünü böyle tanımlamak çok önemlidir. İktidar ve devlete sadece zor aygıtı ve ilişkilerinin toplamıdır demek ciddi eksiklikler taşır. En önemli rolünün toplumun güçsüz ve savunmasız bırakılması olduğu kanısındayım. Bu rolünü ise, toplumun „varoluş‟ araçları olan ahlaki ve politik dokulaşmasını sürekli zayıflatıp iş yapamaz, rolünü oynayamaz duruma düşürerek gerçekleştirirler. Toplum ahlak ve politika dediğimiz iki alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez. Tarih boyunca iktidar ve devlet aygıtları ve ilişkilerinin ilk elde toplumun ahlakı yerine „hukuk‟, politikası yerine „devlet‟ idaresi adlı kurumları yerleştirmesi bu nedenlerledir. Toplumu iki temel varlık stratejisi rolünü oynayan ahlak ve politika gücünden alıkoyma, yerine hukuk ve hükümranlık idaresini koyma, her dönemin temel iktidar ve devlet görevleridir. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik, sanatçılık (sanatın endüstrileşmesi, özellikle sporun) saptırmalarıyla sersemletilmeden, sadece devlet ve iktidar aygıt ve ilişkileriyle toplum bu denli düşürülemez; küresel sanal (finans-kapital, para-sermaye kastediliyor) şirketler, tarihsel tekeller, toplumu kendisi olmaktan çıkarıp toplum kırım uygularcasına bu denli sınır tanımaz sömürüye tabi tutamazlar.
Toplumun Zihniyet Sorunları
Toplumun öz zihniyeti kavram olarak iyi anlaşılmayı gerektirir. İnsanlık daha eline ilk taş ve sopayı aldığında bu işi düşünerek yapmıştır. İçgüdü değil, analitik düşüncenin ilk tohumları söz konusudur. Bir toplum ne kadar deneyim, dolayısıyla düşünce yoğunlaştırırsa, o denli yetenek ve güç kazanır. Kendini daha iyi besler, korur ve üretir Ahlak kolektif düşünce geleneğini temsil ederken, politikanın işlevi biraz daha farklıdır. Daha çok güncel kolektif işler üzerinde tartışmak ve kararlaşmak için düşünce gücünü gerektirir. Güncel yaratıcı düşünce politika için şarttır. Yine de kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlaka dayanmadan ne politik düşüncenin, ne de politikanın kendisinin yapılamayacağını toplum çok iyi bilmektedir. Politika günlük kolektif (toplumun ortak çıkarı) işler için kaçınılmaz bir eylem alanıdır. Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, sporculuk, sanatçılık ikonlarını sallarsan toplumu –pardon, sürüyü-, kitleyi dilediğin her hedefe taşıyabilirsin. Zihnin fethi hiçbir zorun başaramayacağı kadar toplumu bugünkü küresel finans-sermayesine açık hale getiren gelişmenin temelidir.
Toplumun Ekonomik Sorunları
Toplumsal doğanın anti-sermaye karakterini görmek kilit önemdedir Günümüzde çığ gibi büyüyen işsizliği sermayenin ucuz işçi, esnek işçi yaratmak için geliştirdiğini söylemek çok eksik bir değerlendirmedir. Gerçeğin bir yönü bu olmakla birlikte, asıl nedeni sermayenin toplumu kâr peşinde koşturan faaliyetlere bağlamasıdır. Kâr-sermaye için faaliyet kesinlikle toplumun temel ihtiyaçlarıyla örtüşmez. Eğer toplumun doyurulması için yapılan üretim kâr getirmiyorsa, toplumun açlık ve yoksulluktan kırılması -Nitekim günümüzde milyonlarca insan bu durumdadır. Sermayenin toplumun ana gövdesini giderek işsiz ve yoksul bırakması günlük, geçici politikalar nedeniyle değil, yapısal karakteri nedeniyledir. Çok ucuza çalışılmak istense de toplumdaki işsizliğin çözülemeyeceği, incelemeye gerek olmadan sıradan bir gözlemle rahatlıkla anlaşılabilir. Artık-değer üzerine kurulu kârlılık politikaları ve sistemi ortadan kalkmadan, toplumun işsizlikten ve yoksulluktan kurtulamayacağını bir kez daha iyi bilmek gerekir diyorum.
Toplumun Endüstriyalizm Sorunu
Endüstriyalizm, bir tekelci ideoloji ve aygıt olarak, toplumun en temel sorunlarındandır. Derinden sorgulanması gerekir. Sadece ortaya çıkardığı tehlikeler bunun için yeterlidir. Canavarın daha da büyüyüp kontrolden çıkması, sorgulanmasını ve hakkında alınması gereken tedbirleri geç ve anlamsız kılabilir. Toplumun kendisi olmaktan çıkmasını ve sanal toplum haline gelmesini engellemek için, bu canavarı tekellerin elinden alarak, önce ehlileştirip, sonra toplumun doğasına dost kılmanın tam zamanıdır. Endüstriyalizme karşı mücadele ederken, endüstriyel tekniğin tekelci ideolojik yapısı ve kullanımı ile toplumun genel çıkarlarıyla uyumlu yapı ve kullanım tarzını birbirinden ayrıştırmak, bu yönlü bilimsel çalışma ve ideolojik mücadelenin en önemli görevidir. Endüstriyalizm sanıldığından daha fazla ideolojik, militarist ve sınıfsal karakterdedir. İdeoloji olarak bilim ve tekniktir. Hatta bu yönlü kullanımda olan bilim ve tekniğin en tehlikeli boyutlarını temsil eder. Endüstri canavarı kendi başına ortaya çıkmış değildir. Hatırlayalım: İngiltere burjuvazisi adada, Avrupa‟da ve dünyada tarihi emperyalizm hamlesine girişirken, endüstriyalizmi hem örgütleyen hem de en kapsamlı ve hızlı kullanan sınıftı. Endüstriyalizm daha sonra sırasıyla tüm ülke burjuvazilerinin müşterek silahı olmuştur. Finans-ticaret-endüstri üçlüsü içinde en çok endüstri yüzyılları olan 19. ve 20. yüzyıllarda dünya çapında gerçekleşen burjuva egemenliği bu gerçeği açıkça kanıtlamaktadır.
Toplumun Ekolojik Sorunu
Genelde son beş bin yıllık, özelde son iki yüz yıllık tahribatlar, milyonlarca yılın evrim halkalarından binlercesini koparmayı daha kısa sayılabilecek bu zaman diliminde gerçekleştirmişlerdir. Kırılış reaksiyonu başlamıştır. Nasıl durdurulacağı kestirilememektedir. Atmosferdeki başta karbondioksit (CO2) oranı ve diğer gazların yarattığı kirlenmenin, mevcut haliyle ancak yüzlerce, hatta binlerce yıl temizlenemeyeceği öngörülmektedir. Bitki ve hayvan dünyasındaki yıkımların sonucu belki de tam anlamıyla ortaya çıkmış değildir. Ama en az atmosfer kadar S.O.S işareti verdiği açıktır. Denizler ve ırmakların kirliliği, çölleşme daha şimdiden felaket sınırlarına dayanmıştır. Tüm belirtiler kıyametin mevcut gidişatla doğal dengesizlik sonucu değil, bir kısım şebekeler halinde örgütlenmiş gruplar eliyle topluma yaşatılacağını göstermektedir. Elbette bu gidişata doğanın vereceği yanıtlar da olacaktır. Tekel egemenliğinin azami hegemonik çağında bilim, sanıldığının aksine ideolojik kuşatmayı en çok yaşayan ve sistemin hizmetine en iyi uyum sağlayan yapısıyla bu sorulara cevap veremezdi. Yapısı, hedefi ve tarzı sistemi meşrulaştırma amaçlı olarak ilan edilmiş, düzenlenmiş bilim, dinler kadar bile etkili olamadığını göstermiştir. Fakat ideolojik olmayan bilim olmadığını da anlamak gerekir. Önemli olan, hangi toplumun ve sınıfın ideolojisi olarak bilme ve bilim olduğunu fark edip ona göre konumunu belirlemektir. Ekoloji en yeni bilimlerden biri olarak bu çerçevede konumunu belirlerse, sadece çevrenin değil, toplumsal doğanın da idealli çözüm gücü olabilir.
Toplumsal Cinsiyetçilik, Aile, Kadın ve Nüfus Sorunu
Cinsiyetçiliğe, hiyerarşik çıkıştan beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından bağlantılıdır. Bütün arkeolojik, antropolojik ve güncel araştırma ve gözlemler, kadının otorite kaynağı olduğu dönemler olduğunu ve uzun süreye yayıldığını göstermektedir. Bu otorite artık-ürün üzerine kurulu iktidar otoritesi olmayıp, tersine verimlilik ve doğurganlıktan kaynaklanan ve toplumsal varoluşu güçlendiren bir otoritedir. Kadında etkisi daha fazla olan duygusal zekâ, bu varoluşla güçlü bağlara sahiptir. Cinsellikle iktidar ilişkisinin toplum içinde nasıl etkili olduğu çok açıktır. Günümüzde bile her erkeğin, kadın üzerinde „öldürme hakkı‟ dahil, sayısız hak sahibi olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bu „haklar‟ her gün uygulanırlar. İlişkiler ezici çoğunlukla taciz ve tecavüz karakterindedir. Aile bu toplumsal bağlamda erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir.
Uygarlık tarihinde aile denilen kurumun mevcut tarzıyla sürekli yetkinleşmesi, iktidar ve devlet aygıtlarına verdiği büyük güç nedeniyledir. Birincisi, aile erkek etrafında iktidarlaştırılarak devlet toplumunun hücresi kılınmaktadır. İkincisi, kadının sınırsız karşılıksız çalışması güvenceye alınmaktadır. Üçüncüsü, çocuk yetiştirip nüfus ihtiyacını karşılamaktadır. Dördüncüsü, rol modeli olarak tüm topluma kölelik, düşkünlük yaymaktadır. Aile bu içeriğiyle aslında bir ideolojidir.. Kadın ve aileyi mevcut haliyle uygarlık sisteminin, iktidar ve devletin altından çekin, geriye düzen adına çok az şey kalır. Fakat bu tarzın bedeli, kadının bitmeyen düşük yoğunlukta sürekli savaş hali altındaki acılı, yoksul, düşkün ve yenilgili var oluş tarzıdır. Adeta sermaye tekellerinin uygarlık tarihi boyunca toplum üzerinde sürdürdüklerine benzer, paralel ikinci bir tekel zinciri de kadın dünyası üzerindeki „erkek tekeli‟dir. Hem de en eski güçlü tekeli. Kadın varoluşunu en eski sömürge âlemi olarak değerlendirmek daha gerçekçi sonuçlara götürür. Nüfus sorunu cinsiyetçilik, aile ve kadınla yakından bağlantılıdır. Daha çok nüfus, daha çok sermaye demektir. „Ev kadınlığı‟ nüfus fabrikasıdır. Sisteme çok ihtiyaç duyduğu en değerli malları, „dölleri‟ üretme fabrikası da diyebiliriz. Maalesef tekelci egemenlik altında aile bu duruma sokulmuştur. Tüm zorluklar kadına çıkarılırken, malın değeri ise sisteme en değerli hediyedir. Artan nüfus en çok kadını mahveder. Hanedanlık ideolojisinde de böyledir. Modernitenin en gözde ideolojisi olarak ailecilik, hanedanlığın vardığı son aşamadır. Tüm bu hususlar fazlasıyla ulus-devletçiliğin ideolojisiyle de bütünleşmektedir. Daha çok ulus-devlet nüfusu, daha çok güç demektir. Demek ki, nüfus patlamasının altında sıkı sermaye ve erkek tekellerinin hayati çıkarları yatmaktadır. Hâlbuki köklü özgürlük, eşitlik ve demokratlık yüklü bir felsefeyle kadınla düzenlenecek yaşam ortaklığı; güzelliği, iyiliği ve doğruluğu en mükemmel düzeyde sağlayabilme yeteneğindedir. O halde feminizmden de öte, „jineoloji‟ (kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir.
Toplumun KentleĢme Sorunu
Asıl kentleşme bunalımı 19. yüzyıl sanayi devriminin, endüstriyalizmin eseri olarak ortaya çıktı. Bu tesadüf değildi; endüstriyalizmin anti-toplumsal doğasıyla ilgiliydi. Kentin ekolojik açıdan sorun teşkil eden en önemli yönü, çevreden kopuk bir diyalektiği yaşamasıdır. Köy çevreyle birebir yaşar. Her şeyiyle ona bağlıdır ve onun ürünü olduğunu bilir. Hayvan ve bitkileriyle adeta çevre diliyle konuşarak yaşamını sürdürür. Ortak bir dil, tarım dili oluşturulmuştu. Toplumun kuruluşu bu dilin ağır etkisini taşımaktaydı. Kentte durum tersinedir; kent giderek tarım ve çevreden kopar. Yeni bir dili, kent dilini geliştirir. Ayrı bir rasyonalitesi vardır. Çevre akıllılığıyla ilgisi giderek zayıflamaktadır. Ticaret, zanaat, sanayi, para işleriyle ilgili bir dildir kent dili. Bunların aklını, bilimini teşkil eder; bunlarca teşkil edilir. Dilin yeni diyalektiksel gelişimi böyledir. Açık ki, burada çelişkili, yabancılaşmayla yüklü bir dil ve zihniyet söz konusudur. Dönemin kentleşmesi eski kır toplumuyla onun yaygın klan, kabile, aşiret, kavim ve köy topluluklarını temsil eden lehçelerini ve kültürlerini içine alır. Kendine özgü bir bilim, sanat, din ve felsefe dili de oluşturmuştur. Sınıfsal açıdan aristokrasi ve ötekiler olarak iki ana kategori daha oluşmuştu. Şehircilik, bajarilik henüz kişilik kazanmamıştı. Genel toplumun bir uzantısı durumundaydı.19. ve 20. yüzyıl bu tarihsel dengeyi tamamen bozmuştur. Şüphesiz bu duruma birdenbire gelinmemişti. İtalyan yarımadasında 10.-16. yüzyıllarda kentin yeniden yükselişi (Venedik, Cenova, Floransa, Milano ve diğerleri), ticaret devriminin 13. yüzyılda İtalya yoluyla Avrupa‟ya taşınmasını ifade eder. İtalyan kentleri sürece öncülük ederler. Rönesans‟la tekrar Roma‟nın izinde büyümek isterler. Kent içinde ve kentler arasında çok şiddetli bir rekabet yaşanır. Yaşanan, uygarlığın yeni aşamasının öncülük kavgasıdır. Tüm eski yaşam adeta yeniden canlanır. Ama yeni koşullar onu dönüştürecektir. Roma taklitle yaratılamayacaktır. Ancak Roma‟nın silik kopyaları düzeyine erişilecekti. Merkezi krallık ve ulus-devlet deneyimi de başarıya ulaşmayacaktı. Ama İtalyan kentlerinin 10.-16. yüzyıllarda Avrupa uygarlığına Rönesans aracılığıyla önderlik ettikleri tartışmasızdır. Hem kilise olarak (ekümen Katolik) hem de laik, seküler eğilim olarak bu rol oynanmıştır. Asıl barbar (faşizm, soykırım, sınırsız kültür kırım, nihayet toplum kırım) kenttir. Eski barbarı (Göçmen kabilelerin barbar olduğuna hiç inanmıyorum) aratmayan her tür barbar kişi ve grup (spor fanatiğinden AIDS‟liye, çılgın partilerden içi boş müzik gruplarına, imhacı bürokrasiden piyasa vurguncularına, ahlakın hiçbir ilkesine bağlı olmayanlardan robotlaşmış olanlara kadar sanal, simülak hayalet çılgınları, medya keş toplum) artık kır merkezli değil kent merkezlidir, bizzat kentin kendisidir. Modern çağın Babil‟leri (Babil‟e yazık, çünkü yıkılana kadar hala soylu ve kutsaldı. Yozlaşma sınırlıydı) yaşanıyor. Sonunun nasıl geleceği kestirilemez. Ama gezegenimizin bu dünyayı (kendisine ihanet eden, dünya ekolojisini imha etmekte kararlı ucube dünya) taşıyamayacağını tüm bilimsel veriler göstermektedir. Tekrar kıra taşınsalar da, her yerlerine kadar hem de çok hastalıklılar. Kent toplumunun „toplum kırım‟ sınırında seyrettiğini çok iyi kavramak gerekir. Hiç şüphesiz kentin bu durumundan sınıfsal iktidar ve devletsel yapılar sorumludur. Müthiş kent rantı onları amansız barbar haline getirip, kent canavarlığını (yeni Levithan‟ı) yarattı. Bundan tümüyle kent halkının, toplumunun sorumlu tutulamayacağı açıktır. Ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Varoşlar, kentin „yeni Hıristiyanları‟ bir yol bulmak zorundalar. Yoksa Neron‟lardan daha tehlikeli binlerce Neron tarafından yakılmaktan beter halleri yaşamaya mahkûmlar. Sınırlı kalmış kent güzelliğini, ahlak ve aklını kurtarmayı düşünmek gerekir
Toplumun Sınıf ve Bürokrasi Sorunu
Toplumun bu iki kıskaçtan kaynaklanan sorunları günceldir. Adeta tüm tarihin „şimdisi‟dir. Hatta daha da ileri giderek, bu ikilinin toplumsal doğayı (geleneksel toplumu) ahtapot gibi kolları arasında tutup boğduğu ve erittiği de söylenebilir. Buradan çıkarılacak sonuç en bunalımlı kaotik bir sürecin yaşandığı, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikliğin ancak demokratik uygarlık yapılı bir sistemle mümkün olduğu, bunun da doğrultulmuş bilimle inşa etme mücadelesini gerektirdiğidir.
Toplumun Eğitim ve Sağlık Sorunları
Eğitim toplumun deneyimlerinin teorik ve pratik bilgiler halinde mensuplarına, özellikle gençlerine özümsetme çabası olarak tanımlanabilir. Eğitim hakkının kutsallığı varoluştan kaynaklanmaktadır. Hiçbir güç, başta anne-baba olmak üzere, toplumu kadar çocukları ve gençlerine ne yakın olabilir, ne de onlar kadar yakın olma gereğini duyar. Tarih boyunca uygarlıkların en büyük toplum
karşıtlıklarından biri, toplumu çocuklar ve gençlerden yoksun bırakma eylemidir. Bu eylemlerini iki yolla gerçekleştirirler: Ya büyüklerini imha ederek köleleştirir, ya da iktidar katında değerlendirmek için sözde eğitmek amacıyla alırlar. Böylelikle eğitim sorunu özünde toplumun ahlaki ve politik kurumlarını (dokularını) zorunlu kıldığı gibi, ahlak ve politikanın da esas olarak görevi toplumsal eğitimi gerçekleştirmektir. Toplumun sağlık sorunu da oldukça hassas bir konudur. Eğitim kadar önem taşır. Sağlığını kendi öz imkânlarıyla koruyamayan toplumun temeli, varoluş ve özgürlüğü ya tehdit altındadır veya tümüyle yitirilmiştir. Sağlık bağımlılığı genel bağımlılığın bir göstergesidir. Fiziki ve ruhi sağlık sorunlarını çözmüş bir toplumun özgürleşme imkânı elinde demektir. Sömürge toplumların yaygın hastalığı, yaşadıkları sömürge rejimiyle bağlantılıdır. Kendi sağlık kurumları ve uzmanlarını oluşturmak, toplumun temel hak ve görevi olarak görülmelidir. İktidar ve devletin bu görevi elinden alması ve tekelleştirmesi toplum sağlığına büyük darbedir. Sağlık hakkı mücadelesi kendine saygı ve özgürlüğü konusundaki hassasiyettir. Kapitalist modernite eğitim ve sağlığın ulus-devletleştirilme- sini yaşamsal saymaktadır. Toplumun varoluşsal, sağlıklı ve aydınlıklı gelişmesinin bağlı olduğu bu iki alan denetim altına alınmadan, üzerinde tekelci hâkimiyet inşa edilmeden, genel egemenlik ve sömürünün sürdürülmesi çok zordur. Sadece çıplak militarist zorla toplumun mülkleştirilemeyeceği bilindiğinden, eğitim ve sağlık üzerindeki denetim tekeller açısından olağanüstü önem taşır.
Toplumun Militarizm Sorunu
Askerileşme, militarizm sermaye ve iktidarın en keskin örgütlü kolu olduğuna göre, toplumu en çok hükmüne, kafesine kapatan kurum olması işinin doğası gereğidir. Militarizm genelde tüm tarih ve devletlerde topluma sızan, denetleyen, hükmeden güç olmasına rağmen, en çok orta sınıf (burjuvazi) çağında ulus-devlet tekelinde azami seviye kazanmıştır. Ulus-devlette ordu adına tüm toplumun resmen silahsızlandırılarak, tek silah tekelinin devlet-orduya geçmesi belirleyici özellik olarak karşımıza çıkar. Tarihin hiçbir döneminde burjuva sınıfının gerçekleştirdiği kadar toplum silahsızlandırılmamıştır. Bu çok önemli gerçeğin nedeni sömürünün yoğunlaşması, buna karşı büyük direnişlerin gelişmesidir. Tüm doğal toplum ve yazılı tarih boyunca çeşitli biçimleri içinde toplumlar uygarlığın militarist gelişimine karşı kendilerini yoğunca savunmuşlardır. Öz savunma denilen gelenek de binlerce yıllık gelişimi içinde çeşitli direnme, ayaklanma, gerilla, halk savunma orduları biçiminde kurumlaşmış ve büyük savunma savaşları vermiştir. Savunma savaşlarını elbette militarist tekel savaşlarıyla bir tutamayız. Aralarında mahiyet, öz farkı vardır. Birisi anti-toplumcu (sömürgeci, çürütücü, yok edici), diğeri toplumcu (toplumu koruyan, ahlaki ve politik yeteneklerini özgür kılan) karakterdedir. Demokratik uygarlık, öz savunmanın sistemleştirilmesi temelinde, toplumu merkezi uygarlıkçı militarizme karşı koruma ve savunmadır.
Toplumun BarıĢ ve Demokrasi Sorunu
Barışın gerçekleştirilmesi, ancak toplumların öz savunması, dolayısıyla ahlaki ve politik toplum karakteri korunur ve sağlama alınırsa gerçek anlamına kavuşabilir. Bunun dışındaki anlam yüklenimleri barışın tüm topluluklar, halklar adına bir tuzak olmaktan, savaş halinin örtük biçimler halinde sürdürülüp gitmesinden öteye bir ifade doğurmaz. Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır. Bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlaki ve politik kurumsal işleyişine rıza temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez. Bu üç koşulu biraz açarsak, birincisi, tarafların tümüyle silahsızlandırılması öngörülmemektedir. İddiaları ne olursa olsun, birbirlerine sadece silahlarla saldırmamayı ahdetmektedirler. Silahlı üstünlük peşinde koşulmamaktadır. Kendilerini güvenlik altında tutma haklarına ve olanaklarına saygılı olmayı kabul etmektedirler. İkincisi, bir tarafın nihai üstünlüğü söz konusu değildir. Belki silahların üstünlüğü altında sağlanan bir istikrar, sakinlik olabilir, ama bu durum barış olarak adlandırılamaz. Barış, hangi taraf (haklı-haksız) olursa olsun, üstünlük (silahla) sağlamadan savaşı durdurmayı karşılıklı olarak kabul etmeleri durumunda gündeme gelebilir. Üçüncüsü, taraflar sorunların çözümünde toplumların (yine konumları ne olursa olsun iki taraf, toplum veya iktidar) ahlaki (vicdan) ve politik kurumsal işleyişine saygılı olmayı kabul etmektedirler. Adına „politik çözüm‟ denen koşul bu çerçevede tanımlanmaktadır. Politik ve ahlaki çözüm ihtiva etmeyen bir ateşkes barış olarak yorumlanamaz.
DEMOKRATĠK UYGARLIĞIN TANIMI
Toplumsal doğanın var oluş halinin ve gelişiminin ahlaki ve politik toplum temelinde incelenmesini varsayan sosyal bilim okulunu, demokratik uygarlık sistemi olarak tanımlamak mümkündür. Temel birimimizi ahlaki ve politik toplum olarak belirlememiz, tarihsellik ve bütünsellik boyutlarını kapsaması açısından da önem taşımaktadır. Toplumun doğal hali olarak ahlaki ve politik topluma köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist etiketler, sıfatlar takmanın anlamı yoktur. Daha doğrusu, bu sıfatlar altında toplumları tanımlamak, toplum gerçekliğini perdelemek, toplumu unsurlara (sınıf, ekonomi, tekel) indirgemek anlamına gelecektir. Toplumsal gelişmenin teori ve pratiğinde bu kavramlar temelindeki çözüm anlatımlarında rastlanan tıkanıklık, özlerinde taşıdıkları yetersizlik ve yanlışlıktan kaynaklanmaktadır. Tarihsel materyalizme yakın duran bu sıfatlarla anılan tüm toplum analizleri bu duruma düştükten sonra, bilimsel değerleri hayli zayıf olan anlatımlar daha da çözümsüzdür. Dinsel boyutlu anlatımlar ahlakın önemini yoğunca anlatmalarına rağmen, politik boyutu çoktan devlete havale etmişlerdir. Burjuva liberal yaklaşımlar ise, ahlaki ve politik boyutlu toplumu sadece perdelemezler; aynı zamanda fırsat buldukları her noktada bu topluma karşı savaş açmaktan da çekinmezler. Bireycilik en az devlet ve iktidar kadar topluma karşı savaş halidir. Liberalizm, esas olarak toplumun güçsüzleştirilerek (ahlaksız ve politikasız toplum) bireyciliğin her tür saldırısına hazır kılınması anlamına gelir. Liberalizm en anti-toplumcu ideoloji ve
pratiktir. Artan büyük bunalımlar ve dünya savaşları pozitivist sosyolojiyi, liberal merkezi sağ ve sol kollarıyla birlikte iflas ettirmeye yetti. Toplum mühendisliğinin kendisi, çok eleştirdiği en sığ metafizik olarak otoriter, totaliter faşizmle gerçek kimliğini ortaya çıkardı. Frankfurt Okulu bu iflasın resmi belgesi gibidir. Anneles Ecole, 1968 gençlik başkaldırısı; başta I. Wallerstein‟ın kapitalist dünya-sistem anlayışı olmak üzere, çok sayıda postmodernist sosyolojik yaklaşımlara yol açtı. Ekolojik, feminist, görecilik, yeni solculuk ve dünya sistemi, çok sayıda parçalanmış bir sosyal bilimler dönemini de beraberinde getirdi. Şüphesiz bunda 1970‟ler sonrası finans kapitalin hegemonik karakter kazanması da önemli rol oynadı. Olumlu yanı, Avrupa merkezli düşünce hegemonyasının yıkılmasıydı. Olumsuzluğu ise, çok parçalanmış bir sosyal bilimin sakıncalarıydı.
Avrupa merkezli sosyolojiye yönelik eleĢtirileri özetlersek:
a- Dine ve metafiziğe yönelik pozitivist eleştiri ve yargılamaların kendileri de bir nevi din ve metafizik olmaktan öteye gidememişlerdir. Bunu yadırgamamak gerekir. İnsan kültürünün kendisi metafizik olmak durumundadır. Önemli olan, iyi ve kötü metafizik arasında ayrım yapmaktır.
b- Toplumu ilkel-modern, kapitalist-sosyalist, sanayi-tarım, ileri-geri, sınıflı-sınıfsız, devletli-devletsiz ikilemler halinde sunmak, toplumsal doğanın hakikate yakın tanımını daha çok perdeleme eğilimindedir. Bu tür ikilemler toplumsal hakikatten uzaklaştırırlar.
c- Toplumu yeniden yaratmak modern tanrıcılıktan başka anlam ifade etmez. Daha doğrusu, her yeniden yaratıcı hamlenin altında yeni bir sermaye ve iktidar-devlet tekeli yaratma eğilimi vardır. Ortaçağ tanrıcılığı nasıl mutlak monarşilerle (padişahlık, şehinşahlık, sultanlık) ideolojik bağ içindeyse, yeniden yaratım olarak modern toplum mühendisliği de esas olarak ulus-devletin tanrısal eğilimidir, ideolojisidir. Pozitivizm bu anlamda modern tanrıcılıktır.
d- Devrimler toplumu yeniden yaratma eylemleri olarak yorumlanamaz. Aksi halde pozitivist tanrıcılıktan kurtulamazlar. Toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırdıkları oranda toplumsal devrim olarak tanımlanabilirler.
e- Devrimcilerin görevi projelendirdikleri herhangi bir toplum modelini yaratmak olarak belirlenemez. Ancak ahlaki ve politik toplumun gelişimine yaptıkları katkı oranında doğru bir görev tanımlanmasını hak ederler.
f- Toplumsal Doğa‟ya uygulanacak yöntemler ve paradigmalar, Birinci Doğa‟ya ilişkin olanlarla aynılaştırılamaz. Birinci Doğa‟ya ilişkin evrenselci yaklaşım hakikate daha yakın sonuçlara (Ama mutlak hakikat diye bir şey düşünemiyorum) yol açarken, Toplumsal Doğa‟ya ilişkin görecilik gerçeğe daha yakın durur. Evren ne sonsuz evrenselci düz çizgisel anlatımla ne de sonsuz benzer dairesel döngülerle izah edilebilir.
g- Toplumsal hakikat rejimi daha da geliştirilebilecek eleştiriler temelinde yeniden düzenlenmeyi gerektirmektedir. Şüphesiz yeni bir tanrısal yaratımdan bahsetmiyorum. Ama insan aklının en yetkin özelliğinin hakikati arama ve inşa etme gücünde olduğuna da inanıyorum.
Bu eleĢtirilerin ıĢığında tanımlamak istediğim sosyal bilim sistematiğine iliĢkin Ģu önerileri sunuyorum:
(a) Toplumsal Doğa‟yı mitolojik, dinsel, metafizik ve bilimsel (pozitivizm) anlam örüntüleriyle katı evrenselci hakikat olarak sunmak yerine, süre ve mekân koşuluna bağlı zengin farklılıklarla temel evrensel varoluşların en esnek bir biçimi olarak anlamlandırmak, hakikate daha yakın sunumlara yol açar. Toplumsal Doğa‟nın niteliklerini iyi tanımadan yapılacak her yorum, sosyal bilim ve pratik değişim hamlesi ters tepmelere yol açabilir. Tanrısal yaklaşımlardan pozitivist yaklaşımlara kadar uygarlık tarihi boyunca geliştirilen anlatımlar sermaye ve iktidar tekellerinin zirve yapmasını engelleyememişlerse, köklü bir özeleştiriyle kendilerini daha insani bir yoruma uğratmaları, ahlaki ve politik topluma hizmet açısından vazgeçilmez görevleridir.
(b) Toplumsal Doğa‟nın hem tarihsel hem bütünlüklü anlamını veren, farklılaşma içinde birliğini temel varoluş özelliği olarak temsil eden ana unsuru ahlaki ve politik toplumdur. Toplumsal Doğa‟ya karakterini veren, farklılık içinde birliğini sürdüren, tarihselliğini ve ana bütünlüğünü ifade eden belirleyici unsur rolünü oynayan ahlaki ve politik toplum tanımıdır. Topluma ilişkin çok kullanılan ilkel, modern, feodal, köleci, kapitalist, sosyalist, sanayi, tarım, ticari, paracıl, devletli, uluslu, hegemon vb. nitelemelerin hiçbiri Toplumsal Doğa‟nın belirleyici niteliğini ifade etmez. Tersine perdeler ve parçalı bir anlam sonucunu doğurur ki, bu da topluma ilişkin hatalı teorik ve pratik yaklaşım ve gerçekleştirmelerin özünü oluşturur.
(c) Toplumu yenilemek, yeniden yaratmak gibi deyimler, ideolojik içeriği yanında yeni sermaye ve iktidar tekellerini oluşturma operasyonlarıdır. Uygarlık tarihi, bu yenilemelerin tarihi olarak kümülâtif sermaye ve iktidar birikim tarihidir. Topluma ilişkin tanrısal yaratımcılık yerine gerekli olan temel eylem, toplumun ahlaki ve politik dokusunun gelişimini ve işlevini yerine getirmesini engelleyen unsurlarla mücadele olmalıdır. Ahlaki ve politik boyutlarını özgürce çalıştıran toplum, gelişimini en iyi sürdürecek toplumdur.
(d) Devrimler ancak toplumun ahlaki ve politik işlevini özgürce sürdürmesi, yerine getirmesi katı biçimde engellendiği zaman başvurulacak toplumsal eylem biçimleridir. Devrimler yeni toplumlar, uluslar ve devletler yaratmak için değil, ancak ahlaki ve politik toplumu özgürce işlevine kavuşturmak için geliştirildiğinde toplumca meşru kabul edilebilir ve kabul edilmelidir.
(e) Devrimci kahramanlık ahlaki ve politik topluma yaptığı katkılarla anlam bulmalıdır. Bu anlamı taşımayan her tür eylem, çapı ve süresi ne olursa olsun, devrimci toplum kahramanlığı olarak tanımlanamaz. Toplumda bireylerin rolünü olumlu anlamda belirleyen, ahlaki ve politik toplumun gelişimindeki katkılarıdır.
(f) Bu ana özellikleri derinliğine araştırma ve inceleme konusu yaparak geliştirilmesi gereken sosyal bilim, ne evrenselci düz çizgisel ilerlemeciliği ne de sonsuz döngüsel tekilci göreliliği esas alabilir. Son tahlilde uygarlık tarihindeki sermaye ve iktidarın kümülâtif birikimlerini meşrulaştırmaya hizmet eden bu dogmatik kalıpsal yaklaşımlar yerine, analitik ve duygusal zekânın uyumunu ifade eden, katı öznellik ve nesnellik kalıplarını aşan, yok edici olmayan bir diyalektik yöntemi esas alan sosyal bilim geliştirilmelidir.
Paradigmatik ve ampirik (teorik ve pratik) olarak çerçevesini böylesi varsayımlar halinde sunabileceğimiz Demokratik Uygarlık Sistemi‟nin ana birimine ilişkin özellikleri bir kez daha ana başlıklar halinde sunarsak:
1- Ahlaki ve politik toplum, insan toplumunun başlangıcından bitimine kadar devamlı aranması gereken temel özelliğidir. Toplum esas olarak ahlaki ve politiktir.
2- Ahlaki ve politik toplum, kent-sınıf-devlet (daha önceleri hiyerarşik yapı) üçlüsü üzerinde yükselen uygarlık sistemlerinin karşı kutbunda yer alır.
3- Ahlaki ve politik toplum, toplumsal doğanın tarihi olarak demokratik uygarlık sistemiyle uyum içinde gelişir.
4- Ahlaki ve politik toplum, en özgür toplumdur.
Ahlaki ve politik doku ve organların çalışması kadar toplumu özgürleştiren, özgür tutan başka bir belirleyici dinamik söz konusu değildir. Devrimler ve kahramanların hiçbiri ahlaki ve politik boyut kadar toplumu özgürleştirme yeteneğinde olamaz. Kaldı ki, devrimler ve kahramanları ancak ahlaki ve politik topluma katkıda bulundukları oranda belirleyici rol oynayabilirler.
5- Ahlaki ve politik toplum, demokratik toplumdur. Demokrasi ancak açık ve özgür toplum olan ahlaki ve politik toplumun varoluşu temelinde anlam kazanabilir. Birey ve grupların özneleştikleri demokratik toplum, karşılık olarak ahlaki ve politik toplumu en çok geliştiren yönetim biçimidir. Daha doğrusu, politik toplumun işlevselliğine zaten demokrasi diyoruz. Gerçek anlamda politika ile demokrasi özdeş kavramlardır. Eğer özgürlük politikanın kendini ifade ettiği iklimsel alansa, demokrasi de bu alanda politikanın icra tarzıdır. Özgürlük, politika ve demokrasi üçlüsü, ahlaki temelden yoksun olamazlar. Ahlaka özgürlük, politika ve demokrasinin kurumsallaşmış geleneksel hali de diyebiliriz.
6- Ahlaki ve politik toplumlar sermaye, mülkiyet ve iktidarın her biçiminin resmi ifadesi olarak devletle karşılıklı diyalektik çelişki içindedirler. Devlet sürekli ahlak yerine hukuku, politika yerine bürokratik idareyi ikame etmek ister. Tarih boyunca devam eden bu çelişkinin iki ucunda resmi devletli uygarlıkla gayri resmi demokratik uygarlık sistematiği gelişir. İki ayrı anlam tipolojisi ortaya çıkar. Çelişkiler ya çok şiddetlenerek savaşa, ya da uzlaşmaya girerek barışa yol açabilir.
7- Barış, ahlaki ve politik toplum güçleriyle devletli tekel güçlerinin silahsız, öldürmesiz bir arada yaşama iradeleriyle mümkündür. Toplumun devleti, devletin toplumu yok etmesinden ziyade, demokratik uzlaşı denilen koşullu barış durumları tarihte yaşanan durumlardır. Tarih ne tümüyle ahlaki ve politik toplumun ifadesi olarak demokratik uygarlık, ne de tümüyle sınıflı ve devletli toplumun ifadesi olarak uygarlık sistemleri biçiminde yaşanır. İç içe yoğun ilişki ve çelişkilerle savaş ve barış durumlarının birbirlerini kovaladığı haller olarak yaşanır. En az beş bin yıldan beri süren bu durumu acil devrimlerle hemen ortadan kaldırmak ütopik olmakla birlikte, geçmişten beri süregelen akışı kader olarak benimseyip akış seyrine müdahale etmemek de doğru ahlaki ve politik durumlar olamaz. Sistemlerin mücadelesinin uzun süreceğini bilerek, ahlaki ve politik toplumun özgürlük ve demokratik alanını genişletecek stratejik ve taktik yaklaşımlar daha anlamlı ve sonuç alıcıdır.
8- Ahlaki ve politik toplumu birbirini takip eden komünal, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist sıfatlarla tanımlamak, açıklayıcı olmak yerine perdeleyici rol oynar. Şüphesiz köleci, feodal ve kapitalist sıfatlara ahlaki ve politik toplumda yer olmamakla birlikte, ilkeli uzlaşı içinde bu sıfatlara mesafeli, sınırlı ve kontrollü olarak yaklaşmak mümkündür. Önemli olan, ne onları yok etmek ne de onlar tarafından yutulmaktır; ahlaki ve politik toplumun üstünlüğüyle sürekli onların alan ve güçlerini sınırlandırmaktır. Komünal ve sosyalist sistemler demokratik oldukları oranda ahlaki ve politik toplumla özdeşleşebilirler. Devlet hali olarak özdeşleşme olamaz.
9- Ahlaki ve politik toplumun acil hedef olarak ulus-devlet olmak, bir dini tercih yapmak, demokrasi dışında rejim peşinde koşmak gibi hedefleri olamaz. Toplumun hedef ve niteliklerini belirleme hakkını ancak ahlaki ve politik toplumun özgür iradesi belirler. Güncel tartışma ve kararlar kadar, stratejik kararları da toplumun ahlaki ve politik irade ve ifadesi belirler. Esas olan, tartışmak ve karar gücü olabilmektir. Bu gücü elinde bulunduran toplum, tercihlerini en sağlıklı şekilde belirleyebilir. Hiçbir fert ve güç, ahlaki ve politik toplum adına karar alma yetkisinde değildir. Tanımı gereği demokratik uygarlığı hem bir düşünce sistematiği, düşünce birikimi, hem de ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğü olarak ifade ediyorum
Demokratik Uygarlığa Yöntemsel YaklaĢım
a- Sermayesiz ve iktidarsız toplum mümkündür, ama toplumsuz sermaye ve iktidar mümkün değildir.
b- Sermayesiz ekonomi mümkündür, ama ekonomisiz sermaye mümkün değildir.
c- Devletsiz toplum mümkündür, ama toplumsuz devlet mümkün değildir.
d- Kapitalistsiz, feodalsiz, efendisiz toplum mümkündür; ama toplumsuz kapitalist, feodal ve efendi mümkün değildir.
e- Sınıfsız toplum mümkündür, ama toplumsuz sınıf mümkün değildir.
f- Şehirsiz köy-tarım mümkündür, ama köy ve tarımsız şehir mümkün değildir.
g- Hukuksuz toplum mümkündür, ama ahlaksız toplum mümkün değildir.
h- Kendi çalıp kendi oynayan kişi misali toplumu politikasız ve ahlaksız duruma düşürmek mümkündür. Ama o zaman toplum yeni Leviathan (ulus-devlet faşizmi) tarafından parçalanıp yutulmaktadır ki, toplumun ve insanın ölüm anı da böyle seyirlik olmaktadır. Soykırımın gerçekleştirildiği andır bu an. Michel Foucault‟nun insanın ölümünü ilan ettiği andır bu an. Friedrich Nietzsche‟nin toplumun ve insanın iğdişleştirilip cüceleştirildiğini, karıncalaştırıldığını söylediği, sürü ve kitle olarak ilan ettiği andır bu an. Toplumun M. Weber‟in „demir kafesi‟ne kapatıldığı andır bu an! Demokratik uygarlık paradigması bu anda devreye girmek durumunda ve zorundadır:
1- Tarım ve köy olmadan toplum sürdürülemeyeceğine göre, resmi uygarlık tarihi boyunca hep sömürü ve baskı konusu olmuş bu toplum kesiminin tarih boyunca gösterdiği direniş ancak politik toplum haline dönüşmesiyle kendi amacına kavuşabilir.
2- Sermaye ve iktidar tekellerinin üsleri olmadan kent mümkündür. Uygarlık tarihi boyunca sömürü ve baskının üsleri rolüne zorlanan kentin gerçek kurtuluşu, politik kent toplumu haline geliş ve demokratik yönetimle mümkündür. Tarihte çok zengin olan kentlerin demokratik ve konfederalist yönetimi daha da geliştirilerek, kanserolojik yapılar yığını olmaktan kurtarılabilir.
3- Ekonomi üzerine kurulu sermaye ve iktidar tekelleri daraltılıp ortadan kaldırılıncaya kadar ne ekonomik bunalımlar ne sorunlar tükenebilir. Başta işsizlik, açlık ve yoksulluk olmak üzere, çevre tahribatı, her tür gereksiz sınıflaşma, sosyal hastalıklar ve savaşların temel nedeni, sermaye ve iktidar gruplarının toplumsal artık-değer üzerinde pay kapma ve paylarını arttırma mücadelesidir. Toplumsal doğa tüm bu sorunlar ve hastalıklara karşı esnek zarla donatılmıştır ki, sermaye ve iktidar aygıtlarının sınırlandırılması halinde bile başarılı olabilir. Tarih eğer ekonomik ve sınıfsal açıdan yazılıp okunacaksa, ancak bu paradigma ile gerçek anlamına kavuşabilir.
4- Sermaye ve iktidar tekeli olmadan toplumun doğal hali, ahlaki ve politik toplumdur. Tüm insan toplumu doğuşundan sönüşüne kadar bu niteliği yaşamak durumundadır. Köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplum kalıpları toplumsal doğaya giydirilmek istenen elbise misali gerçeği ifade etmezler. Böyle iddialar olabilir, ama böyle toplumlar yoktur. Toplumun esas hali ahlaki ve politik olup, tarih boyunca sermaye ve iktidar tekelleriyle hep sıkıştırıldıklarından, sömürüldüklerinden, sömürgeleştirildiklerinden ötürü tam gelişme imkânı bulamamışlardır.
5- Demokratik siyasetin temel görevi, ahlaki ve politik toplumu özgür temellerde kendi işlevine kavuşturmak olabilir. Böylesine işlevsel olabilen toplumlar açık, şeffaf demokratik toplumlardır. Demokratik toplum ne kadar gelişmişse, ahlaki ve politik toplum da o denli işlevsel olabilecektir. Demokratik siyaset sanatı bu tür toplumları sürekli işlevsel kılmaktan sorumludur. Toplumları „toplum mühendisliği‟nce yaratmak demokratik siyasetin görevi değildir. Bu tür mühendislik liberalizmin sermaye ve iktidar tekeli oluşturma faaliyetidir.
6- Tarih boyunca uygarlık adına kurulan tüm krallıklar, imparatorluklar, cumhuriyetler, kent ve ulus-devletler tek ve toplu olarak, uzlaşmış ve rekabetçi halleriyle, hegemonik ve eşit duruşlarıyla özünde sermayenin iktidarlaşmış, devletleşmiş biçimleridir. Ahlaki ve politik toplumun hedefi hiçbir zaman bu tür tekeller haline gelmek olamaz. Ancak onlardan ya bağımsız ya da koşullu barış içinde uzlaşma halinde yaşayabilir. Bu durumlarda demokratik uygarlıkla resmi iktidar uygarlıkları çeşitli biçimler altında uzlaşabilirler. Barış süreçleri bu koşullu uzlaşmalara dayandığından, diğer tüm tarih zamanları ya toplumların içinde ya üstünde sürekli savaş hali içindedir.
7- Toplum sürekli tekelci sömürü savaşlarına (içinde ve dışında) dayanmak durumunda olmadığından, çeşitli biçimler altında kendi demokratik uygarlığını (hem tarım-köy zemininde, hem kentin emekçileri içinde) geliştirmek durumundadır. Tarih sadece iktidar ve devletler yığınının (en insanlık dışı ve köhne yapılar ve savaşların aracı) toplamı olmayıp, ondan katbekat (her zaman toplumsal doğanın yüzde doksanın üstündeki varlığı) daha fazla demokratik uygarlık örnekleriyle doludur. Tüm aile, kabile ve aşiret sistemleri, konfederasyonları, kent demokrasileri (Bilindiği kadarıyla en çarpıcı örnek Atina‟dır) ve demokratik konfederalizmleri, manastırlar, tekkeler, komünler, eşitlikçi partiler, sivil toplumlar, tarikatlar, mezhepler, iktidarlaşmamış din ve felsefe toplulukları, kadın dayanışmaları, yazıya geçirilmemiş sayısız dayanışmacı cemaat ve meclisleri vb. devasa toplumsal gruplar demokratik uygarlığın hanesine kaydedilmelidir. Ne yazık ki, bu toplulukların tarihi sistemlice yazılmamıştır. Hâlbuki gerçek insancıl tarih bu grupların sistematik ifadesi olabilir.
8- Resmi iktidar uygarlıkları sermaye ve silah tekelleriyle ideolojik hegemonyayı iç içe sürdürdüklerinden, demokratik uygarlığın ideolojisi hep zayıf ve sistemsiz kalmıştır. İktidarlarca sürekli bastırılmış ve saptırılmışlar, çoğunlukla yok edilmişlerdir. Nice bilge, bilim, felsefe, din, mezhep ve sanatçı teslim olmadıklarında, özgür vicdanın sesini dinlediklerinde en ağır cezaya çarptırılmış ve susturulmuşlardır. Bunun tarihinin yazılmamış olması olmadığı anlamında değildir. Demokratik uygarlığı sistematik bir tarihsel-toplum ifadesine kavuşturmak başta gelen entelektüel görevlerimizdendir.
9- Dünya kapitalist sistemin son dört yüz yılındaki tüm ideolojik, idari, askeri, ekonomik, iktidar tekeli olarak ulus-devlet uygarlık sistemine karşılık, demokratik uygarlığın kent demokrasisi (İtalya‟da) ve konfederasyonları (Almanya‟da), köylü isyanları ve komünleri, işçi isyanları ve komünleri (Paris Komünü), reel sosyalizm deneyleri (dünyanın üçte birinde), ulusal kurtuluş süreçleri (devlet ve iktidar olmayan halleri), çok sayıda demokratik partiler, sivil toplumlar, en son ekolojik ve feminist hareketler, tüm demokratik gençlik hareketleri, sanat festivalleri ve iktidar amaçlamayan yeni dinsel hareketlere kadar uzanan geniş yelpaze içinde yer alan hareketlerin, tam bütünleşmemiş de olsa, küçümsenmemesi gereken bir sistematiği vardır.
10- Günümüz ulus-devlet sistematiği ağır sorunlar yaşasa ve çatlaklıkları her gün artsa da, halen ulusal, bölgesel ve küresel alanda en güçlü sistematiğe sahiptir. Ulus-devletler (sayıları iki yüz‟ü aşıyor), bölgesel birlikler (başta Avrupa Birliği, ABD-Kanada-Meksika, Güneydoğu Asya) ve küresel BM (Birleşmiş Milletler) ile temsil edilmesine karşılık, demokratik uygarlık sisteminin Dünya Sosyal Forumu gibi gevşek ve formsuz, devlet ve iktidar olmayan çeşitli emekçi ve halk birlikleri çok yetersizdirler. Yetersizlik ideolojik ve yapısal temeldedir. Bu yetersizliği gidermek için Dünya Demokratik Konfederalizmi, bölgesel ve yerel ulusal demokratik konfederasyonlar, bunların parti ve sivil toplum aygıtları geliştirilmek durumundadır.
Demokratik Uygarlığın Unsurları
a-Klanlar: Toplumun ana hücresi olarak klanların insan türünün uzun yaşam macerasında ömrünün yüzde 98‟ini kapsadığını belirtmiştik. İşaret dili kullanan, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen 25-30 kişilik bu gruplar için yaşam gerçekten zordu. Yabani hayvanlara yem olmamak, sağlıklı besin bulmak çok zordu. İklim bazen çok soğuyordu. Dört önemli buzul dönemi yaşanmıştı. Atalarımız deyip geçmemek gerekir. Onların büyük çabası olmasaydı bizler olamazdık
b- AileAile eleştirisi önemlidir. Ancak eleştiri temelinde demokratik toplumun ana unsuru olabilir. Sadece kadını değil (feminizm), tüm aileyi iktidarın hücresi olarak çözümlemeden, demokratik uygarlık ideali ve uygulaması en önemli unsurundan mahrum kalır. Aile aşılacak bir toplumsal kurum değildir. Fakat dönüştürülebilir. Hiyerarşiden kalma kadın ve çocuklar üzerindeki mülkiyet iddiası terk edilmeli, eş ilişkilerinde sermaye (her türü) ve iktidar ilişkileri rol oynamamalıdır. Cinsin sürdürülmesi gibi güdüsel yaklaşım aşılmalıdır. Erkek-kadın birlikteliği için en ideal yaklaşım, ahlaki ve politik topluma bağlı özgürlük felsefesini esas alanıdır.
c- Kabile ve Aşiretler: Kabilenin komünalliğe yakın bir yaşamı vardır. Ahlaki ve politik toplumun en güçlü yaşandığı toplum biçimlenişidir. Her zaman klasik uygarlıkların amansız düşmanları olarak görünmeleri, ahlaki ve politik toplum özellikleriyle bağlantılıdır. Ayrıca fethedilmeleri mümkün olmazdı. Ya yok olurlardı ya özgür kalırlardı. Fakat zamanla yozlaştıkları görülmüştür. İçindeki işbirlikçiler aile içinde olduğu gibi kabile içinde de olumsuz rolleri hep oynamışlardır. Yine de göçebeliği hep ön planda olan kabileler tarihin gerçek yapıcı güçlerindendir. Köle, serf, işçi hiçbir zaman kabilenin tarihsel direniş, isyancı ve özgür halini yaşamamış, efendilerin (istisnaları dışında) ağırlıklı olarak en sadık bendeleri olmuşlardır. Belki de tarihe sınıf savaşı yerine kabile direniş savaşı olarak bakılsaydı, çok daha gerçekçi yaklaşılmış olunurdu. Kabilenin rolünün küçük görülmesi, bazen olumsuz sayılması, hiç rol verilmemesi uygarlık tarihi yapıcılarının en önemli çarpıtmalarındandır. Aşiretler, kabile topluluklarının bir nevi federasyonu olarak daha da önem taşımışlardır. Varlıklarını büyük oranda köleci uygarlıkların saldırıları karşısında kazanmışlardır. Yok, olmamak için birleşme ve direnme ihtiyacı aşiret örgütlenmesini doğurmuştur. Askeri ve politik örgütlenmesi hızla gerçekleşen toplum biçimlenişidir. Kendiliğinden bir ordu ve politika gücüdür. Zihniyet ve örgütsel birlik esastır. Uzun bir tarihsel geçmişi ve kültürü beraberlerinde taşırlar. Ulus kültürlerinin ana kaynağı durumundadır. Üretime katkıları da küçümsenemez. Kolektif toplumsal yapıları karşılıklı yardımlaşmayı esas kılar. Komünal ruh güçlüdür. Ulusal karakterin yapıcı unsurlarındandır. İşbirlikçilik geliştiğinde daha tehlikeli olabilir. Uygarlık tarihçilerinin tüm gözden düşürme çabalarına rağmen, tarihin temel motor güçlerindendir. Demokratik uygarlık tarihi büyük oranda kabile ve aşiretlerin özgürlük, demokrasi ve eşitlik için uygarlık saldırılarına karşı direniş, isyan ve ahlaki-politik toplum yaşamında ısrarlı tutumlarının tarihidir. Toplumlara asıl rengini veren yine kabile ve aşiret yapılarıdır. Ulus-devletin bir etnik grubun ağırlığında tüm aşiret ve kabile kültürlerini tasfiye etmesi tam bir kültürel soykırım olmuştur. Topluma yönelik bu büyük soykırım biraz gevşese de, halen en önemli tehdittir
d- Kavim ve Uluslar
Kavim, ulusun bir nevi kimlik malzemesidir. Yakınçağla birlikte iki yoldan uluslaştıkları görülür. Resmi uygarlığın kavim asabiyetini modern milliyetçiliğe dönüştürüp devlet, burjuvazi ve kentin yeni toplum şeklini devlet-ulusu olarak belirlemeye çalıştığı görülür. Hâkim bir etnik grup temel çekirdek rolünü oynar. Ona ait kimlik tüm ulusa mal edilir. Hatta kimlikleri çok farklı kabile, aşiret, kavim ve uluslar zorla bu etnik grubun dil ve kültürü içinde eritilmeye tabi tutulur. „Vahşi uluslaştırma‟ denen yol budur. Tarihin en büyük kültür katliamı bu resmi uygarlık yaklaşımıyla tüm uluslarda binlerce kabile, aşiret, kavim ve ulusun tüm dil ve kültürleri üzerinde yürütülmüştür. Demokratik uygarlığın tarih ve sistem yapılanması olarak en çok üzerinde durulması gereken unsurların başında bu tip kavim ve uluslar gelmektedir. Uluslaşma, ahlaki ve politik toplum kapsamındaki aynı veya benzer dil ve kültür gruplarının demokratik siyaset temelinde demokratik topluma dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Uluslaşmada tüm kabile, aşiret, kavim, hatta aileler ahlaki ve politik toplum birimi olarak yer alırlar. Kendi dil, lehçe ve kültür zenginliklerini yeni ulusa aktarırlar. Yeni ulusta kesinlikle bir etnik grubun, mezhebin, inancın, ideolojinin egemenliğine damga vurmasına yer yoktur. En zengin sentez, gönüllüce gerçekleştirilenidir. Hatta birçok farklı dil ve kültür grupları bile aynı demokratik siyaset aracılığıyla demokratik toplumlar olarak ortaklaşa ulusların üst birimi halinde, ulusların ulusu kimliğinde yaşayabilirler. Toplumsal doğaya uygun olan da bu yoldur
e- Köy ve Kent Unsurları: Kent-sınıf-devlet üçlüsüne „uygarlık‟ yaftası vurulması tam bir ironidir. Gerçek toplumsal doğa çizgisinde yaşayan topluluklara „vahşi‟, „barbar‟ denmesi ise yavuz hırsız misalini hatırlatır. Gerçek barbarlık ve vahşet, toplumsal doğanın talanı ve tahribidir ki, bunu yapan kent-sınıf-devlet üçlüsünün ittifakından, yekvücut halli kentinden ileri gelmektedir. İdeolojik hegemonyanın gerçekleri tersyüz ederek göstermesinin önemini bir kez daha bu ironik durumda net olarak görebilmekteyiz. İdeoloji, hem hakikate yaklaştırmada hem de uzaklaştırmada tarih boyunca önemini sürdürmüştür, sürdürmektedir. Demokratik uygarlık sistematiğinde köy ve kentin uyumsal birliği, ideolojik ve yapısal olarak temel önemi haizdir. Toplumsal doğa ancak bu uyum temelinde varoluşunu güvence altında sürdürebilir.
f- Zihniyet ve Ekonomik Unsurları: Demokratik uygarlığın ekonomik temeli, toplumsal artık-değer üzerine kurulu sermaye tekelleriyle daimi çelişki içindedir. Tarım, ticaret ve endüstrinin gelişiminde temel toplumsal ihtiyaçlar ve ekolojik unsurlar dikkate alınmak kaydıyla özgürce her tür faaliyetlerine açıktır. Tekel kârı dışındaki kazancı meşru sayar. Pazara karşı değildir; tersine, sunduğu özgür ortam nedeniyle gerçek bir serbest pazar ekonomisidir. Pazarın yaratıcı rekabetçi rolünü inkâr etmez. Karşı olunan, spekülatif kazanç yöntemleridir. Mülkiyet sorununda ölçü verimliliktir. Mülki olarak tekelin rolü her zaman verimlilikle çelişir. Ne aşırı bireysel mülkiyetçilik ne devlet mülkiyetçiliği demokratik uygarlığın kapsamındadır. Marksist ekonomi fena halde bir burjuva ekonomidir. Büyük bir özeleştiriye ihtiyacı vardır. “Ekonomi konusunu tarihsel toplumun ahlaki ve politik ana eylemi olarak düşünüp, gerekirse bir soyutlama ve bilim haline getirmek mümkün olabilir. Ama Avrupa merkezli ekonomi-politiği bilim olarak düşünmek, belki de Sümer mitolojisinden sonra en sömürge bir ikinci mitolojiye aklın tutsak olması demektir. Radikal bir bilimsel devrim bu alan için hayati rol oynayacaktır. Zihniyet unsuru sanıldığı kadar ekonomiden uzak bir üstyapı değildir. Zaten benzeri alt-üst ayrımları toplumsal doğayı anlama sürecini daha da karıştırmaktadır. Toplumsal doğanın kendisi doğa zekâsının en yoğun olduğu varoluştur. Ayrı zihniyet unsurlarını düşünmek belki abes karşılanabilir. Ama bilimin tarihsel-toplumdan koparılıp resmi uygarlığın hizmetine koşturulması ve iktidar için en verimli güç kaynağı rolüne düşürülmesi, demokratik uygarlık yaşamının zihniyet ve yapılanmasını gözden geçirmeyi önemli kılmaktadır. Demokratik uygarlığın toplumsal doğayla uyumu zihnin gelişiminde de kendini yansıtır. Klanların en çocuksu zihni bile doğayla canlı bağlılıklarının farkındaydı. „Ölü doğa‟ imajı, doğadan giderek kopan uygarlık zihniyetinin bir ihaneti, yakıştırmasıdır. Bugünkü küresel finans çağının „para‟da gördüğü canlılığı, tanrılığı diğer hiçbir doğa oluşunda görmediğini dikkate alırsak, doğa canlılığı ve kutsallığı konusunda ileride olan günümüz tekelciliği değil, klan gerçekliğidir. Kabile, aşiret, kavim ve demokratik ulusal yapılanmalar canlı bir zihniyetin varlık alanları olmuşlardır. Zekâ ve yapı, yaşamla bağ içindir. Analitik ve duygusal zekâ ancak demokratik uygarlık sisteminde diyalektik birliğine kavuşabilir.
g– Demokratik Siyaset ve Öz savunma Unsurları:
Demokratik ortamın varlığına, politik toplumun siyaset yapılanmasına genel olarak demokratik siyaset demek mümkündür. Demokratik siyaset sadece bir tarz değil, kurum bütünlüğünü de ifade eder. Partiler, gruplar, meclisler, medya, miting vb. birçok kurumlaşma olmasa, demokratik siyaset pratiği gelişmez. Kurumların asıl rolü tartışma ve karar almadır. Toplumun tüm ortak işlerinde tartışma ve karar alma olmadan yaşam yürümez. Sonuç ya kaos ya da diktatörlükle sonuçlanır. Demokratik olmayan toplumun kaderi hep böyledir. Kaosla diktatörlük uçları arasında sallandırılıp dururlar. Böylesi ortamlarda ahlaki ve politik toplumun gelişmesi düşünülemez. O halde politik mücadelenin, yani demokratik siyasetin öncelikli hedefi, demokratik toplumun oluşumu ve bu çerçevede ortak işlerin tartışma ve kararla en iyi hal yoluna konulmasıdır. Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Daha doğrusu, kendini savunamayan toplumun ahlaki ve politik vasfı anlamını kaybeder. Toplum ya sömürgeleşmiştir, eriyip çürümektedir; ya da direniştedir, ahlaki ve politik vasfını yeniden kazanmak ve işlerliğe kavuşturmak istemektedir. Öz savunma, bu sürecin adıdır. Kendisi olmakta ısrar eden, sömürgeleşme ve her türlü tek taraflı dayatıcı bağımlılıkları reddeden toplum, bu tutumunu ancak öz savunma olanakları ve kurumlarıyla geliştirebilir. Öz savunma sadece dıştan tehlikelere karşı oluşmaz. Toplumun iç yapılanmalarında da çelişki ve gerginlik her zaman mümkündür. Demokratik toplum olmada ve varlığını sürdürmede en az sermaye ve iktidar tekellerinin saldırılarını ve sömürülerini sınırlandıracak ölçüde öz savunma yapılanmasını ve eylemliliğini oluşturup hazır, işler halde tutmak şarttır.
4-KAPĠTALĠST MODERNĠTEYE KARġI DEMOKRATĠK MODERNĠTE
Avrupa kapitalist tekelciliği (uygarlığın yeni hegemonik merkezi ve biçimi olarak) 16. yüzyılda yükselirken, benzer bir çaba olmadan egemen olmayı başaramayacağının açıkça farkındadır. Tarihte ilk defa o döneme kadar kendini toplumun yarıklarında, dehlizlerinde saklamış para-sermaye (tarım, ticaret ve bizzat iktidar aygıtı olarak sermayeden farklı bir sermaye biçimi), hegemonik güç olarak toplumun üstünde ve giderek tüm gözeneklerinde yükselmek durumundadır. Hıristiyan kökenli (dolayısıyla Ortadoğu Sümer kökenli) teolojiden gelme Francis ve Roger Bacon‟la Rene Descartes‟in yeni metot arayışları bu maddi hegemonik çıkışla yakından bağlantılıdır. Gerek yöntemsel, gerek içerik olarak peşinde oldukları „hakikat‟, sermayenin bu yeni türüyle hegemonik yükselişte ortaktır. Kapitalist tekel hegemonyasını sağlamlaştırdıkça, ideolojik hegemonyası da bununla iç içe kendini sağlamlaştırmakta ve kalıcı kılmaktadır. Yeni metot, felsefe ve bilim devrimleri ancak bu maddi koşulun dönüştürücü etkisiyle bilimsel izahını bulabilir. Şüphesiz her şeyi kapitalizme bağlamak körlüğe yol açar. Böylesi bir yaklaşım oyuna gelmek ve en kaba indirgemeciliğe düşmek olur. Ama aralarındaki bağın önemi göz ardı edildiğinde hakikat araştırmaları sakat kalır, metafizik anlatımlar içinde değerini yitirir. Anthony Giddens, kapitalist modernitenin, diğer tüm modernitelerden farkını ortaya koyarken, hakikati açıklamada kısmen katkıda bulunmaktadır. Açık ki, İngiliz hegemonyacılığının çocuğu olarak, Giddens‟ın bu konumunu kavramak mümkündür. Biricik olduklarını iddia etmek, her çağdaş aydının ülkesine, ulus-devletine (yeni tanrılık) „borcu‟, ibadeti gibidir. Kapitalist moderniteyi üçlü ayaküstüne oturtması öğreticidir. Gerçi moderniteyi bir üst kategori olarak kapitalizmle ayrıştırmaktadır. Bunu yaparken içine girdiği tutum, açık ki sosyal bilim yöntemine hâkim olan „tekilci‟ zihniyettir. Başka bir tip moderniteye şans tanımak istememektedir. Modernite olursa tek olur; aynı dönemde iki tür modernite olmaz! İşte bu husus sağıyla, soluyla ve tüm ortasıyla sosyal bilim ekollerine hâkim olan ortak zihniyettir. Başta K. Marks olmak üzere bütün sol aydınlar, modernitenin tekliğinden, Avrupa türünden şüphe etmiyorlardı. Orta ve sağ aydın kesimler, liberal aydınlar ise, gerçeğin son sözü (Ortaçağ İslam‟ındaki „son peygamber‟ söylemine ne de çok benziyor!) olduklarından emindiler. Ancak postmodernite döneminde farklı söylemler kendini yeni göstermeye başlamıştır. Şüphesiz Nietzsche‟nin modernite eleştirisi önemlidir. Dinselliğin modernite eleştirileri ise, ancak kendi moderniteleri (yeniçağın arkasında kalan eskiçağ) açısından anlam taşır. Michel Foucault‟nun modernitenin insan ölümüyle sonuçlandığı ideası önemli olmakla birlikte yetersizdir. Reel sosyalizm ise, farklı idealarına rağmen, hiçbir zaman farklı bir modernite olmayı ne teorik ne pratik sorun olarak yaşadı. Reel sosyalizmin resmi çevreleri sıkça yeni bir medeniyet olduklarını idea ederken, bununla kalkınmayı ve her alanda kapitalizmle yarışmayı kastediyorlardı. Kapitalist modernitenin temel kalıplarına ve dayanaklarına (endüstriyalizm, ulus-devlet, özel kapitalist yerine devlet kapitalizmi) kapitalizmden daha yakın olduklarını düşünmüşler ve onlarla öne geçmeyi baş görev belirlemişlerdi. Başta Rusya ve Çin deneyimi olmak üzere reel sosyalizm deneyimleri gerçekten kapitalist modernitenin taze kanı olduklarını kanıtlamakta gecikmediler. Tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin biricik amaçları, başarının zirvesi olarak görünen hâkim moderniteyi bir an önce yakalamak ve böylece mutlu yaşamı gerçekleştirmekti. Kurgu ve pratik böyledir. Bundan çok az şüphe duyulmaktadır. Hâlbuki son dört yüzyılın hâkim modernitesi olarak kapsam ve biçimi eleştirildiğinde, beş bin yıllık uygarlık çağlarının (modernitelerinin) sadece en son biçimi olduğu anlaşılmakla kalmayacak; birbirlerine etle tırnak misali bağımlı olduklarını ve zincirleme değişik halkalardan oluştuklarını görüp çözümlemek de zor olmayacaktır. Gerek bu ciltle gerek önceki iki ciltle yapmaya çalıştığım şey bu tekli evrensel modernite anlayışını yıkmaktır. Yıkmak derken, alternatifinin daima beraberinde olduğunu, tüm bastırma ve örtbas etme çabalarına rağmen arzı endam ettiğini, diyalektik ikilemin karşı ucu olarak tüm kapsamı ve biçimleriyle varoluşunu sürdürdüğünü kanıtlamaya çalıştım. Demokratik uygarlık (uygarlık, çağ kelimesinin öz Türkçe karşılığıdır ve modernite anlamına gelmektedir) ad olarak belki yetersiz olabilir; çok sayıda eleştiri gerektirebilir. Ama toplumun tarihsel-toplum niteliğini (Fernand Braudel‟in konuya ilişkin yaklaşımı cesaret vericiydi) dikkate aldığımda, klan toplumundan aşiret, kabile, kavim, köy, dinsel cemaat vb. topluluklarına kadar tarihi adeta taşıran hareketlerini aynı uygarlıkçı (şehir-devlet-sınıf) yaklaşımlar içinde basit „barbar‟ veya „dinsel gerilik‟ olarak adlandırmaya ne gönlüm ne zihnim asla razı olamıyordu. Diyalektiğin hep yok edici kutuplar olarak işlemediğini iyice fark ettikten sonra, genel
evrensel oluşumda gözlemlendiği gibi, tarihsel-toplumun da yok edici olmayan (ara sıra olabilen, ama daimi olmayan) diyalektiksel gelişiminde uygarlığın tekçi değil, ikilemsel bir süreç olduğunu tespit etmem zor olmadı.
Modernitenin Endüstriyalizm Boyutu ve Demokratik Modernite
Endüstriyalizm endüstrinin ideolojik mahiyet kazanmasını ifade eder. Tarım ve köyün aleyhine gelişen, ayrıca geleneksel şehir zanaatçılığını da karşısına alan endüstricilik, günümüze doğru gelişiminde başta ekolojik felaketler olmak üzere modernitenin tüm hastalıklarının kökeninde yatar. Elbette endüstricilik sermaye tekellerinin ideolojisidir. 18. yüzyıl sonlarında ellerinde büyük miktarlara ulaşan para-sermayenin kulanım alanları (geleneksel halleriyle) daralınca sanayiye yönelmeleri, kâr oranlarının düşmesini önleme, hatta daha da yükseltme eğiliminden (kâr kanunu) kaynaklanmıştır. Özellikle dokuma sanayi böyledir. Mekanik üretim yeni enerji kaynaklarıyla (kömür-buhar-elektrik) buluşunca patlama gösteren üretim bir anda kâr oranlarını azamiye çıkardı. Ulus-devlet olgusu ve aralarındaki şiddetli rekabet de bu yeni kâr oranlarıyla ilgilidir. Sanayileşme yani endüstriyalizm her şeyin önüne geçti. Kendisi ulus-devletin en kutsal inancı oldu. Toplumsal doğa olarak insanlık, modernitenin benzersizliği olarak çoktan bu endüstriyalizmin gerçek mahşeri tehdidi altına girmiştir. Uç veren felaketler tehlikenin işaret fişekleridir. Bunda kâr kanunu adı verilen sermayenin sürekli birikme ve büyüme arzusunun ne denli toplum karşıtlığıyla özdeş olduğu çok açıktır. Toplum doğasına sürekli birikim kanununu dayatmak, toplum kırımın ta kendisidir. Maddi ve kültürel soykırımlar bu sürecin ilk adımları olmuştur. Tedbir alınmazsa dosdoğru mahşere gidildiği, aklı başında ve biraz vicdanı olan her bilim insanının vardığı bir ortak sonuçtur. Demokratik modernite tüm bu deneyimlerin ışığında, kapitalist moderniteyi ona özgü sorunlarıyla birlikte kapsamlı çözümleme ve yanıtlarla karşıladığında ancak anlam ifade edebilir. Tarih ve güncellik, sanıldığının aksine, uygarlık güçlerinin mutlak hâkimiyet sahası değildir. Tarih böyle olduğuna dair propaganda yüklüdür. Yazılan her tarih gerçek olmadığı gibi, günümüz modernitesi için sosyal bilimin söylediği her şey de gerçek değildir; büyük oranda ideolojik hegemonyanın şaşırtma, körleştirme, dogmalaştırma retoriğidir.
Ulus-Devlet, Modernite ve Demokratik Konfederalizm
Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik tamamen dinsel bir öze büründürülmüştür. Ulus-devlet ne kadar kapitalist modernist ise, milliyetçilik de o denli modernist dindir. Pozitivist felsefenin toplumsal dini olarak hazırlanmıştır. Yurtseverliği, toplumsal doğa olarak, ulus toplumunun zıddı olarak düşünmek gerekir. Milliyetçilik bu anlamda en anti-ulus ideolojidir. Demokratik bir olgu olan ulusu milliyetçilikle kapitalist ideolojik hegemonya altına almak suretiyle sömürü tekellerine en büyük hizmeti yapar. Bütün ulusu ardına kadar ittifak halindeki (ticaret, sanayi, finans ve iktidar tekelleri) tekellerin ortak mülkü ve sömürgesi haline getirir. Özellikle bu işlevini en pozitivist millici din kisvesi altında yerine getirir. Ulus-devlet dini olarak milliyetçilik, bu yönüyle çelişik gibi görünse de, temelde aynı olan iki fenomen (olgu) halinde kendini gösterir. Bunlardan birincisi, „üniter devlet‟ tanrısallığı biçimindedir. Ulus içinde tek tanrı devleti olarak çok hassastır. Uluslararası alanda bu tek tanrı biçimi kendini Süper Hegemon olarak yansıtır (Süper Hegemon ABD Başkanı G. W. Bush‟un kendisinin tanrı adına görevlendirildiğini söylemesi bunun kanıtıdır). Süper Hegemon, Hegel‟in deyişiyle (Gerçi kendi dönemindeki Napolyon ve Fransa için söylemişti) „yeryüzüne inmiş tanrının yürüyüş hail‟dir. İkincisi, her ulus-devlet, tanrı olarak Süper Hegemonun ulus putudur. Bu biçimde kendini çoğaltması, birliğinin parçalanması ve çok tanrılı bir sisteme geçiş anlamına gelmez; put olarak çoğaltılması anlamına gelir. Bunun felsefedeki kaynağı pozitivizmdir. Ulus-devletin ikinci sıradaki eklektik ideolojisi pozitivist bilimciliktir. Milliyetçiliğe en yakın ideolojik kaynaktır. İkisi birbirinden beslenir. Kurucusu Auguste Comte, pozitivizmi seküler evrensel din olarak bizzat inşa etmek istemişti. Marksizm kadar tutunamadı. Yine de laisizmin temel dini konumundadır. Nietzsche, çok yerinde olarak, karşıtı olduğunu idea etmesine rağmen pozitivizmi en kaba vulger metafizik olarak değerlendirirken, önemli bir tespitte bulunmuş oluyor. Modernitenin gözde ideolojik varyasyonlarından (türevlerinden) biri olarak, sosyal bilimi en çok saptıran, körleştiren, putlaştıran hegemonik ideoloji konumundadır. Bilim gibi pozitivizm (bilimcilik) de en kaba olguculuk felsefesidir. Olgu, gerçeğin görüntüsüdür; pozitivizmde ise gerçeğin kendisidir. Olgu olmayan hiçbir şey gerçek değildir. Kuantum fiziği, astronomi ve biyolojiden, hatta düşüncenin öz olarak kendisinden biliyoruz ki, gerçek, azami olarak göze görünen olayların ötesindeki âlemlerde cereyan eder. Gözlemlenen ve gözleyen ilişkisinde gerçek (hakikat) en sırlı bir mahiyete bürünmüştür ki, hiçbir fiziki ölçeğe ve tarife sığmama noktasındadır. Pozitivizm bu derinliğin inkârı olarak, en çok ilkçağdaki putçuluğa (paganizm) benzemektedir. Put bir olgu olarak görünüm kazandığı için paganizm ile pozitivizm arasındaki ortak bağı yansıtır. Bu nedenle ulus-devlet içinde milliyetçi dinle yıkanmış bütün zihinler, dünyayı basit görüngülerden (fenomenlerden) ibaret sanarak, bir nevi tapınma olarak algılarlar. Tüketim toplumunun „nesneye‟ düşkünlüğü, bu tapınmanın kendisidir. Bu yönüyle tüketim toplumunun ulus-devlet ortamının bir ürünü olarak şekillenmesi son derece önemli ve anlaşılırdır. Böylelikle bir yandan toplumun tüm bireyleri, meta tutsağı (Ulus-devlet ile tüketim toplumunda meta tamamen putlaşmıştır) aşırı tüketici olarak kapitalist tekellere aşırı kâr fırsatı sunarlar; diğer yandan bir nevi din görünümünü kazanan tüketicilikle esir alınmış toplum, en uysal, asimile edilmiş ve en kolay yönetilir toplum durumuna getirilir. Korkunç milliyetçi, slogancı zihne kapılmış toplum bu gerçeği çok açıkça ifade eder. Üçüncü önemli ideolojik form toplumsal cinsiyetçiliktir. Cinsiyetçilik tarih boyunca da uygarlık sistemlerinin en çok kullandığı (ahlaki ve politik topluma karşı) silah olmuştur. Kadının çok amaçlı sömürgeleştirilmesi bunun en çarpıcı örnek anlatımıdır. Zürriyet üretir, ücretsiz işçidir, en kahırlı işlerin sahibidir, en uysal köledir. Cinsel arzunun süreklileştirilmiş nesnesi durumundadır. Reklâm aracıdır. En değerli metadır, metaların kraliçesidir. Erkeğin sürekli tecavüz aracı olarak iktidarını gerçekleştiren fabrikası görünümündedir. Güzellik, ses (süs) nesnesi olarak, erkek egemen toplumun manevi olarak da sürdürücüsüdür. Kadın tüm bu yönleriyle erkek toplumun içindeki konumuna azami olarak ulus-devlet yapısı içinde kavuşur. İlahe olarak ulus-devlet toplumundaki imge kadın (ortak kadın kimliği, tasavvuru), görünüşte bir tapını malzemesidir. Fakat „ilahe‟ sıfatı burada en aşağılaştırılmış, genelevlik anlamındadır. İlahe olarak kadın, en
hakarete uğramış ve alçaltılmış kadındır. Ulus-devlet toplumundaki cinsiyetçilik bir yandan erkeği azami iktidarlaştırırken, (Her egemen erkek cinsel ilişkiyi, örtük olarak “Fahişenin işini bitirdim”, “becerdim” anlamında beynine işler), kadın şahsında toplumu en dipteki sömürge haline dönüştürür. Bu anlamda kadın ulus-devlette en geliştirilmiş, tarihsel-toplumun sömürge ulusu konumundadır! Demokratik modernite, modern ulus-devletin evrenselci, düz, ilerlemeci ve kesinlikçi (olasılıklar ve alternatiflere kapalı yöntem anlayışı) yöntemle çizdiği yolda gerçekleştirmek istediği homojen (tek tipli) insan, sürü ve kitle toplumuna çoğulcu, olasılıkçı, alternatiflere açık ve demokratik toplumu görünür kılan yöntemlerle cevap verir. Farklı siyasi oluşumlara açık, çok kültürlü, tekelleşmeye kapalı, ekolojik, feminist ve temel toplumsal ihtiyaçlara cevap veren, topluluk tasarrufuna dayalı ekonomik yapısıyla alternatifini geliştirir. Kapitalist modernitenin ulus-devletine karşı, demokratik modernitenin siyasi alternatifi Demokratik Konfederalizmdir.
Demokratik Konfederalizm:
a- Farklı ve çok katmanlı siyasi oluşumlara açıktır. Yatay ve dikey farklı siyasi oluşumlar mevcut toplumun karmaşık yapısı nedeniyle zorunludur. Merkezi, yerel ve bölgesel siyasi oluşumları denge içinde bir arada tutar. Her biri somut koşullara cevap verdiğinden, çoğulcu siyasi yapı, toplumsal problemlerin en doğru çözüm yollarını bulmaya daha yakındır. Kültürel, etnik, ulusal kimliklerin kendilerini siyasi oluşumlarla ifade etmeleri en doğal haklarıdır. Daha doğrusu, ahlaki ve politik toplumun gereğidir. İster ulus-devlet, ister cumhuriyet, ister burjuva demokrasileri biçimlerinde olsun, devlet gelenekleriyle ilkesel uzlaşmalara açıktır. İlkeli barış temelinde bir arada yaşayabilir.
b- Ahlaki ve politik topluma dayanır. Kapitalist, sosyalist, feodal, endüstriyalist, tüketimci, toplum mühendislerine dayalı benzer şablonist proje toplum çabalarını kapitalist tekellerin kapsamında görür. Bu tip toplum özünde yoktur, propagandası vardır. Toplumlar esas olarak politik ve ahlakidir. Ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri tekeller toplumun bu temel doğasını kemirerek artı-değer, hatta toplumsal haraç peşinde koşan aygıtlardır. Kendi başlarına bir değerleri yoktur. Devrim bile yeni toplum yaratamaz. Devrimler ancak toplumun aşındırılan, kadük bırakılan ahlaki ve politik dokusunu asıl işlevine kavuşturmak için başvurulan operasyonlar olarak olumlu rol oynayabilirler. Gerisini ahlaki ve politik toplumun özgür iradesi belirler.
c- Demokratik siyasete dayanır. Ulus-devletin katı merkezli, düz çizgili, bürokratik yönetim ve idare anlayışına karşılık, tüm toplumsal gruplar ve kültürel kimliklerin kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler. Çeşitli düzeylerde atamayla değil, seçimle başa gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl olan meclisli, tartışmalı karar yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî koordinasyon kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup ve kültürün bünyesine uygun, çok yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan kurullar demetiyle toplumsal işlerin demokratik yönetimi ve denetimi gerçekleştirilir.
d- Öz savunmaya dayanır. Askeri tekel olarak değil, toplumun iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların sıkı kontrolü altında öz savunma birlikleri temel güçtür. Görevleri, ahlaki ve politik toplumun özgür ve farklılıklar temelinde eşitlikçi karar yapısı olarak, demokratik siyaset iradesini geçerli kılmaktır. İçten ve dıştan bu iradeyi boşa çıkaran, engelleyen, yok eden güçlerin müdahalesini etkisiz kılmaktır. Birliklerin komuta yapısı hem demokratik siyaset organlarının, hem de birlik üyelerinin çifte denetiminde olup, gerek görülürse karşılıklı öneri ve onaylamalarla rahatlıkla değiştirilebilir.
e- Genelde hegemonyacılığa, özelde ideolojik hegemonyacılığa yer yoktur. Hegemonik ilke klasik uygarlıklarda geçerlidir. Demokratik uygarlıklarda ve modernitede hegemonik güçlere ve ideolojilere hoşgörüyle bakılmaz. Farklı ifade ve demokratik yönetim sınırlarını aşınca, özyönetim ve ifade özgürlüğüyle etkisiz kılınırlar. Toplum işlerinin kolektif yönetiminde karşılıklı anlayış, farklı önerilere saygı ve demokratik karar esaslarına bağlılık şarttır. Bu konuda genel klasik uygarlık ve kapitalist modernite yönetim anlayışıyla ulus-devletin anlayışı çakışmasına rağmen, demokratik uygarlık ve modernitenin yönetim anlayışlarıyla aralarında büyük farklar ve aykırılıklar vardır. Farklar ve aykırılıklarının temelinde bürokratik, keyfi yönetimle demokratik ahlaki yönetim tarzı yatar. İdeolojik hegemonya söz konusu olamaz. Çoğulculuk, farklı görüş ve ideolojiler arasında da geçerlidir. Yönetimin kendini ideolojik kamuflajla güçlendirmesine ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla milliyetçi, dinci, pozitivist bilimci, cinsiyetçi ideolojilere ihtiyaç duymadığı gibi, hegemonya kurmaya da karşıdır. Toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmadıkça, hegemonya peşinde koşmadıkça, her görüş, düşünce ve inanç serbestçe ifade edilme hakkına sahiptir.
f- Süper hegemonik güç denetimindeki ulus-devletlerin BM‟li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal Birliği‟nden yanadır. Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu‟nda birleştirmek, daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır.
Demokratik Modernitenin Boyutları
a-Ahlaki ve Politik Toplum Boyutu(Demokratik Toplum)
Politik toplumu sınıfsal toplumlarla karşılaştırdığımızda en doğru tanımlama, kendisinin sınıflaştırmaya karşı sürekli direnmesidir. Kendini en az sınıfsallaştıran toplum en iyi toplumdur. Politik mücadelenin başarısı kendini sınıflaştırmaya uğratmayarak belirlenebilir. Başarılı bir politik mücadele ancak kendi toplumunu sınıflaştırmayarak, dolayısıyla kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak kanıtlanabilir. Gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunun yaşandığı toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek ciddi bir yanılgıdır. Kendini iktidar ve devlet zorunun (İç veya dış, milli veya gayri milli olması bu anlamda pek önemli değildir) altına ya hiç sokmamış veya sert mücadeleyle belirlenen bir uzlaşma sonucu karşılıklı rızaya dayanan bir iktidar ve devlet tanınması politik toplum için idealdir. Kapitalist modernite politik toplumun en daraltıldığı ve işlevsizleştirildiği son uygarlık aşamasıdır. Bu hususun iyi kavranması gerekir. İdeolojik hegemonya olarak liberalizme göre politik mücadele, hatta demokratik siyaset kendi döneminde son derece gelişkindir. Yüzeyden bakıldığında doğru görünen bu idea, özde tersini ifade eder. Ahlaki ve politik toplumun tarihte bireycilik ve tekelciliğin azami geliştirilmesi sonucunda en işlevsiz halini
yaşadığı dönemdir. Azami iktidar olarak ulus-devlet, azami politik olmayan toplumdur. Ulus-devlet öylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplum ulus-devlet ve küreselleşen şirketler içinde adeta eritilmiştir. Michel Foucault bu noktada toplumun savunulmasını özgürlüğün temeli olarak görür. Toplumun yitirilmesini (aşırı bireycilik ve tekeller tarafından, modernitenin ta kendisi olarak) sadece özgürlüğü değil, insanın da yitirilmesi olarak değerlendirir. Demokratik modernite bu anlamda toplum savunulduğu oranda özgürlüğün de kazanılmasında tek çıkış yoludur. Demokratik siyasetle kendini (bireyciliğe, ulus-devlete ve tekellere karşı) savunan toplum, politik dokusunu işlevselleştirerek kendini modern demokratik topluma dönüştürür. Modern demokratik toplum ise, kendi tüm toplumsal işleri üzerinde hem düşünen, söyleyen, hem de kendini kararlaştırarak eyleme geçiren toplum olarak farklılaşmayı, çok kültürlülüğü, bu temelde eşitliği yaşamsallaştırarak üstünlüğünü kanıtlar. Böylelikle demokratik modernite sınıfsal mücadeleyi doğru temelde vermekle kalmıyor; yeni bir iktidar veya devletle kendi toplumunu (reel sosyalizmin tarihsel trajik yanlışı) boğmuyor, bu tarihsel tuzağa düşmüyor. Ne kadar iktidarlaşır ve devletleşirse sınıfsallığın da o oranda geliştiğinin, dolayısıyla sınıfsal mücadelenin kaybedildiğinin farkındadır. Bu farkında olmayı temel özelliklerinden biri olarak belirleyebilmelidir.
b- Ekolojik Endüstriyel Toplum Boyutu
Genelde uygarlık tekelleri özelde kapitalist tekeller (tarım, ticaret, finans, iktidar ve ulus-devlet aygıtları) tarih boyunca tüm ekonomik çarpıtmaların, bunalımların, sorunların, açlık ve yoksullukların, çevre felaketlerinin temel etkenidir. Bu temel etken üzerinde ayrıca her tür sosyal-siyasal sınıflaşmalar, iktidarlar, aşırı kentleşmeler (bunlara dayalı tüm hastalıklar), ideolojik saptırmalar (her tür dinsel, metafizik ve bilimci dogmalar), çirkinlikler (sanatın çarpıtılması) ve kötülükler (ahlaki yoksulluk ve bozulmalar) yükselir. Kapitalist modernitenin son dört yüz yılı bu saptamalara ilişkin sayısız örnek sunmaktadır. Marksist ekonomi-politik de dahil, modernitenin ekonomi anlayışı, sınıfsal bakış açısından (burjuvazinin hegemonik bakış açısı) kurtulamamışlardır. Demokratik modernitenin ekonomik boyutunda kullanım ve değişim değerlerinin endüstriyel ve ekolojiksel bütünlüğü esastır. Ekoloji ile bağını yitiren endüstrinin makineleşmiş (sürekli çevreyi yiyerek imha eden) bir canavardan farkı yoktur. Yine temel ihtiyaçlar ekonomisiyle bağını yitiren bir endüstrinin kâr amacından başka bir değeri yoktur. Eko-endüstri bu gerekçelerle temel ilke durumundadır. Tüm ekonomik faaliyetlerin bağlı olması gereken ana ilkedir. Bu durumda ekonomik eylem gerçek anlamını bulur; işsizlik, fazla ve eksik üretim, az ve çok gelişmiş ülke ve bölgeler, köy-kent zıtlığı, sınıf uçurumları, ekonomik bunalım ve savaşların toplumsal zemini de ortadan kalkmış olur. İşsizlik tamamen kâr amaçlı ekonomik yapılanma çarpıklığının bir sonucudur. Demokratik modernitenin ekonomik boyutunda bu çarpıklığa yer yoktur. İşsizlik en insanlık dışı bir toplumsal durumdur. Fazla ve eksik üretim de yine kâr amaçlı ekonomik yapının çarpıklığının sonucudur. Temel ihtiyaçlar dururken ve endüstri bu kadar gelişmişken, ne eksik üretimin, ne fazladan üretimin bir anlamı vardır. İklimsel, doğal koşullar dışında insan eliyle eksik ve fazla üretimin en az işsizlik kadar insanlık dışı bir durumu ifade ettiğini önemle belirtmek durumundayım. Tarihsel-toplum boyunca bir uyumun ve işbölümünün üzerine kurulu köy-kent ilişkilerinin gittikçe derinleşen çelişkilere dönüşmeleri ve dengenin köy-tarım toplumunun aleyhine bozulması, yine temelde ekonominin kâr amaçlı düzenlemelere tabi tutulmasıyla bağlantılıdır. Kent ve köyün, tarım, zanaat ve endüstrinin birbirlerini beslemeye dayalı ilişkilerinin yerini birbirlerini tasfiye eden ilişkilere bırakması, azami kâr kanununun vahim sonuçlarından bir başkasıdır. Köy ve tarım toplumu adeta tasfiyenin eşiğine getirilirken, kent ve endüstri kanserolojik bir büyüme sürecine girmiştir. Sadece ekonomi değil, tarihsel-toplumun kendisi tasfiye ile yüz yüze bırakılmıştır. Azami kâr kanununa dayalı ekonominin bu yönlü çarpıtmalara uğratılması beraberinde sınıflaşmayı ve politik çatışmayı getirmiş; yerel, ulusal ve uluslararası her tür savaşa yol açmıştır. Uygarlık anlatılarında sanki insanlığın kaderiymiş gibi sunulan tüm bu olumsuzlukların temelinde, açık ki ekonominin ekonomi karşıtı kapitalist bireycilik ve tekelcilik tarafından sömürgeleştirilmesi ve talanı yatmaktadır. Demokratik modernite ekonomiyi bu karşı eğilimlerden kurtarmakla kalmaz. Daha gelişmiş koşullarla işsizliği ve yoksulluğu tanımayan, fazla ve eksik üretime yer vermeyen, az ve çok gelişmiş ülke ve bölge farklılıklarını asgariye indiren, köy-kent çelişkisini birbirini besleyen ilişkilere dönüştüren bir sistematiğe sahiptir. Kendi sistematiği içerisinde toplumsal ve ekonomik farklılıklar sınıfsal sömürü boyutlarına taşınmaz. Sınıfsal gelişmeler derinleşmez. Bunalım ve savaş nedeni olabilecek ekonomik sömürü ve sosyal çelişkiler boyutlanmaz. Endüstriyalizm ve kentleşmenin sadece köy ve tarımı değil, gerçek, yaşanır boyutlu kent ve endüstri faaliyetlerini yutmasına da demokratik modernite sistemi izin vermez. Bunun mekanizması demokratik modernitenin temel boyutlarında bütünsellik halinde verilidir. Tüm topluluklar ekonomik faaliyetlerinde ahlaki ve politik boyutla bağlantılı olarak, ekolojik ve endüstriyel unsurları bütünlük içinde ele alır. Bunlar birbirlerine kopmaz bağlarla bağlantılıdır. Bireycilik ve tekelciliğin parçalayıcı pençelerine bir şey bırakılmaz. Eko-ekonomi ve eko-endüstri, tüm toplumsal faaliyetlerde göz önünde tutulur. Bu temelde sadece çevreyi yeniden onarma ve tarımı canlandırma, köyü en sağlıklı çevreye sahip yaşam alanına çevirme projeleri bile tek başına tüm işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırma potansiyeline sahiptir. İşsizlik insanın doğasına aykırıdır. Bu kadar gelişmiş bir zekâya sahip insanoğlunun, kızının işsiz kalması, ancak insanın zoraki eli ile mümkündür ve nitekim öyle olmaktadır. Bir karıncanın bile işsiz görünmediği doğa, nasıl en gelişmiş varoluşunu işsiz ve çaresiz bıraksın? İnsan pratiğinin harika ürünü olan teknoloji ve ona dayalı endüstri çağında nasıl yoksulluk kader olsun? Açık ki, gerekli olan, sistemik yapısal dönüşümdür. Demokratik modernitenin hem tarihsel hem güncel gerçekliği, insanı kendi pratiğine, emeğine yabancılaştırmayan özelliktedir. Endüstri devrimi, bu pratiğin en büyük aşamalarından biri olarak, toplum ve ekonomisi için bir zaferdir. Sorun kapitalist modernitenin bu eşi görülmemiş zaferi daha başından itibaren kendi kâr kanununun hizmetine koymasıdır. Bunun için eşi görülmemiş bir bireycilik ve tekelcilik (ticari, sınaî, finans, iktidar ve ulus-devlet) inşa ederek, tarihsel toplumu tasfiyenin eşiğine getirmesidir. Demokratik modernite bir anlamda bu çarpık modernite anlayış ve uygulamalarında sistematik ve yapısal devrimin adıdır. Eko-endüstri bu devrimin en temel boyutlarından biridir. Yalnız başına bu gerekçe bile demokratik modernitenin hayatiyetini kanıtlar. Ekonomi tarih boyunca hep hassas bir konu olarak ahlaki ve politik toplumun baş kaygısını teşkil etmiştir. İşin ucunda kıtlık, açlık, ölüm gibi toplumu topyekûn tehdit eden olgular vardır. Birikim gibi kâr da hiçbir zaman toplumlarca meşru kabul
edilmemiş, hep kötülüklerin, hırsızlıkların kaynağı olarak görülmüş ve fırsat bulundukça müsadere edilmekten çekinilmemiştir. Böyle bir amaca bağlı olarak ekonominin inşa edilemeyeceği çok açıktır. Zaten açıklandığı gibi, özü gereği ekonomi karşıtı bir faaliyet için ekonomiden bahsetmek çelişkinin ta kendisidir. Bu çelişkiden kurtulmanın yegâne yolu eko-topluluk ekonomisidir. Binlerce eko-toplum koşullar gereği bir ekonomik birim olarak kendini örgütleyebilir. Tarımda aileler tarafından parçalana parçalana birim özelliğini kaybetmiş toprakların, eko-endüstri ilkesi de göz önüne alınarak yeniden örgütlenmesi, çoktan ivedilik kazanmış bir sorundur. Tarımda eko-toplulukların oluşturulması demokratik modernitenin en esaslı ekonomik ilkelerinden biridir. Bununla bağlantılı olarak serflik ve kölelikten kalma çiftlik anlayışları da gerçekliğini yitirmiştir. Ekolojik ölçekte tarım birlikleri oluşturularak gerçekleştirilecek eko-topluluklar köy modernitesinin de temelidir. Yani köy veya modern köy bir eko-topluluk olarak, ekolojik ölçekli ekonomik birimler olarak varoluşunu yeniden kazanabilir. Şehirlerde de benzer eko-topluluklar oluşturulabilir. Ekoloji eksenli kent planlamasında ekonomi, genel bütünlüğün bir parçası olarak düzenlenir. Tıpkı kenti yutan bürokrasi olmaması gerektiği gibi, kenti yutan ekonomi de olamaz. Her kentin doğasına uygun ekonomik faaliyetler, kâr amaçlı olmayan, şehir halkının işsizliğini, yoksulluğunu ortadan kaldırmayı hedefleyen, optimal büyüklükte birimler olarak örgütlenir. Nüfus yapı ve yeteneklerine uygun olarak bu birimlere dağıtılabilir. Belki de sosyalist planlı bir ekonomiden bahsediyoruz gibi gelebilir. Fakat bahsettiğimiz model farklıdır. Bu modelin merkezi planlama ve kumanda ekonomisiyle alakası olmadığı gibi, vahşi, kâr amaçlı, ekonomi dışı sözde ekonomik şirketlerle de alakası yoktur. Yerel ahlaki ve politik toplumun karar ve eylemini gerçekleştirdiği bir yapıdır. Elbette ulusal, bölgesel, hatta uluslararası koşulları göz önüne getiren bir koordinasyon her zaman gereklidir. Ama bu, kararın ve eylemin yerel toplumun inisiyatifinde olmasını ortadan kaldırmaz. Tekrarlamalıyım ki, ekonomi teknik bir altyapı sorunu değildir; toplumların temel varoluş yapısı olarak toplumun tümünün görüş, tartışma, karar ve örgütsel eylemiyle, çalışmasıyla gerçekleştirilen bir faaliyettir. İnsanın ekonomiden kopartılması bütün yabancılaştırılmaların temelidir. Bunun önlenmesi şart olduğu gibi, yegâne yolu da ekonomiyi tüm topluluklara mal etmekten geçer. “Biri yer, biri bekar”dan kıyamet koptuğu gibi, “Biri çalışır, biri boşta gezerden de kıyamet kopar. Ekonomi mutlaka topluluk eksenli, ekolojik ve verimlilik esaslarına bağlı olarak örgütlenmesi gereken toplumun temel varoluş koşuludur. Toplumdan, topluluklardan başka hiç kimse bu varoluş hakkına ne sahip olabilir, ne de ortadan kaldırabilir. Birimler ister ticari, ister sınaî, ister tarım, hatta sadece aracı rol oynamak kaydıyla finansal olsun, bu temel ilkelere uymak durumundadır. Devasa bir fabrikanın da, bir köy-tarım biriminin de temelinde bu ilkeler olmalıdır. Demokratik modernitede ekonomik birimlerin mülkiyeti önemini yitirir ve ikinci planda kalır. Mülkiyet elbette ilkelere uygun tasarrufta bulunan topluluklara ait olacaktır. Ne aile mülkiyeti, ne devlet mülkiyeti modern ekonomiye yanıt oluşturabilir. Hiyerarşiden kalma devlet ve aile mülkiyeti, kapitalist modernitede bile varlığını sürdüremez durumdadır. Hatta şirketler bile ekonomik gerekçelerin zorlaması nedeniyle gittikçe çalışanların ortak mülkiyetine girmektedir. Fakat yine de mülkiyet normlarını birbirlerinden kalın çizgilerle ayırmamak gerekir. Tıpkı iki uygarlık sistemi iç içe yaşadıkları gibi, mülkiyet sistemleri de uzun süre iç içeliğini koruyacaktır. Topluluk mülkiyetinde bile aile mülkiyeti varlığını koruduğu gibi, devletin de varlığı etkisini ve payını sürdürecektir. Önemli olan çevreye, üretkenliğe, işsizliğe yanıt olabilecek esnek mülkiyet normlarına açık olmaktır. Bireyin varlığına, özgürlüğüne, iyilik ve güzelliğine hizmet edecek her tasarruf mülkiyet de olsa değerlidir. Fakat topluluksuz bu değerler oluşamayacağına göre, yine optimal sınırlarda sorunları çözmek en doğrusudur. Demokratik modernite, tarih boyunca komünal varlığını hiçbir zaman yitirmemiş topluluk temelli mülkiyeti modern koşullarda yeniden ahlaki ve politik toplumun temeline yerleştirerek, tarihsel rolünü bu konuda da başarıyla oynayabilecek durumdadır.
c- Demokratik Konfederalist Toplum Boyutu
Toplumsal doğanın üçüncü boyutunu yönetimsel düzeyde demokratik konfederalist sistem biçiminde belirlemek mümkündür. Tüm sakıncalarına rağmen, üçlü boyut öğretici olabilmektedir. Önemli olan boyutların iç içeliğidir. Keyfi olarak biri yerine başka bir şey yerleştirmek belki mümkün olur, ama ortaya çıkan şey demokratik modernite sistemi olmaz, başka şey olur. Kapitalist modernite üçlüsü de iç içedir. Varlıkları birbirini gerektirir. Resmi modernitenin temel devlet formu olan ulus-devletin karşılığını demokratik modernitede demokratik konfederalist sistem oluşturur. Bunu devlet olmayan siyasi yönetim biçimi olarak tanımlamak mümkündür. Sisteme özgünlüğünü veren de bu özelliğidir. Demokratik yönetimleri kesinlikle devletin idari yönetimiyle karıştırmamak gerekir. Devletler idare eder, demokrasiler yönetir. Devletler iktidara dayanır, demokrasiler kolektif rızaya dayanır. Devletlerde atama, demokrasilerde seçim esastır. Devletlerde zorunluluk, demokrasilerde gönüllülük esastır. Benzeri farklılıkları çoğaltmak mümkündür. Demokratik konfederalizm sanıldığı gibi günümüze özgü herhangi bir yönetim biçimi değildir. Tarihte olanca ağırlığıyla yer bulan bir sistemdir. Tarih bu anlamda merkezi devletsel değil, konfederaldir. Devlet formu çok resmileştiği için tanınmıştır. Fakat toplumsal yaşam konfederalizme daha yakındır. Devlet hep merkeziyetçiliğe koşarken, dayandığı iktidar tekellerinin çıkarlarını esas almaktadır. Aksi halde bu çıkarları koruyamaz. Ancak çok sıkı bir merkeziyetçilik güvence sağlayabilir. Konfederalizmde tersi geçerlidir. Esas aldığı tekel olmayıp toplum olduğu için, mümkün olduğunca merkeziyetçilikten kaçınmak durumundadır. Toplumlar homojen (tek kütle) olmayıp çok sayıda topluluktan, kurum ve farklılıktan oluştuğu için, hepsinin ortak bir ahenk içinde bütünlüğünü sağlamak, korumak zorunluluğunu duyar. Dolayısıyla bu çokluklar için aşırı merkeziyetçi bir yönetim sık sık patlamalara yol açar. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır. Demokratik konfederalizm ise her topluluk, kurum ve farklılığın kendini yansıtmasına uygunluğundan ötürü daha çok yaşanır. Çok tanınmış bir sistem olmaması, resmi bir varlığın hegemonik yapısı ve ideolojisinden ötürüdür. Resmi tanımı olmasa da, toplumlar tarihte esas olarak konfederalisttir. Tüm aşiret, kabile, kavim yönetimleri hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir. Aksi halde iç özerklikleri zedelenir. Bu ise varlıklarını dağıtır. Hatta imparatorluklar bile içyapılarında sayısız farklı yönetime yaslanırlar. Her türlü kabile, aşiret, kavim yönetimleri, dinsel otoriteler, krallık, hatta cumhuriyet ve demokrasiler bir imparatorluk bünyesinde birleşebilirler. Bu anlamda en merkezi sanılan imparatorlukların bile bir nevi konfederalizm olduğunu kavramak önemlidir. Merkezi eğilim toplumun değil, tekelin gereksinim duyduğu bir idari modeldir. Kapitalist modernite süreci devletin azami merkezileştiği süreçtir. Toplumdaki siyasi ve askeri güç
merkezleri otorite denilen en güçlü tekel lehine alıkonarak, toplum azami ölçüde siyasi ve askeri yönden güçsüz ve yönetimsiz bırakılarak gelişen modern monarşiler ve ardı sıra geliştirilen ulus-devlet, toplumun askeri ve siyasi bakımdan en güçsüz ve silahsız bırakıldığı yönetimler olmuştur. Toplumsal huzur ve hukuk düzeni denilen olgu, burjuva sınıf egemenliğinin kuruluşundan başka bir şey değildir. Sömürünün yoğunlaşması ve aldığı yeni biçimler ulus-devleti zorunlu kılmıştır. İktidarın azami bir merkezi devlet olarak örgütlenmesi de diyebileceğimiz ulus-devlet, modernitenin esas yönetim biçimidir. Bir kılıf gibi üstüne giydirilen „burjuva demokrasisi‟ denilen uygulamalar, esas olarak toplumda iktidar tekeline meşruiyet sağlamak içindir. Ulus-devlet demokrasi ve hatta cumhuriyetin inkârı temelinde vücut kazanır. Demokrasi ve cumhuriyetler mahiyeti itibariyle ulus-devletten farklı yönetim biçimleridir. Demokratik modernite gerek tarihsel temel olarak, gerekse güncel karmaşık toplumsal doğa açısından demokratik konfederalizmi temel siyasi model olarak belirlemekle keyfi bir seçim yapmıyor. Ahlaki ve politik toplumun siyasi çatısını ifade etmiş oluyor. Toplumsal doğanın homojen ve monolitik olmadığını tam kavramadıkça, demokratik konfederalizmi anlamak güçleşir. Resmi modernitenin son dört yüz yıllık tarihi, çok etnisiteli, çok kültürlü, farklı siyasi oluşumlu ve öz savunmalı toplumu homojen ulus adına bir nevi soykırıma (genellikle kültürel, zaman zaman fiziki soykırımlar) tabi tutma eylemidir. Demokratik konfederalizm ise, bu tarihe karşı öz savunma, çok etnisiteli, çok kültürlü ve farklı siyasi oluşumlarda ısrar tarihidir. Postmodernizm bu çatışmalı modernite tarihinin yeni biçimler altında devam etmesidir. Karşıt modernite olarak kendini gittikçe daha çok görünür kılmak durumunda olan demokratik sistem bu koşullar altında varoluşunu güçlendirirken, biçim sorunlarını başarıyla çözmekle karşı karşıyadır. Konfederalizmin tarihe yabancı olmadığını, günümüz toplumunun karmaşıklaşan doğasına daha iyi yanıt olduğunu bu amaçla belirlemeye çalıştık. Ahlaki ve politik toplumun kendini en iyi ifade etme yolunun demokratik siyaset olduğunu sıkça dile getirdik. Demokratik siyaset demokratik konfederalizmin inşa tarzıdır. Demokratikliğini de bu tarzdan alıyor. Karşıt modernite gittikçe merkezileşen, toplumun en iç gözeneklerine kadar yayılan iktidar ve devlet aygıtlarıyla kendini sürdürmeye çalışırken, aslında politik alanı da yok etmiş oluyor. Buna mukabil demokratik siyaset toplumun her kesimine ve kimliğine kendini ifade etme ve siyasi güç olma olanağını sunarken, politik toplumu da birlikte oluşturmuş oluyor. Politika yeniden toplumsal yaşama giriyor. Devlet krizi politika devreye girmeden çözümlenemez. Krizin kendisi politik toplumun yadsınmasından kaynaklanmaktadır. Demokratik siyaset günümüzde derinleşen devlet krizlerini aşmanın yegâne yoludur. Yoksa daha da sıkı merkezi devlet arayışları sert kırılmalara uğramaktan kurtulamazlar. Bu etkenler bir kez daha demokratik konfederalizmin güçlü bir seçenek olarak gündemleştiğini göstermektedir. Sovyet Rusya deneyiminde başlangıçta revaçta olan konfederalizmin merkezi devlet adına hızla ortadan kaldırılması, reel sosyalizmin çözülüşünün en temel nedenidir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin başarılı olamayışı ve kısa süre içinde yozlaşmaları, demokratik siyaseti ve konfederalizmini geliştirmemeleriyle yakından bağlantılıdır. Devrimci hareketlerin son iki yüz yıllık deneyimlerinin başarısızlığa uğramasının temelinde de ulus-devleti daha devrimci sayıp demokratik konfederalizmi geri bir siyasi biçim olarak görerek tavır alışları yatmaktadır. Kapitalist modernitenin üst silahı olan ulus-devlete sarılarak kısa yoldan büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştireceğini sanan kişi ve hareketler, bu silahla kendilerini vurduklarını çok geç kavradılar.Demokratik konfederalizm ulus-devlet sistematiğinden kaynaklanan olumsuzlukları aşma potansiyeline sahip olduğu gibi, toplumu politikleştirmenin de en uygun aracı konumundadır. Basittir ve uygulanabilir. Her topluluk, etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, ekonomik birim vb. birer politik birim olarak kendilerini özerkçe yapılandırıp ifade edebilirler. Federe veya özerklik, kendilik denilen kavramı bu çerçeve ve kapsamda değerlendirmek gerekir. Her kendiliğin yerelden küreselliğe kadar konfederasyon oluşturma şansı vardır. Yerelin en temel öğesi, özgür tartışma ve karar hakkıdır. Her kendilik veya federe birim, katılımcı demokrasi olarak da kavramlaştırılan doğrudan demokrasinin uygulanma şansına sahip olması nedeniyle eşsizdir. Bütün gücünü doğrudan demokrasinin uygulanabilirliğinden alır. Temel bir rolünün olmasının gerekçesi de budur. Ulus-devlet doğrudan demokrasinin ne kadar inkârı ise, demokratik konfederalizm tersine o denli onun oluşturur ve işlevselleştirir biçimi konumundadır. Doğrudan katılımcı demokrasinin ana hücreleri olarak federe birimler, koşullar ve ihtiyaçlar gerekli kıldığı kadar konfedere birliklere dönüşme esnekliği bakımından da eşsiz ve idealdir. Doğrudan katılımcı demokrasiye dayalı birimleri esas almak kaydıyla geliştirilecek her tür siyasi birlik demokratiktir. En yerelde doğrudan demokrasinin uygulandığı, yaşandığı birimden en küresel oluşuma kadar geliştirilen politik işlevselliğe demokratik siyaset demek mümkündür. Gerçek demokratik sistem tüm bu süreçlerin yaşanmasının formülasyonudur. Toplumsal doğa dikkatlice gözlemlenirse, ulus-devletin „demirden kafes‟ niteliği ile demokratik konfederalizmin en uygun özgürleştirici niteliği rahatlıkla anlaşılabilir. Ulus-devlet toplumu ne kadar bastırıyor, tek tipleştiriyor ve demokrasiden uzaklaştırıyorsa, demokratik konfederalist model de o denli özgürleştirici, çoklaştırıcı ve demokratikleştiricidir. Dikkat edilmesi gereken bir husus da federe ve kendilik birimlerinin çok zengin bir kapsamda düşünülmesidir. Bir köy veya şehir mahallesinde bile konfedere birliklere ihtiyaç olacağını anlamak büyük önem taşır. Her köy veya mahalle rahatlıkla bir konfedere birlik olabilir. Örneklersek, bir yandan köyün ekolojik birimi yani federesi, diğer yandan özgür kadın birimi, öz savunma, gençlik, eğitim, folklor, sağlık, yardımlaşma ve ekonomik birimlere kadar çok sayıda doğrudan demokrasi birimi köy çapında birleşmek durumundadır. Bu yeni birimler birimine de rahatlıkla konfedere (federe birimlerin birimi) birim veya birlik denilebilir. Aynı sistemi yerel, bölgesel, ulusal ve küresel seviyelere kadar taşırdığımızda, demokratik konfederalizmin ne denli kapsayıcı bir sistem olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Demokratik modernitenin temel boyutlarından üçünün de birbirini tamamlayıcı nitelikte olduğunu konfederalizm sistematiği ile daha iyi anlamak mümkündür. Her boyut bu sistem içinde kendini tartışma, değerlendirme, kararlaştırma, yeniden yapılandırma ve eylemselleştirme potansiyeline sahip olduğu için, toplumsal doğanın tarihsel toplum gerçekliği ve bütünselliği de en iyi biçimde sağlanmış oluyor.Toplumsal öz savunmayı da demokratik konfederal sistemde en iyi biçimde gerçekleştirmek mümkündür. Öz savunma demokratik siyasetin bir kurumu olarak konfederal sistem kapsamındadır. Öz savunma tanım olarak, demokratik siyasetin yoğunlaştırılmış ifadesidir. Ulus-devlet esas olarak askeri bir sistemdir. Tüm ulus-devletler içte ve dışta çok acımasız, çeşitli, uzun süreli, değişik biçimde gerçekleştirilen savaşların ürünüdür. Savaşların ürünü olmayan tek bir ulus-devlet düşünülemez. Sadece kuruluş aşamasında değil, hatta ondan daha fazlası kurumlaşma ve çözülme dönemlerinde ulus-devlet tüm toplumu içten ve dıştan militarist (askeri) bir zırhla kaplar. Toplum tümüyle askerileşir. İktidar ve
devletin sivil idare denen kurumları esas olarak bu askeri zırhı örten perde durumundadır. Burjuva demokrasileri denen aygıtlar ise, daha da ileri gidip demokrasi cilası ile bu militarist yapılanma ve zihniyeti örtbas ederek, liberal demokrat bir toplumsal sistemin yürürlükte olduğu propagandasını yükümlenir. Modernite yönetiminin bu yaman çelişkisini çözümlemeden, herhangi doğru bir siyasallaşma ve demokratik siyaset yapma olgusundan bahsetmek mümkün değildir. Asker-millet denilen olgu budur. Bu, dört yüz yıldır inşa edilen tüm ulus-devletler için geçerli bir olgudur. Tüm toplumsal sorunlar, bunalımlar ve çürümelerin altında bu gerçeklik yatar. Çözüm olarak dayatılan ve sıkça tekrarlanan her tür (darbeli, darbesiz, askeri, sivil faşizmler) faşist iktidar uygulamaları ulus-devletin doğası gereğidir; onun biçimsel ifadesinin en özgün halidir. Demokratik konfederalizm ulus-devlet kaynaklı bu militaristleşmeyi ancak öz savunma aracı ile durdurabilir. Öz savunmadan yoksun toplumlar kimliklerini, politik özelliklerini ve demokratikleşmelerini yitirmek durumundadır. Bu nedenle öz savunma boyutu, toplumlar için basit bir askeri savunma olgusu değildir. Kimliklerini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir. Toplum ancak kendini savunabiliyorsa kimliğini koruduğundan, politikleşmesini sağladığından ve demokratik siyaset yapabildiğinden bahsedebilir. Bu gerçekler ışığında demokratik konfederalizm aynı zamanda bir öz savunma sistemi olarak boyutlanmak durumundadır. Tekellerin küresel hegemonik çağında ve bütün toplumu ulus-devlet biçiminde militaristleştirdiği koşullarda, demokratik modernite aynı kapsamda, tüm zaman ve mekân koşullarında öz savunma demokratik siyaset temelinde, konfederal ağlardan oluşan öz sistematiğiyle ancak hegemonyaya karşılık verebilir. Ne kadar hegemonik ağ, şebeke (ticari, finansal, sınaî, iktidar, ulus-devlet ve ideolojik tekel) varsa, demokratik modernitede de o denli konfederal, öz savunmacı ve demokratik siyaset ağları geliştirmek durumundadır. Bu boyut konusunda değinmemiz gereken son bir sorun, ikisi arasındaki ilişki ve çelişkilerin nasıl sürdürülebileceğine ilişkindir. Özellikle reel-sosyalist ve ulusal kurtuluşçu akımlara hâkim olan iktidarcı yaklaşımlar (burjuva iktidarı yerine proletarya iktidarı, hatta diktatoryası; sömürgeci, işbirlikçi yönetimler yerine milli iktidarcı yaklaşımlar) tarihin en trajik yanlışlarını yaparak, bu anlayışları nedeniyle kapitalizme hak etmediği bir kendini sürdürme şansı sunmuşlardır. Bir nevi iktidar ve devlet yıkma ve yerlerine yenilerini inşa etme anlayış ve uygulamaları da diyebileceğimiz bu ve benzeri akımlar, toplumun militarizasyona boğulmasında, politik niteliğinin yitirilişinde ve demokratik mücadeleyi kaybedişlerinde en sorumlu güçler konumundadırlar. Yaklaşık iki yüz yıldır bu tarz yaklaşımlar kapitalist hegemonyacılığın ulus-devletçiliğine kendi elleriyle altın tepsi içinde zafer sunmuşlardır. Anarşistler ve çok geç de olsa bazı postmodern feminist ve ekolojik hareketlerle diğer sivil toplum ve sol anlayışlar bu konuda daha olumlu pozisyondadır. Kâr ve sermaye birikim sistemi olarak kapitalizmin modernizme damgasını vurduğu ve halen finans kapitalin hâkimiyetinde küresel hegemon güç olarak konumunu sürdürdüğü inkâr edilemez. Bununla birlikte sistem olarak (dünya kapitalist sistem, dünya sistem) inşa edildiği, tüm mekân ve zaman koşullarında bağrında yoğun çelişik güçler taşıdığı da inkâr edilemez. Kavram kolaylığı olarak demokratik modernite güçleri olarak tanımlamaya çalışılan bu güçlerin sadece reel sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri olarak değil, başta anarşizm olmak üzere, son dönemde de ekolojik, feminist, radikal dinci sistemler gibi çıkışlara tanık olunduğu bilinmektedir. Sistemin bağrındalığı çoktan deşilmiş, içinden ve dışından (Daha çok dışından demem gerekir. Çünkü toplumsal doğa asıl olarak dıştan gelen güçleri tanımaktadır) gelenler, sistemin tüm mekân ve zamanlarında varlıklarını, özgürlük ve eşitlik istemlerini hep dile ve eyleme getirmişlerdir. Sistem arayışlarından hiç geri durmamışlardır. Tüm uygarlık tarihinde denendiği gibi, modern zamanlarda da sistemlerin birbirlerini imha etme ve tekelleşme çabaları sonuç vermediği gibi, bunun bedeli de ağır olmuştur. Şüphesiz taşıdığı körlükler bu sistem savaşlarının bilançolarını çok ağırlaştırmıştır. Sistemler birbirlerine ağır basarak yaşamaya devam etmek isteyeceklerdir. Küresel düzeyden yerel düzeylere kadar hep hegemonyalar dayatılacağı gibi, karşıt direnişler de deneylerden çıkardıkları derslerle daha da güçlenerek devam edeceklerdir. Çözümsüzlükler devam ettikçe, barışı ve savaşı hep beraber yaşamaya devam edeceğiz. Çözümlemeler ve çözümler daha başarılı oldukça, doğruyu, iyi ve güzeli daha çok yansıttıkça, elbette barışsızlık ve savaşsızlık hali diyebileceğimiz daha arzulu, güzel bir dünyayı hayal edebiliriz, gerçekleştirebiliriz. Elbette daha çok barış, daha az savaş da değerli bir haldir ve gerçekleştirilme çabaları soyludur. Yalnızca ilkeli, onurlu olmak kaydıyla. Küresel finans kapital hegemonyasının kendisini en derin kriz süreci olarak tanımladık. Gelişmeler bu tanımı doğrulamaktadır. Ayrıca krizin sistemik ve yapısal olduğunu da kapsamlıca dile getirdik. Güncel kriz haberleri bile sistemik ve yapısal karakteri doğrulamaktadır. Kriz dönemlerinde modern sistemler doğurgan olurlar. Kimileri felçli doğum yaptığı gibi, sağlıklı doğum yapanlar da eksik olmaz. Kapitalizmin liberal ütopyasında çok geniş ve eklektik çözümler paketi hiç eksik olmaz. Günlük, haftalık, aylık, yıllık, on yıllık, elli yıllık planlar yapıp duruyorlar. Bu onların işidir. Yapmaya devam edecekler. Demokratik modernite güçlerinin şansı da bu kriz dönemlerinde daha fazla açılabilir. Arkalarındaki muazzam direniş tarihleri, özgürlük ve eşitlik ütopyaları önlerini aydınlatıyor. Ayrıca yenilgi ve yetmezliklerden çıkardıkları büyük dersler vardır. Hepsini iç içe entelektüel, ahlaki ve politik görevler demeti olarak kavrayıp eyleme geçirdiklerinde, elbette başarı şansları yüksektir. Yine de sistemik ve yapısal kriz dönemlerinin dikkate alınması gereken kendine özgü yanları vardır. Ne kadar geçmişin izinde olsalar da, uygulanması gereken bilimin ve ahlaki-politik felsefesinin yenilik içermesi gerektiği göz ardı edilemez. Aksi halde geçmişte çokça yaşanan sığlıklar yeni körelmeleri beraberinde getirecektir. Hele liberalizmin kendini sıkça neonlaştırması tehlikeyi daha da büyütür. Herkes 1929 büyük dünya bunalımında devrimler beklerken, yükselen faşist dalganın halen etkisini sürdürdüğü unutulmamalıdır. Toplum her zamankinden daha fazla ahlaki ve politik niteliğinden yoksun kılınmıştır. Bilişim teknolojisi, küresel ideolojik hegemonyacı güçlerin eline muazzam sanal dünyalar sunma ve gerçek dünyayı saptırma olanaklarını fazlasıyla vermektedir. Rahatlıkla çürüyen yapılarını yeni bir sistemle ambalajlı yeni doğmuş gibi sunmakta beis görmezler. Mevcut kitle çoktan faşizmin sürü kitlesine dönüştürülmüştür. Umut kırmak yerine, gerçeğin analitik ve duyumsal yanını birleştirmekle yetinmeyip, mutlaka ahlaki ve politik yaşamayı her anımıza ve mekânımıza taşımadıkça, kolayca boşa çıkarılabileceğimizi vurgulamak için belirtiyorum. Bundan sonraki son bölüm bu konular olacaktır.
5-DEMOKRATĠK MODERNĠTENĠN YENĠDEN ĠNġA SORUNLARI
Eleştirilerimin ana fikri, beş bin yıllık uygarlık (daha eski olan hiyerarşik sistem de dahil) sisteminin kırsalda köy-tarım ve göçebe topluluklarıyla kentte zanaatkâr ve köle işçiler üzerinde kurulan sermaye ve iktidar birikiminden kaynaklandığıdır. Günümüze kadar bu özünü korumakla birlikte, ticaret, para, endüstri ve çeşitli biçimler kazanmış bu iktidar ve devlet tekelleri değişmeyen ana biçimler olarak kalmıştır. Uygarlık tarihi bir yandan tekellerin kendi aralarındaki pay savaşları, öte yandan karşıt güçler üzerinde hep birlikte yürüttükleri savaşlar üzerine kuruludur. Gerisi ideolojik hegemonya savaşları, savaş ve iktidara dayalı toplumsal değer gaspına ilişkin oyunlardır, düzeneklerdir. Kapitalist uygarlık dönemi, yani modernite bu sistemin en gelişmiş halidir. Sistemin merkez-çevre, hegemonya-rekabet, alçalan-yükselen bunalım karakteri baştan beri vardır. Modernite dönemi ise, özellikle finans sermayesinin hegemonik rol oynadığı süreçte en derin yapısal kriz durumunu ifade eder. Önerdiğim alternatif çözümün ise, hiyerarşinin yükselişinden uygarlık süreçlerine kadar ve son kapitalizm damgalı modernizm tarihi boyunca sistemin diyalektik karakteri gereği karşıt ucunda yer alan tüm güçlerin toplumsal doğasının bilinç ve hareketlerinde aranması gerektiğine ilişkindir. Resmi uygarlık tarihinin hiçbir versiyonu karşıt güçlerin çözümü olamaz. Sosyal mücadeleler tarihi eğer eşitlik ve özgürlük ütopyalarında başarılı olamamışsa, bunun temel nedeni, çözülen uygarlığın kullandığı silahları kullanmalarından (iktidar ve devlet güçleri) ve inşa etmek istedikleri geleceği onun değişik bir versiyonu olarak tasarlamalarından ileri gelmiştir. Kendi toplumsal doğalarına uygun zihniyet ve yapılanmaları bağımsızca üretememeleri, karşı kutbun versiyonlarında erimelerine yol açmıştır.
Uygarlık, Modernite ve Kriz Sorunu
a- İlk iktidar hiyerarşilerinin ve devlet egemenliklerinin kuruluşundan günümüze kadar tarih bir anlamda iktidarın kümülâtif (kartopu gibi yuvarlandıkça kendini büyütme) büyümesidir. Hem mekân, hem zaman süreleri uygarlık tarihinin özü olan iktidar savaşlarıyla doludur. Yerel savaşlardan dünya savaşlarına, kabile savaşlarından ulusal savaşlara, sınıf savaşlarından din savaşlarına kadar hepsi iktidarın çoğaltımı ve kümülâtif büyümesiyle sonuçlanmıştır. İktidarın çoğaltımı demek, toplumsal değerler üzerinde parazit yaşayan sınıfsal gelişme demektir. Başlangıçta sınırlı bir hiyerarşi oluşturan ve topluma bazen de tecrübe ve uzmanlıklarıyla önemli katkılar sağlayan yönetim, devlet haline dönüşmesiyle kastlar haline geldi. Hanedanlık nitelikleriyle birlikte kast grupları kendilerini ayrıcalıklı sınıflar halinde örgütleyerek, tanrısallık idea edecek kadar ayrıcalık kazandılar. İlkçağlar iktidarın bu yönlü idealarla sürekli büyüdüğünü ve kendini yücelttiğini gösteren tanrı-krallar ve imparatorlarla doludur. Rahip + yönetici + komutan üçlüsü olarak kendini örgütleyen iktidar ve devlet sınıfları, bu halleriyle yine de sınırlı bir zümreydi. Toplumsal nüfusun çok az bir oranını teşkil ediyorlardı. Ama parazitlenmenin başlangıcı olarak toplumun sırtında ağır bir yük haline geldiklerini sayısız örneklerinden biliyoruz. Piramitler, tapınaklar, arenalar bu yükün niteliğini gayet iyi açıklamaktadır. Ortaçağlarda iktidar artımı hızından hiçbir şey kaybetmedi. Tarih daha geniş mekânlara yayılarak artan iktidar savaşlarıyla doludur. Bunda şüphesiz toplumun artan üretkenliği de neden oluşturmaktadır. Kral hanedanlıklarına geniş bir aristokrasiler tabakası, sınıfı eklendi. Buna rağmen yönetici sınıfın henüz kanserleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Felaket krallık ve aristokratik yapıyı yıkarak, dönüştürerek yönetim olmaya başlayan orta sınıfın, burjuvazi ve bürokrasinin iktidar sınıfları haline gelmesiyle başladı. Şüphesiz önceki yönetimleri de felaket olarak adlandırmak mümkündür. Ama bunlar toplumu tümüyle yutacak durumda değillerdi. Nicel ve nitel konumları buna el vermiyordu. Burjuvazinin üst tekelci kesimleriyle birlikte orta burjuvazinin önemli bir kısmı, bürokrasinin iktidarlaşması ve devlet sınıfları haline gelişi, eskinin birkaç hanedanlık ve krallık gücü yerine binlerce, onbinlerce yeni hanedanlık gücünün ikame edilmesi demektir. Bir kral yerine binlerce kralın geçişi anlamına gelir. Cinsiyetçi toplumda gelişen erkek egemen kişilikle bu yeni krallık güçlerinin birleşimi, toplumsal doğanın tümüyle yeni iktidar güçleri tarafından fethedilmesi ve sömürgeleştirilmesi demektir. Başta kadın olmak üzere, ahlaki ve politik toplumun tüm kesimleri bu iç sömürgeciliğin kurbanları durumundadır. Orta sınıfın devletleşmesi sosyal bilimin biraz da bu sınıfla olan kökensel bağı nedeniyle henüz çözümlenememiştir. Devletin toplum açısından bir anlam ifade etmesi için, mutlaka gerekli olan bir uzmanlık ve tecrübe birikimi olarak iş görmesi gerekir. Uzmanlık ve tecrübenin yönetim açısından ancak çok sınırlı sayıda kişiyle temsil edildiğini kavramak zor değildir. Ama devleşmiş cüssesi ile burjuvazi ve bürokrasinin kendini devlet yönetim sınıfı olarak sunması, iktidarın toplumda bir kanserolojik vaka olarak büyümesini kaçınılmaz kılacaktır. Ekonomik sömürü ve ideolojik hegemonya tekellerinin iktidar aygıtlarıyla bütünleşmesini ifade eden ulus-devletle iktidar her şeyleşti. Toplum ise hiçleşti. İktidar krizi dediğimiz olayın özü budur. Kapitalist sistem bu krizin doğurucu gücüdür. Azmanlaşmış orta sınıfıyla ve ekonomi üzerine büyümede sınır tanımayan sermaye tekelleriyle kapitalist şebeke, ancak iktidarın ulus-devlet olarak biçimlenmesiyle varlığını sürdürebilir. Sistemin tıkanması denen olay da budur. İktidarlaşma kriz ötesi durumu ifade ediyor.
b- Toplumsal doğanın normal hali olan ahlaki ve politik toplum, hiçbir tarihsel dönemle kıyaslanamayacak kadar çağımızda temel niteliklerinden yoksun kalmayla karşı karşıyadır. Tüm ilk ve ortaçağlarda devletin aleyhinde geliştiği ahlaki ve politik toplum, kapitalist modernite ile birlikte hızla yerini sınırsız çoğalmış pozitif hukuk maddeleri ve devlet idaresine terk etmek zorunda kalmıştır. Modernitede toplumun ahlaki ve politik nitelikleri yerini sürüleşmiş kitleye ve onun hiçbir anlam ifade etmeyen karıncalaşmış vatandaş üyesine bırakmıştır. Hiçbir ahlaki ve politik kaygı taşımayan sözde modern vatandaş, söylenenin aksine, birey olmanın en zayıf dönemini temsil eder. Toplumla bağı, üzerinde imparatorluk yetkisi uyguladığı karısıyla sınırlıdır. Firavun dönemiyle kıyaslanmayacak denli iktidar ve devletin otoritesi içinde erimiş kişiliksiz bir varlıktır. Daha doğrusu fiziki ve ideolojik hegemonyayla, bunların bilişim ve teknik uygulamalarıyla vatandaş sadece tekelci düzene teslim olmamış, bu düzenin kayıtsız şartsız gönüllü bir faşist üyesi haline gelmiştir. Kişilik krizi dediğim olay budur. Toplumsal doğa bu kişiliklerden oluşamaz. Çünkü esas dokusu ahlaki ve politik niteliktedir. Bu nitelikleri ise mumla arasanız bu kişilikte bulamazsınız. Devletler bu kişiliklerle yürüyebilirler. Ama hiçbir toplum bu kişilikle sürdürülemez. Daha doğrusu, bu kişilik toplumun yadsınmasını ifade eder. Devlet de toplumsuz olamayacağına göre, bir kez daha devlet ve toplumun iç içe bir krizi yaşadığı durumla karşı karşıyayız. Kapitalist bireyciliğin vardığı kişiliksiz kişilik durumu, hem toplumun hem devletin yaşadığı krizin izdüşümünden başka bir şey değildir. Açık ki, toplum ve birey bu hale düşürülmeden, ne sermaye ne de iktidar tekelleri ve birleşik devlet formu olan ulus-devlet yönetimi
mümkün olabilir. Toplumsal kriz yapısal krizin ötesinde bir durumu ifade ediyor. Bir yapının yerine yenisi inşa edilebilir. Toplum olmanın temel niteliklerinin yitirilişi ise, yeniden yapılanmayla kolayca aşılacak bir durum değildir. Ahlaki ve politik toplumun yeniden inşasını gerektirir. Zorluk buradadır.
c- Kentleşme modernitenin en krizli unsurlarından bir diğeridir. Köy-tarım toplumuyla diyalektik bütünlük içinde gelişen kent toplumu önemli toplumsal işlevler görmüştür. Rasyonalite (akıl) ve endüstrinin gelişiminde toplumsal rolü vardır. Çevreyle çelişkisi henüz gelişmemiştir. Devletleşme süreci kentin rolünü çarpıtmıştır. Yönetici sınıfın üssü konumuna dönüştürülerek, tarihi süreç içinde köy-tarım toplumu ve ekoloji aleyhine bir yapılanma ve zihniyet kazanmıştır. Üretici sınıfla birlikte tüccar sınıfın merkezi konumuyla toplum aleyhine işlevsellikler yüklenmiştir. İlk ve ortaçağlarda sınırlı olan bu olumsuz işlevler moderniteyle birlikte çığ gibi büyümüştür. Sanayi devrimiyle birlikte kanser gibi büyüyen kentler geleneksel toplumun yıkım merkezleri olmuşlardır. Sanayi kenti kent değil, kentin kentsizleşmesi, kent olmaktan çıkarılmasıdır. Değil milyonluk kentler, yüz binlik kentler bile kent mantığına terstir. Milyonluk kent olmaz, milyonluk kentler olur. Eğer bir yerde beş milyonluk bir kent varsa, orada gerçekten en az elli kent var demektir. Kentin toplum için yıkım özelliği bu gerçeğinde saklıdır. Böylesi kentleri normal toplumlar taşıyamaz, çevre ise hiç taşıyamaz.Bu tür kentlerin sayısal büyümelerinin altındaki mantık, kapitalist olmayan toplumun sömürgeleştirilmesi, iktidarın çoğaltımı ve orta sınıfın yönetici konumuna yükselmesidir. Her üç etken de ahlaki ve politik toplumun tasfiyesiyle oluşur. Sadece köy-tarımı ve göçmen toplumları tasfiye etmez; kentin geleneksel olumlu işlev sahibi kesimleri olan sanatkâr, zanaatkâr, aydın ve diğer emekçilerini de hem maddi hem manevi kültür olarak tasfiye sürecine sokar. Şehir toplumundan şehir kitlesine geçiş yapar. Kırsal alan ise varoşlara taşınarak, daha çok kontrol altına alınmış bir sömürge konumu kazanır. Devlet ve sermaye tekeli kenti, kent kırı yutmuştur. Toplum olmayan toplum ise çevreyi yutmuştur. Kenti taşıyacak ne kırsal toplum, ne çevre, ne geleneksel kent emekçi ve aydınları kalmadığına göre, ortaya çıkan durum bir kez daha kriz ötesi durumdur. Sadece çevre felaketleri değil, gerçek bir toplumkırım, bu kent kanserleşmesiyle birebir ilişkilidir. Değil bir bölge, bir ülkenin bile taşıyamayacağı çok sayıda kentlerle dünyanın ekolojik dengesinin ölümcül darbeler aldığı bilimlerin ortak bir tespitidir. Toplum tasfiyeciliği ise, ur gibi büyüyen yönetici orta sınıfın yıktığı ahlaki ve politik toplum dokularıdır; işsiz kitledir, sorumsuz vatandaş kalabalığıdır.
d- Ekonomi karşıtı tekellerin gittikçe büyüyen hegemonik gücü, ekonomik kaynakları kâr-sermaye birikimine tabi kılarak, toplumun temel ihtiyaçlarını giderme konumundan uzaklaştırmıştır. Sanılanın aksine, kapitalizmin en üretken ekonomik sistem değil, ekonomi karşıtı tekel olduğu sistemik bunalımlarıyla kendini kanıtlar. Ekonomi-politiğin tüm aksi tezlerine rağmen, kapitalist tekel şebekelerinin etkisi, ekonomiyi hiçbir dönemle kıyaslanmayacak ölçülerde temel insan ihtiyaçlarını üreten bir sistemden sürekli kâr-sermaye birikimini sağlayan bir sisteme dönüştürmüştür. Bilim ve teknik gelişmeler temel insan ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilecek ölçektedir. Doğru bir ekonomi yönetimi rahatlıkla bilim ve tekniği kullanarak bu ihtiyaçları karşılayabilir. Bu durumda kâr-sermaye birikimi tehlikeye gireceğinden, ekonomik gelişmeye imkân tanınmaz. Ekonomi karşıtlığı zorunluluk kazanır. Sistemik ve yapısal bunalımı bu gerçeklikte aramalıyız. Başta tarihte örneği görülmeyen işsizlik (Tarih işsiz köle ve serflerden nadiren bahseder), yoksulluk ve açlıklar olmak üzere, üretim eksikliği ve fazlalığıyla kendini sürekli yansıtan (şiddetleri az ve çok olmak üzere) bunalım ve krizler, geleneksel çözüm araçları olan savaş ve çatışmaları daha da yoğunlaştırıp uzun süreli kılarak, bir nevi kriz yönetimi oluşturur. Ekonomi karşıtlığı kriz yönetimine mecburdur. Başka türlü yönetim olmaz. Ulus-devlet yönetiminin anormal bir kriz yönetimi olduğunu iyi anlamak gerekir. Toplumun toplum olmaktan çıkarılıp bir sürü-faşist kitleye dönüştürülmesi sadece Hitler‟e özgü bir yöntem değildir; ulus-devletin militarist karakteriyle bağlantılıdır. Başka türlü tekelci düzen sürdürülemeyeceğinden, iktidarın tüm toplumu azami kuşatan ve gözeneklerine kadar sızan formu olarak ulus-devlet yönetimi, kriz yönetimi olmak zorundadır. Ulus yaratma tali amacıdır. Milliyetçilik ise, diğer ideolojik unsurlarla birlikte bu yönetim tarzının olmazsa olmazıdır.Kapitalist tekellere ilişkin ticari, sınaî ve finans bunalımlarını ayırt etmek, başvurulan bir çözümleme tarzıdır. Ayrıca abartılan bunalım-refah evreleri sistemin özünü yansıtmaktan uzaktır. Ne merkez-çevre, ne hegemonya-rekabet, ne de bunalım-refah döngüleri sistemin gerçek özünü yansıtır. Şüphesiz tüm bu gerçekliklerin payı vardır. Özellikle finans tekellerinin hegemonik evresinin krizin en çok yansıdığı dönemi ifade ettiği doğru bir tespittir. Fakat sistemin ekonomi karşıtlığı kavranmadan tüm bu gerçekliklerin fazla anlam taşımayacağını bilerek çözümlemeleri geliştirmek büyük önem taşır.
e- Ekolojik krizin modernite döneminde patlak vermesi tesadüf değildir. Bu kriz sistemin ekonomi karşıtlığıyla ilgilidir. Yapısallık taşır. Biyolojik denge esas olarak türlerin simbiotik (karşılıklı birbirini besleyerek sürdürme) ilişkileriyle sağlanır. Evrensel zekânın biyolojinin payına düşeni böylesi bir düzenlemeyi sağlamıştır. Yaşamı farklılıkların gerçekleşmesi ve gelişimi olarak tanımlamaya çalışmıştık. Biyolojik denge bu kurala bağlıdır. Farklılık oluşumunun özgürlük ve seçim kabiliyetiyle bağına da değinmiştim. Mikro âlemle (en küçük enerji ve madde parçacıkları, paketleri) makro alem (astronomik büyüklükte madde ve enerji adaları) benzer sistemle çalışır. Farklılıkları gerçekleştiren ilişki tarzlarının nedenselliği soruşturulamamaktadır. Şimdilik “Öyle oldukları için öyledir” demekle yetiniyoruz. Belki de bilgi yetersizliğimiz ve yanlış bilim anlayışımız gerçeği kavramaktan acizdir. İnsanın toplumsal doğası çevreyle ilişkilerinde bu evrensel kurala tabidir. Aynı zamanda en esnek zekâ yüklü doğası nedeniyle özgürlük ve seçim kabiliyeti en gelişkin türdür. Kapitalizmin anti-ekonomik tekelleri bu kuralla çelişir. Simbiotik ilişkiyi toplumun içyapısında azami egemenlik, iktidar ve tahakküm ilişkisine dönüştürdüğü gibi, çevreyle ekolojik bağları da doğaya hükmetme, sömürgeleştirme ilişkisine dönüştürür. Tıpkı katil yosunlar veya herhangi başka benzer bir türde görüldüğü gibi, tüm çevreyi ve toplumu tek taraflı hâkimiyeti altına alarak azmanlaşır. Dev cüsseli bir varlık (Leviathan) haline gelir. Sadece kâr-sermaye birikimine dayalı bir sistem başka türlü davranamaz. Aksi yönde davranırsa, yani simbiotik ilişki tarzını esas alırsa, kâr kanunu çalışmaz. Sistem dönüşmek zorunda kalır. Sanıldığının aksine doğa, çevre kendi öz mantık sistemleriyle dengededir. Kör kuvvetlerin esaretinden söz etmek yanlış bir değerlendirmedir. Bu hassasiyeti yıkan, uygarlık sistemi ve daha çok da günümüzün tekelci tahakkümcü modernitesidir. İktidar gücü haline gelen orta sınıfın kanser türü büyümesi, temel yaşam alanları olan kentlerin benzer tarzda kanserolojik büyümesi, dünyanın ulus-devlet zincirine bağlanması, çevre üzerindeki yıkımın gerçek toplumsal nedenleridir. Hem toplumsal doğanın en esnek zekâ yüklü yapılanmalarına karşı savaşarak, hem de çevreyle simbiotik ilişkilerini tahakküm ve
sömürgeci ilişkilere dönüştürerek bu yıkımlara yol açar. Toplumsal krizle (daha doğrusu toplum kırımla) ekolojik kriz arasında bu nedenle çok sıkı bir bağ vardır. Her iki alandaki krizler birbirlerini sürekli besler. Tekel kârı, zorunlu olarak nüfus artışı, işsizlik, açlık ve yoksulluğa yol açarken, aynı nüfus patlaması işsizlik, yoksulluk ve açlığı gidermek için çevreyi tahribe yönelmek zorunda kalır. Ormanlar, bitkiler, hayvanlar dünyası büyük tehlike altına girer. Şüphesiz bu durum tekellere daha fazla kâr olarak geri döner. Döngü devam ettikçe (örneğin nüfus on milyarı buldukça ve daha da çok büyüdükçe) Dünyanın kaldırma dengesi tamamen çözülür. Beklenen kıyamet böyle gerçekleşir. Büyümenin sağlıklı biçimiyle kanserli biçimi hücre düzeyinde nasıl şaşırarak kansere, ölüme yol açarsa, benzer tarzda tekel kârı büyümeleri de sağlıklı büyümeyi (toplumsal doğanın her düzeyinde) engelleyerek, toplumsal ve çevresel kanserolojik gelişmeyi tetiklemiş olur. Kaldı ki, insan türünde biyolojik kanser hastalıklarının da bu toplumsal kanserlerin bir sonucu olarak geliştiği tıbben izah edilebilmektedir
f– Sistemin hegemonik ideolojisi liberalizm, ne klasik ne de neo biçimleriyle çözüm üretememektedir. Kelime anlamı özgürcülük olan liberalizm, sıkı göreciliği olan bir kavramdır. Birine veya bir gruba özgürlük olan karşıtına kölelik olarak yansımış ya da ilkçağ tanrı-kralları için azami özgürlük, köleci sınıf olarak karşıtını yaratmıştır. Ortaçağ aristokrasisi için özgürlük, geniş köylü-serf yığınlarının köleliğiyle ancak mümkün olabilmiştir. Yeniçağın burjuvaları için liberalizm, yeni tarz köleler olan geniş proleter, yarı-proleter ve diğer emekçilerin asgari ücret köleliğiyle iç içe yürümüştür. Resmi anlamıyla liberalizm, tüm ulus-devlet sınıfları için özgürlük iken, modern kullar olan vatandaşlar için işsizlik, ücretsiz çalışma, yoksulluk, açlık, eşitsizlik, özgürlüksüzlük ve demokrasi yoksunluğu demektir. Liberalizmin mutlak anlamda özgürlükçülük olmadığını iyi görmek gerekir. Hegel, devleti en iyi özgürlük aracı saymıştı. Ama ortaya çıktı ki, bu özgürlük ancak devlet sınıfları ve bürokrasi için geçerlidir. Diğer deyişle ekonomik ve iktidar tekelleri (seçkinler) için azami özgürlük olan, tüm ötekiler-diğerleri için her soydan köleliktir. Liberalizmi ideoloji olarak tanımak büyük önem taşır. Sadece bireycilik, özgürlükçülük demek tanım için yetersizdir. Kavram olarak Fransız Devrimi‟nde eşitlik ve kardeşlik kavramlarıyla birlikte öne çıktı: Meşhur Liberte, Egalite, Fraternite olarak. Merkezi bir kavram olarak sağında muhafazakârcılığı, solunda ise önce demokratçılığı sonra sosyalistleri buldu. Sistemi (kapitalist tekelcilik) devrimlere gereksinim duymadan, evrimle geliştirmek gibi mutedil bir görünüm takındı. Muhafazakârlar, ister evrimle ister devrimle olsun özgürlükçü gelişmeye tümden karşıtlardı. Krallığı, aileciliği ve kiliseyi bağnazca savunuyorlardı. Sosyalistler ve demokratlar ise, değişimin daha hızlı olması için devrimleri zorunlu görüyorlardı. Hepsinin ortak paydası ise moderniteydi. Bazı itirazları olsa da, herkes kendini modernleştirmede idea sahibi görüyordu. En genel hatlarıyla dönüşüm geçirerek yaşamak modernist olmaya yetiyordu. Avrupa merkezli, temelleri kentleşmeyle atılan ve Rönesans, Reform ve Aydınlanma‟yla hızlanan modern yaşam, üç ana ideolojinin de ortak ufkunu temsil ediyordu. Sorun kimin, kimlerin, hangi ideoloji ve partilerin, yöntem ve uygulamaların, eylem ve savaşların bu ufku en iyi yakalayacağında düğümleniyordu. Liberalizm ideolojik hegemonyasını sürdürmek için dört önemli ideolojik varyanttan yararlandı.
1– Milliyetçiliği etkili bir biçimde kullandı. Gerek iç ve dış savaşların meşrulaştırılmasında, gerek devlet eliyle ulus oluşturmada milliyetçilik liberalizmin gözde müttefikiydi. İlk eklektik halkayı oluşturuyordu. En ağır krizleri milli duyguları alevlendirerek atlatmada epey deneyim kazandı. Milliyetçilik, din seviyesinde kutsal bir ideolojiye büründürüldü. Bu örtü altında sadece krizler kolayca atlatılıp sürdürülmüyor, diğer yandan tekeller en ağır sömürü ve bozuk sistemlerini aynı örtüyle gizleyebiliyorlardı.
2– Geleneksel dinsel ideolojiye milliyetçilik rolü atfedildi. Liberalizm, ahlaki ve politik özelliklerinden boşalttığı geleneksel dinleri hegemonyası altında milliyetleştirdi. Daha doğrusu, milli din haline getirdi. Toplumda kökleri derinlerde yatan dini duygular kolayca milliyetçi renge boyanıp milliyetçilikle aynı, hatta daha fazla kaynaştırıcı rol oynadı. Bazen her iki ideoloji iç içe geçerek, ulusun etnik-dini temelde inşasına çalışıldı. Özellikle Yahudi ve İslam ideolojisi milliyetçilikle kolayca özdeşleştiler. Diğer dinler de (Hıristiyanlık, Uzakdoğu dinleri, Afrika eski dinsel gelenekleri) benzer konumu üstlenmede geri kalmadılar. Liberalizm de uygarlığın maddi kültürel mirasını devralan kapitalist uygarlığa manevi kültürel mirası dinsel kanalla taşımış ve entegre etmiş oluyordu. Sürdürülemez boyutlardaki sistem krizlerinin aşılmasında liberalizme eklenen dinsel milliyetçi ideolojilerin rolü göz ardı edilemez.
3– Pozitivist bilimcilik ideolojisi özellikle felsefi varyant olarak liberalizme güçlü katkı sundu. Doğal bilimlerin güçlü itibarından yararlanan pozitivist ideoloji, hem sağ hem de sol ideolojileri etkilemede başat rol oynadı. İdeolojilere kolayca bilimsel etiket olarak takılıp muazzam saptırmalara yol açtı. Özellikle tüm sol ideolojik çıkışlara damgasını vurdu. Reel sosyalizm bu konuda başı çekiyordu. Kapitalist modernizmin tuzağına pozitivist bilimcilikle düşüldü. Sağda ise, faşizm gücünü pozitivist bilimcilikten alan en önde gelen akım konumundaydı. Böylelikle pozitivizm liberalizme en aşırı soldan en aşırı sağa kadar bir yelpazede ideolojik seçenekler sunuyordu. Gereken her mekân ve zaman koşullarında liberalizm bu seçenekleri kendisine eklemleyip kullanmakla sistemin yapısal krizlerini aşmada azami olarak yararlanmış oluyordu.
4- Cinsiyetçilik tarihte en çok liberalizm çağında ideolojik bir öğe olarak geliştirilip kullanıldı. Cinsiyetçi toplumu devralan liberalizm, kadını sadece evde ücretsiz işçiye dönüştürmekle yetinmedi. Daha fazlasını cinsiyet objesi olarak metalaştırıp piyasaya sunmakla elde etti. Erkekte sadece emek metalaştırılırken, kadın bütün bedeni ve ruhuyla metalaştırıldı. Aslında en tehlikeli kölelik biçimi inşa edilmiş oluyordu. „Kocanın karısı‟ iyi bir sıfat olmasa da, sınırlı bir istismara konu teşkil eder. Fakat tüm kişiliğiyle metalaşma, firavun köleliğinden daha kötü köle olmak anlamına gelir. Herkesin köleliğine açılmak, bir devlet veya kişinin kölesi olmaktan katbekat daha tehlikelidir. Modernitenin kadına kurduğu tuzak budur. Görünüşte özgürlüğe açılan kadın, en rezil istismar aracı konumuna düşmüş oluyordu. Reklâm araçlığından tutalım seks, porno araçlığına kadar temel istismar aracı kadındır. Rahatlıkla diyebilirim ki, kapitalizmin taşınmasında kadın en ağır yük altına konulmuştur. Uygarlık sistemlerinin temelinde bunalım öğeleri yatmakla birlikte, insan toplumu hiç bu kadar ağırına tanık olmamıştı. Toplumlar, eğer süreceklerse, kriz yönetimlerine uzun süre dayanamazlar. Ya çözülür ya dağılırlar; ya da direnir, yeni sistemler geliştirip aşarlar. Şimdi böylesi bir dönemden geçiyoruz.
Sistem KarĢıtı Güçlerin Durumu
Tüm sorunlu yapısına karşılık sistem karşıtı güçler bir gerçektir. En az sistem kadar çağımızı etkilemişlerdir. Belki kendi sistemlerini teorik ve pratik olarak realize edememişlerdir, ama büyük tecrübe birikimine sahip oldukları tartışmasızdır. Geniş bir yelpazeye sahip olan sistem karşıtı güçlerin aralarında önemli farklılıklar olmakla birlikte, birçok ortak değeri de paylaştıkları açıkça belirtilebilir. Sistemle kapitalizm kastedilmektedir. Moderniteyi tümüyle kastettikleri söylenemez. Modernitenin diğer iki boyutu olan endüstriyalizm ve ulus-devlet konusunda daha çok farklılaşmaktadırlar. Uygarlık konusunda bulanıktırlar. Karmaşık görüşleri ile çoğu kez karşıt kutuplarda yer alabiliyorlar. Gelecek ütopyalarının moderniteyi aştığı pek görülmez. Aşmayı değil, düzeltmeyi esas aldıkları belirtilebilir. Kapitalizmsiz bir modernite çoğunun programını karşılayabilir. Fakat bunun ancak bir ütopya olduğunu pek fark etmezler. Sistemin (kapitalist modernite olarak) sürdürülemez bir kriz yönetiminde yaşandığını belirtirken, yeni bir „devrimci durumdan‟ bahsetmiyoruz. Devrimin objektif şartları olarak da değerlendirilen bu tip durumlar geçmiş tartışmalarda çok istismar edildi. Pek başarılı sonuçlar çıkarıldığı söylenemez. Krizlerden bol bol kriz yönetimleri çıkarken, daha sert karşıdevrimler de çıkabiliyor. Belki de şansı en yaver giden devrimdir. Kaldı ki, devrimlerin dönüşümlerdeki rolü genellikle abartılmış, çoğunlukla da yanlış çözümlenmiştir. Temel dönüşümleri devrimler değil, sistem farklılıkları gerçekleştirir. Devrimler ancak dahil oldukları sistem içinde anlamlı değişikliklere yol açabilir. Şüphesiz sistem karşıtı güçlerin bunalım ve krizlerden şiddetle etkilendikleri doğrudur. Fakat tüm umutları bunalımlardan çıkacak sonuçlara bağlamak yanlıştır. Geçmişte bu yönlü yanlışlıklara çokça düşüldü. Derin hayal kırıklıkları yaşandı.
a- Reel Sosyalizmin Mirası
Reel-sosyalistler olarak adlandırılmalarına yol açan yaklaşık iki yüz yıllık (Fransız İhtilâli‟ni esas alırsak) deneyim, bu hareketleri değerlendirmemize imkân vermektedir.
1- Daha çok özel tekelcilere karşı çıktıkları, devlet kapitalizmini hem iktidar hem de sermaye tekeli olarak eleştiri dışı bıraktıkları anlaşılmaktadır. İktidar ve devlet tahlillerini çok yüzeysel geçiştirmeleri bu ana temayülleri nedeniyledir. Kendileri devlet ve iktidar gücü olarak sosyalizmin inşa edileceğine derinden inanmışlardır. Başka yol düşünmemektedirler. Demokrasiyi bile her iki sınıf (burjuva-proletarya) açısından bir nevi diktatörlük olarak yorumlamaktadırlar. Dayandıkları İngiliz ekonomi-politiği nedeniyle çok dar bir kapitalizm çözümlemesi geliştirmişlerdir.
2- Modernitenin sınıf temelinden habersiz görünmektedirler veya çözümleme konusu yapmayı pek gerekli görmemişlerdir. Yaptıklarında ise tam bir sağ sapma örneği sergilemişlerdir. Modernitenin ilk ayağı kapitalizmi bile patron-işçi, kâr-ücret, değer-artı değer temelinin ötesine taşıramamışlardır. Kapitalizmin daha Sümerlerden beri varlığına rastlanan bir birikim tarzı olduğunu görememişlerdir. Üç yüz yıllık İtalyan şehir kapitalizmini sistemin başlangıcı saymamışlardır. 16. yüzyıl İngiliz-Hollanda kapitalist çıkışı bir nevi tarihin başlangıcı sayılmıştır. Modernitenin ikinci önemli ayağı olan endüstriyalizm övülmüştür. Kapitalizmle niteliksel bağı ve sonraki sakıncaları eleştiri konusu yapılmamış, tersine kurtarıcı rol atfedilmiştir. Ulus-devlet ayağı da ileri sayılarak daha sonra ulusal ve sosyal şovenizme kapıyı aralamışlardır. Konfederalizm yerine merkezi ulus-devleti yeğlemişlerdir. Geleneksel uygarlık tarihçileri gibi, modernitenin diğer yüzünü gerilik, uykuda olma, barbarlık, gerici hareketler, tarihin çarkını tersine çevirme olarak değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır.
3- İdeolojik olarak pozitivizmin en kaba materyalist biçimini bilimsellik olarak kabul etmekle bu alanda da tarihi bir yanlışlığa düşmüşlerdir. İnşa ettikleri sosyalizmi, Darwin ve Newton‟un biyoloji ve fizik alanında gerçekleştirdikleri ile eş düzeyde bilimsel saymışlardır. Sosyolojik yaklaşımları kaba bir Darwincilik olmaktan öteye gidememiştir. Toplumsal doğanın niteliksel farkını belirleme gereği duymayıp, Birinci Doğayla aynı nitelikte kanunlara tabi olduklarına inanarak, katı bir determinizme kapıyı açık bırakmışlardır. Sonraki gelişmeler bu açık kapıdan yararlanarak en vulger yorumları bile katı bilimsel gerçeklerle eş saymışlardır.
4- Genelde iktidar, özelde ulus-devlet tahliline girişmemişler, sadece burjuvazinin işlevini çeviren komisyonlardan ibaret saymışlardır. İktidarın, özellikle ulus-devletin yoğunlaşmış tekelci kapitalizm olduğunu çözememeleri teorilerinin en eksik yanıdır. Yaptıkları çözümlemeler ise, ulus-devletin olumlanmasından öte bir şey değildir. Sosyalizmin en iyi ulus-devletle inşa edilebileceğinden emindirler. Hegel‟in devlet çözümlemesini aşamadıkları gibi, ele geçirilmesi halinde devleti istedikleri her tür düzenleme ve özgürlük-eşitlik geliştirme aracı olarak kullanabileceklerinden dahi kuşkuları yoktur. Sosyalizm-demokrasi ilişkisi en yüzeysel ve yanlış değindikleri konuların başında gelmektedir. Çin ve Rus Devrimleri bu yaklaşımlar doğrultusunda gelişmiştir. Diğer ulusal kurtuluş ve sosyal demokrat iktidar uygulamaları da pek farklı olmamıştır. Özel kapitalizmden farkları, devlet kapitalizmini yeğlemiş olmalarıdır. İktidar uygulamaları bu gerçeği net olarak ortaya koymuştur.
5- Uygarlık eleştirileri çok daha sığ ve azdır. Kapitalist uygarlık aşamasının tarihsel uygarlıkların bir parçası, ana zincirin son halkası olduğundan pek bahsetmemişlerdir. İktidarın tarihsel kümülâtif birikim karakterini belirleme gereği duymamışlardır. Rahatlıkla kendi sistemlerinin de benzer bir iktidar ve uygarlık olabileceğini mesele yapmamışlardır. İktidarın birikmiş sermaye, kir, savaş, yalan, çirkinlik, işkence olduğunu anlamak yerine, tarihte nasıl bir ilerleme aracı olabileceğine dair teori üretmeye çalışmışlardır. Tarih bu görüşlerinde haksız ve yanlış olduklarını kanıtlamıştır.
6- Tarihin ikinci yüzü, bağlı göründükleri tarihsel diyalektiğin ikinci kutbu olarak anti-uygarlık güçlerini çözümleme gereği duymamışlardır. Bu güçlere ilişkin yaptıkları yorumlar ise çoğunlukla olumsuzdur. Kapitalist sömürgeciliğin bile Amerika, Asya ve Afrika‟daki ilerlemeciliğinden bahsetmekten geri kalmamışlardır. Karşıtlarını eski toplumu savunmakla eleştirmişlerdir. Uygarlığın karşıt kutbunun muazzam bir ağırlığa, demokratik geleneğe, direniş ve özgürlüğe, eşitlik ve adalet arayışlarına, komünalite deneyimlerine sahip olduklarını görememeleri, burjuva ve küçük burjuva sınıf gerçeklikleriyle yakından bağlantılıdır. Göremezler, çünkü bu sınıflardan gelenlerin bu gerçekleri görecek gözleri yoktur.
7- Toplumsal doğaya ilişkin pozitivist evrenselci, çizgisel-ilerlemeci yaklaşım kendilerini er geç gerçekleşecek bir sosyalizm anlayışına götürmüştür. Kutsal Kitaplardaki eskataloji (ahret inancı) bir nevi sosyalizm olarak yansıma bulmuştur. Toplumlar ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olarak, düz bir çizgide gelişen modeller olarak tasvir edilmiştir. Burada bir nevi kader anlayışı
söz konusudur. Derinden etkilendiğimiz bu dogmatik anlayışların kökeninde dinsel kader ve ahret inancının yattığını fark etmek acı ve geç olmuştur. Toplumsal doğanın esas olarak ahlaki ve politik nitelikte olduğu, uygarlık sistemlerinin bu nitelikleri aşındırdığı, yerine kaba hukuk kuralları ve devlet idaresini yerleştirdiği, kapitalist modernitenin bu süreci sınırsız, derinliğine ve genişliğine geliştirdiği, bunun ekonomik, toplumsal, iktidarsal ve devletsel kriz olduğu çözümlenememiştir. Doğru, iyi ve güzel olanın toplumun ancak ahlaki ve politik niteliğini tam sağlayarak, bunun için demokratik siyasetle yürüyen bir demokratik konfederal sistem olduğu gerçeği öngörülmemiştir. Bu yönlü çözümleme ve çözümler gelişmemiştir. Özgür, eşit ve demokratik toplumun iktidar ve devlet aygıtlarıyla oluşturulamayacağını, tersine bu aygıtlarla çeliştiğini görememişler; her ikisinin ancak birbirlerinin varlığını kabul temeline dayanan ilkeli bir barışla bir arada yaşayabileceklerinin teori ve pratiğini geliştirememişlerdir. Temel paradigma devrim-iktidar-sosyalizm olarak öngörülünce, sonuçta devlet kapitalizminden başka bir şeyin oluşmayacağına şaşırmamak gerekir. Reel sosyalist hareketin devlet kapitalizmiyle sonuçlanmasının diğer bir anlamı sınıf temelleriyle ilgilidir. Tekrar belirtmek gerekir ki, özel tekellerden umduğunu bulamayan, sermaye biriktiremeyen, hatta eldekini de eriten burjuva ve küçük burjuvalarla çoğu bu sınıflardan gelme bürokrasinin tek seçeneği, devlet eliyle kolektif sermayedar olmaktır. Milli burjuvazi, milli kapitalizm denilen olgu da bundan başka bir şey değildir. Devlet kapitalizmiyle kolektif bir tekel, diğer bir söylemle ulus-devlet olarak çok güçlü bir konum kazanmış oluyorlar. Reel sosyalizmin ulus-devletçiliği bu nedenle daha güçlüdür. Bu maddi temel, moderniteyle kolayca uzlaşma ve bütünleşmelerini de açıklıyor.
8- Feminizm, ekoloji ve kültürel hareketler sınıf mücadelesine engel olarak görülmüştür. Kadının sadece emeği ile değil, tüm beden ve ruhuyla yaşadığı ağır sömürgecilik kapsamlı çözümlemelere tabi tutulmamıştır. Burjuva hukukunun eşitlik ölçüleri aşılmamıştır. Tarihin en eski ve en yeni, çoğunlukla ücretsiz ve çok az ücretli olan bu emekçisi, erkek egemen tarih gereği nesne olmaktan öteye anlam ifade etmemiştir. Çözümlenen sınıfın erkek olduğu açıktır. Ekolojiye de benzer yaklaşılmıştır. Böylesi sorunlar öngörülemediği gibi, sınıf mücadelesinin bütünselliğine olumsuz yansıyabileceği ileri sürülmüştür. Kültürel hareketler ise eskinin canlandırılması, sınıf mücadelesinin diğer bozucu bir unsuru olarak değerlendirilmekten kurtulamamıştır. Sonuç tüm olası müttefiklerinden kopuk, ekonomizme boğulmuş soyut bir sınıfçılık olarak yansımıştır.
9- Sınıfsallaşma ahlaki ve politik anlamda olumsuz bir gelişme olarak görülmemiş; iyi, ilerici, özgürlüğün gereği, zorunlu bir aşama olarak değerlendirilmiştir. Objektif olarak sınıfsal oluşumu meşru görmenin iktidar ve devlet sınıflarına hizmet olduğu kavranamamıştır. Kölelik, serflik ve proleterlik tarihsel ilerleme ve doğaya karşı özgürlük için ödenmesi gereken bedeller olarak yorumlanmıştır. Tersine, her üç sınıflaşma biçiminin aynı özde olduğu, ilerleme ve özgürlükle alakalı olamayacağı, ahlaki ve politik toplumun bu oluşumlarla birlikte yaşayamayacağı, ancak bu yönlü sınıflaşmaya karşı ahlaki, politik ve entelektüel mücadele gerektiği karşı bir yorum olarak rahatlıkla belirtilebilir. İki yüz yıllık reel-sosyalist hareketin bugünkü mirasçıları sınırlı da olsa özeleştirel bir konum almış olmakla birlikte, köklü bir dönüşüm yaşadıkları söylenemez. Büyük bir güven bunalımı ve zayıflama döneminden geçmektedirler. Yine de tarihte yeri olan bir harekettir. Kapitalist sistemi aşmamış da olsalar, oldukça uğraştırmışlardır. Bugüne gelmenin olumlu ve olumsuz pay sahiplerindendir. Yaşadıkları bunalım sistemin yapısal bunalımının bir parçasıdır. Yine de tüm sistem karşıtlarını en çok etkilemiş bir hareket olan reel sosyalizmi bir aşama kabul edip, mirasından çıkarılacak derslerle demokratik modernite inşasının bir parçası olarak değerlendirerek tavır ve ittifak geliştirmek en doğru yaklaşım olacaktır.
b- AnarĢizmi Yeniden Değerlendirmek
1- Kapitalist sistemi en soldan eleştirmektedirler. Ahlaki ve politik toplumu dağıttığını daha iyi kavrıyorlar. Marksistler gibi ilerici rol atfetmiyorlar. Dağıttığı toplumlara yaklaşımları daha olumludur. Gerici ve çürümeye mahkûm görmüyorlar. Ayakta kalmalarını daha ahlaki ve politik buluyorlar.
2- İktidar ve devlet yaklaşımları Marksistlere göre daha kapsamlı ve gerçekçidir. İktidarın mutlak kötülük olduğunu söyleyen Bakunin‟dir. Fakat her ne pahasına olursa olsun iktidar ve devletin hemen kaldırılmasını talep etmeleri ütopik olup, pratikte fazla gerçekleşme şansı olmayan yaklaşımlardır. Devlet ve iktidara dayalı sosyalizmin inşa edilemeyeceğini, belki de daha tehlikeli bürokratik bir kapitalizmle sonuçlanacağını öngörebilmişlerdir.
3- Merkezi ulus-devlet inşasının tüm işçi sınıfı ve halk hareketleri için felaket olacağını ve umutlarına büyük darbe indireceğini öngörmeleri gerçekçidir. Almanya ve İtalya‟nın birliği konusunda Marksistlerle giriştikleri eleştirilerde de haklı çıkmışlardır. Tarihin ulus-devlet lehinde gelişim göstermesinin eşitlik ve özgürlük ütopyaları için büyük kayıp anlamına geldiğini söylemeleri ve Marksistlerin ulus-devletten yana tavır almalarını şiddetle eleştirip ihanetle suçlamaları belirtilmesi gereken önemli hususlardır. Kendileri konfederalizmi savunmuştur.
4- Bürokratizme, endüstriyalizme, kentleşmeye yönelik görüş ve eleştirileri de önemli oranda doğrulanmıştır. Erkenden anti-faşist ve ekolojik tavır geliştirmelerinde bu görüş ve eleştirilerinin önemli payı bulunmaktadır.
5- Reel sosyalizme yönelttikleri eleştiriler de sistemin çözülmesiyle doğrulanmıştır. Kurulanın sosyalizm değil, bürokratik devlet kapitalizmi olduğunu en iyi teşhis eden kesimdir.
c- Feminizm: En Eski Sömürgenin BaĢkaldırısı
Feminizm kavramı Türkçesiyle kadıncılık hareketi anlamında kadın sorununu tam nitelemekten uzak olup, karşıtı erkekçilik olarak tasarlandığından daha da kısırlığa götürebilir. Sanki sadece egemen erkeğin ezilen kadınıymış gibi bir anlamı yansıtmaktadır. Hâlbuki kadın gerçekliği daha kapsamlıdır. Cinsiyetin ötesinde kapsamlı ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir. Eğer sömürgecilik kavramını ülke ve ulus bazından çıkarıp insan gruplarına indirgersek, kadının konumunu rahatlıkla en eski sömürge olarak tanımlayabiliriz. Gerçekten ruh ve beden olarak hiçbir toplumsal olgu kadın kadar sömürgeciliği tanımamıştır. Kadının sınırları kolay belirlenemeyen bir sömürge statüsünde tutulduğu anlaşılmak durumundadır. Tüm bilimlere
olduğu gibi sosyal bilimlere de damgasını vurmuş erkeklik söyleminde kadından bahseden satırlar, gerçekliğe hiç dokunmayan propagandatif yaklaşımlarla yüklüdür. Kadının gerçek statüsü bu söylemlerle tıpkı uygarlık tarihlerinin sınıf, sömürü, baskı ve işkenceyi örtbas etmesi gibi belki de kırk kez örtülmektedir. Feminizm yerine jineoloji (kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir. Jineoloji‟nin ortaya çıkaracağı gerçekler herhalde teolojinin, eskatalojinin, politikolojinin, pedagojinin, velhasıl sosyolojinin birçok bölümlerine ilişkin loji‟lerden daha az gerçeklik payı taşımayacaktır. Kadının toplumsal doğanın hem fizik hem de anlam olarak en geniş bölümünü teşkil ettiği tartışma götürmez. O zaman neden çok önemli olan bu toplumsal doğa parçası bilime konu edilmesin? Pedagoji gibi çocuk eğitim ve terbiyesine kadar bölümlenmiş sosyolojinin jineolojiyi oluşturmaması, egemen erkek söylemli olmasından başka bir hususla izah edilemez.Feminist hareket bu gerçeklerin ışığında şüphesiz en radikal sistem karşıtı hareket olmak durumundadır. Modern haliyle yine kökenlerini Fransız Devrimi‟ne dayandırabileceğimiz kadın hareketi birkaç aşamadan sonra günümüze kadar gelebilmiştir. İlk aşamada hukuki eşitlik peşinde koşulmuştur. Fazla anlam ifade etmeyen bu eşitlik günümüzde yaygınca sağlanmış gibidir. Ama içeriğinin boş olduğunu iyi bilmek gerekir. İnsan hakları, ekonomik, sosyal, siyasal haklar gibi diğer haklarda da biçimsel gelişmeler vardır. Görünüşte kadın, erkek kadar eşit ve özgürdür. Hâlbuki en önemli kandırmaca bu eşitlik ve özgürlük tarzında gizlidir. Sadece resmi modernitenin değil, tüm hiyerarşik ve uygarlık dönemlerinin tüm toplumsal dokularında zihnen ve bedenen tutsaklaştırdığı, en derin kölece çalıştırdığı kadının özgürlüğü, eşitliği, demokrasisi çok kapsamlı teorik çalışmalar, ideolojik mücadeleler, programatik ve örgütsel faaliyetler, en önemlisi de güçlü eylemler gerektirir. Bunlar olmaksızın feminizm ve kadın çalışmaları sistemi rahatlatmaya çalışan liberal kadın faaliyetlerinden öte bir anlam taşımaz. Erkeğin cinselliğe bakışı daha çarpık ve sorumsuzcadır. Bunda cehalet ve iktidarın körleştirmesi birinci derecede rol oynar. Ayrıca hiyerarşiyle ve hanedanlık devletiyle birlikte çok çocuklu olmak erkek için vazgeçilmez bir güç olma anlamına gelir. Çok çocukluluk sadece soyun sürmesini değil, iktidar ve devlet olarak kalmasının da garantisini oluşturur. Bir nevi mülk tekeli anlamına gelen devletin elden gitmemesi, hanedanlığın büyüklüğüne bağlıdır. Kadın böylelikle hem biyolojik varoluş, hem iktidar ve devletsel varoluş için çok çocuk doğurmanın aracına dönüştürülür. Kadın için korkunç sömürgeleşmenin birinci ve ikinci doğayla bağlantılı temeli böyle hazırlanmış olur. Kadının çöküşünü bu iki doğayla bağlantılı olarak çözümlemek büyük önem taşır. Fazla açmaya gerek yok ki, bu ikili doğa statüsü altında kadının ruhen ve bedenen uzun süreli dinç ve yıpranmamış olarak ayakta kalması mümkün değildir. Fiziksel ve ruhsal çöküş iç içe erken gelişir ve kadını başkalarının yaşamını sürdürme ve sağlama alma karşılığında acımalı, kısa ve kahırlı bir yaşamla sonlandırmaya götürür. Uygarlık ve modernitenin tarihini bu gerçeklik temelinde çözümlemek ve okumak büyük önem taşır. O halde daha şimdiden devasa boyutlar kazanan kadın sorununu çözme ve ekolojik yıkımı önlemenin başta gelen yolu olan demografik sorunun çözümünde temel sorumluluk kadında olmalıdır. Bunun da ilk koşulu kadının tam özgürlüğü ve eşitliğidir, tam demokratik siyaset yapma hakkıdır; cinsiyetle ilgili tüm ilişkilerde tam söz ve irade hakkıdır. Bu gerçeklerin dışında kadının, toplumun ve çevrenin tam anlamıyla kurtuluşu, özgürlüğü ve eşitliği mümkün değildir. Tabii demokratik siyaset ve konfederatif siyaset biçimlenmesi de olası değildir. Kadın ayrıca ahlaki ve politik toplumun asal öğesi olarak özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme ışığında yaşamın etiği ve estetiği açısından da hayati rol oynar. Etik ve estetik bilimi kadın biliminin ayrılmaz parçasıdır. Yaşamdaki ağır sorumluluğu nedeniyle kadının tüm etik ve estetik konularda hem düşünce hem uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler sağlayacağı tartışmasızdır. Kadının yaşamla bağı erkeğe göre çok kapsamlıdır. Duygusal zekâ boyutunun gelişkinliği bununla ilgilidir. Dolayısıyla yaşamın güzelleştirilmesi olarak estetik, kadın açısından varoluşsal bir konudur. Etik (Ahlak teorisi, estetik = güzellik teorisi) açıdan da kadının sorumluluğu daha kapsamlıdır. İnsan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırmada kadının ahlaki ve politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranması doğası gereğidir. Tabii erkeğin kuklası ve gölgesi kadından bahsetmiyorum. Söz konusu olan özgür, eşit ve demokratikleşmeyi özümsemiş kadındır. Ekonomi biliminin de kadın biliminin bir parçası olarak geliştirilmesi daha doğru olacaktır. Ekonomi baştan beri kadının asal rol oynadığı bir toplumsal faaliyet biçimidir. Çocukların beslenme sorunu kadının sırtında olduğu için, ekonomi kadın için hayati anlam ifade eder. Kaldı ki, ekonominin kelime anlamı “Ev yasası, evi geçindirme kuralları” demektir. Bunun da kadının temel işi olduğu açıktır. Ekonominin kadının elinden alınıp tefeci, tüccar, para, sermayedar ve iktidar-devlet, bir ağa gibi yetkililerin eline verilmesi, ekonomik yaşama en büyük darbe olmuştur. Ekonomi-karşıtı güçlerin eline verilen ekonomi, hâlâ iktidar ve militarizmin temel hedefi haline getirilerek, tüm uygarlık ve modernite tarihi boyunca sınırsız savaş, çatışma, bunalım ve kavgaların baş etkenine dönüştürülmüştür. Günümüzde ekonomi, ekonomiyle ilgisi olmayanların, kâğıt parçalarıyla oynayarak kumardan beter yöntemlerle sınırsız toplumsal değer gasp ettikleri bir oyun alanı haline getirilmiştir. Kadının kutsal mesleği, tamamen kendisinin dışlandığı, savaş makinelerini, çevreyi yaşanmaz hale getiren trafik araçlarını ve temel insan ihtiyaçlarıyla pek fazla alakası olmayan kâr getiren fuzuli ürünleri üreten imalathanelere, borsalara, fiyat ve faiz oyunlarına çevrilmiştir. Feminizmi de kapsayan kadın bilimine dayalı kadının özgürlük, eşitlik ve demokratik hareketi, açık ki toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynayacaktır. Yakın geçmişteki kadın hareketlerinin eleştirisiyle yetinmeden, daha çok kadını yitik kılan uygarlık ve modernite tarihine yüklenmek gerekir. Eğer sosyal bilimlerde kadın konusu, sorunu ve hareketleri neredeyse yok derecesindeyse, bunun esas sorumlusu uygarlık ve modernitenin hegemonik zihniyeti ve maddi kültür yapılanmalarıdır. Dar hukuki ve siyasi eşitlik yaklaşımlarıyla belki liberalizme katkı sunulabilir. Fakat sorunun çözümü şurada kalsın, olgu olarak çözümlenmesi bile sağlanamaz. Mevcut feminist hareketlerin liberalizmden kopuk, sistem karşıtı güçler haline geldiklerini iddia etmek kendini yanıltmak olacaktır. Feminizmin baş sorunlarından birisi söylendiği gibi radikalizmse, o zaman öncelikle köklü liberal alışkanlıklarla, düşünce ve duygu tarzları ve yaşamlarıyla ilgisini koparıp, arkasındaki kadın düşmanı uygarlığı ve moderniteyi çözümlemesi gerekir. Bu temelde anlamlı çözüm yollarına yüklenmesi gerekir. Demokratik modernite kadın doğası ve özgürlük hareketini temel güçlerinden birisi olarak bilip hem geliştirilmesini, hem de ittifak yapılmasını başta gelen görevlerinden sayarak, yeniden inşa çalışmalarında değerlendirmek durumundadır.
d- Ekoloji: Çevrenin BaĢkaldırısı
Uygarlık sisteminin yol açtığı temel sorunlardan biri, toplum-çevre ilişkisindeki kritik dengenin bozulmasıdır. Toplumsal doğa, yaşamı ve gelişiminin uzun evresinde, çevre ile uyumunda kritik dengeye hep bağlı kaldı. Kendinden gelişimde dengeyi köklü değiştirecek sapmaların görülmemesi doğal gelişmenin de bir gereğidir. Sistemler esas olarak birbirini yıkarak değil, besleyerek gelişirler. Sapmalar oluştuğunda sistem mantıkları tarafından aşılmak durumundadır. Uygarlık bu anlamda toplumsal doğa sisteminde bir sapma olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar uygarlık sistemi diyorsak da, bu deyimin ancak propagantadif bir değeri vardır. Kendini gerçek toplumsal doğa sisteminin yerine ikame etmek için uydurulmuştur. Sistem olana barbarlık, göçerler, marjinal gruplar denilirken, toplumsal değerlerin sırtından asalakça beslenen şebekelere de uygarlık sistemi adı yakıştırılmıştır. Nereden bakılırsa bakılsın, savaşlar, talanlar, yıkımlar, kırımlar, tekeller, haraç ve vergiler uygarlıksal gelişmenin ana belirtileri olup, gerçek barbarlık olarak değerlendirilmeyi hak ederler. Sürekli köy ve şehir yıkımları, milyonlarca insanın katledilmesi, toplumun büyük çoğunluğunun sömürü sistemi altına alınması toplumsal doğa sisteminin doğal bir gereği olmayıp, ancak sapması olarak değerlendirilebilir. Çevrebilimciliğin ve hareketinin nispeten yeni olan tarihi gün geçtikçe gelişiyor. Kadın gerçeğinde olduğu gibi olguya ilişkin bilim geliştikçe bilinç, bilinç geliştikçe hareket gelişiyor. Sivil toplumun en yaygın hareket alanıdır. Reel-sosyalistleri ve anarşistleri de gittikçe daha çok çekiyor. Sistem karşıtlığını en çok hissettiren hareket konumundadır. Tüm toplumu ilgilendirdiği için katılımlar sınıflar ve uluslar-üstü bir nitelik kazanmış durumdadır. Burada da hareket üzerindeki liberalist ideolojik hegemonyanın izlerini yoğunca görmek mümkündür. Liberalizm her toplumsal konuda olduğu gibi, ekolojik sorunda da yapısal özüyle ilgili yanı bastırıp teknolojiyi, fosil yakıtlarını, tüketim toplumunu sorumlu göstermeye çalışıyor. Hâlbuki tüm bu yan olgular kendi modernite sisteminin (sistemsizliğinin) ürünüdür. Dolayısıyla ekolojik hareketin feminist harekette olduğu gibi ideolojik netliğe büyük ihtiyacı vardır. Örgüt ve eylemliliğini dar kent sokaklarından tüm topluma, özellikle kırsal köy-tarım toplumuna kaydırması gerekir. Ekoloji esas olarak kırın, köy-tarım toplumunun, tüm konup göç edenlerin, işsizlerin, kadınların eylem kılavuzudur. Demokratik modernitenin de temelini oluşturan bu gerçeklikler, yeni inşa çalışmalarında ekolojinin ne denli önemli rol oynayacağını bütün açıklığıyla göstermektedir.
Kültürel Hareketler: Geleneğin Ulus-Devletten Ġntikamı
Kültürel hareketler tüm uygarlık çağları boyunca hiç eksik olmadı. Postmodernite döneminde kendisinden yaygın bahsedilmesinin nedeni, ulus-devlet sınırlarının çözülmesiyle ilgilidir. Kültürel hareketleri başka bir söylemle geleneğin başkaldırısı olarak nitelemek yerinde olur. Ulus-devletin hâkim bir etnisite, din, mezhep veya başka bir grupsal olguya dayanarak toplumu, ulusu homojenleştirme sürecinde, çok sayıda gelenek veya kültür ya soykırımla ya da asimilasyon yöntemiyle yok edilmeye çalışıldı. Binlerce dil, lehçe, kabile ve aşiret-kavim, kültürleriyle birlikte yok edilmenin eşiğine getirildi. Birçok din, mezhep ve tarikat yasaklandı. Folklor ve gelenekleri asimile edildi. Asimile edilemeyenler göçe zorlandı. Marjinalize edildi, bütünlükleri parçalandı. Tüm tarihsel varlıkların, kültür ve geleneklerin ciddi bir tarihsel-toplum anlamı olmayan, son tahlilde modernitenin ticari, endüstriyel ve finansal tekellerin iktidar tekelleriyle ulus-devlet olarak yoğunlaşmasının örtüsü olarak kullanılan „tek dil, tek bayrak, tek ulus, tek vatan, tek devlet, tek marş, tek kültür‟ milliyetçiliğine kurban edilmesi demek olan bu süreç, yaklaşık iki yüz yıl bütün hızıyla sürdü. Tarihin belki de en uzun süreli, en şiddetli savaş dönemi olan bu süreç, en büyük tahribatını binlerce yıllık kültür ve gelenekler üzerinde gösterdi. Azami örgütlenmiş tekelciliğin kâr hırsı hiçbir kutsal gelenek ve kültüre acımadı. Postmodernite denilen sistemsiz bazı hareketler modernitenin „ulus-devlet zırhını‟ delince veya „demirden Kefesi‟ni parçalayınca, bu yok edilmenin eşiğinde çoğunlukla marjinal düzeyde yaşama mahkûm edilmiş kültür ve gelenekler, çölde yağan yağmur sonrası çiçek açılması gibi yeniden çiçek açıp çoğalmaya başladılar. Bunda reel sosyalizmin çözülüşünün de önemli etkisi oldu. 1968 gençlik hareketi ise bu gelişmeyi ateşleyen fitil oldu. Ayrıca kapitalist sömürgeciliğe karşı direnen tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin ulus-devletleşmemiş eğilim ve aşamalarının da bunda etkisi olmuştur. Zaten gelenek ve kültürün kendisi direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar, teslim olmayı bilmezler. Böyle bir özellikleri vardır. Fırsat buldular mı, daha yoğun direniş sergilemeleri özleri gereğidir. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı gerçeklik budur. Bastırmak, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez. Kültürlerin direnişi kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekler misalini andırır. Kendilerinin üzerine geçirilen modernite betonlarını parçalayarak tekrar gün ışığına çıkmaları bu gerçekliği kanıtlar. Çeşitli gruplara ayrıştırabileceğimiz bu hareketleri kısaca sıralarsak:
1- Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri
Farklı ezilen etnisitelerin, diğer deyişle baskı altındaki halkların bir adım ötesi hareketine Demokratik Ulus Hareketi demek, sosyolojik açıdan oldukça doğru ve anlamlıdır. Tek ezilen etnisite halinde ayakta kalmak, varoluşunu sürdürmek oldukça zordur. Benzer kültürlerin dil ve lehçeleri, coğrafi ve siyasi sınırı paylaşanların hareketi birkaç nedenden ötürü Demokratik Ulus Hareketi olarak nitelendirilmek durumundadır. Birincisi, ayrı bir devlet hedefinden ziyade, demokratik bir siyasi oluşum ve yönetim arayışındadırlar. Aynı devletin çatısı altında demokratik bir siyasi oluşum tarihin de en çok tanıdığı siyasi varlık biçimidir. Tarih neredeyse ezici olarak farklı kültürel varlıkların siyasal oluşumlarıyla doludur. Her devlet veya imparatorluğun sınırlarında istenildiği kadar siyasi oluşum halinde yaşamak normal yönetim biçimidir. Anormal olan, bu siyasi oluşumları yok saymak veya bastırmaktır. Asimilasyon ise, pek başvurulan bir yöntem değildi. Roma, Bizans, Osmanlı, Pers-Sasani, Arap-Abbasi İmparatorlukları yüzlerce farklı siyasi-idari birimleri varlık gerekçesi saymışlardı. Yeter ki imparator veya sultanın meşruiyetini tanısınlar. Dil, din, folklor ve öz yönetimlerini koruyarak yaşamak asıldı. Ulus-devlet canavarı (Leviathan) bu düzeni yok etti. Faşizme de bu temelde gidildi. Sonuç birçok kültürel ve fiziksel soykırım oldu. Ezilen etnisite veya halkların ulus olma haklarını sadece ulus-devlet olarak yorumlamak hem liberalizmin, hem reel sosyalizmin büyük çarpıtması ve faciasıydı. Faşist milliyetçilikle totalitaryanizmin sonucuydu. Normal uluslaşmayı sınırlara mahkûm etmeden, kültürel temelli ve demokratik yönetim esasları üzerinde inşa etmek en doğru, insani ve toplumsal doğaya uygun olan yoldu. Tarihin gerçekleri de daha çok bu yolu açıklıyordu. Azami kâr peşindeki tekelci sermayenin hızlı sermaye biriktirme hırsı bu yolun kapatılmasında en önemli etken oldu. Normal olmayan yol olan ulus-devlet, uluslaşmanın
normal yolu haline gelirken, normal olan demokratik uluslaşma yolu ise normal olmayan, hatta yok sayılan yol halinde algılandı. Büyük çarpıtma buydu. İkincisi, iktidarcı ve devletçi uluslaşma esas alınmayınca, geriye ya ortaçağdan kalma bazı kurumlarla (ağalık, şeyhlik, tarikat, aşiret reisliği) çoğunlukla aile menfaatlerine dayalı işbirlikçi taşeron yönetimler esas alınıp modernleştirilerek devam edecek, ya da demokratik yönetimler geliştirilecekti. Birinci yol, tarihin de çok tanıdığı klasik işbirlikçiliğin modernleşmiş haliydi. İkinci yol ise, demokratik modernitenin esas hedefi olan yoldu. Ancak ulus-devlet ve işbirlikçilerine karşı direnişin yönetimi demokratik olabilir. Bu da demokratik uluslaşmaya götüren en sağlıklı özgürlükçü ve eşitçi yoldu. Üçüncüsü, kültürlerin, dil ve lehçelerin çoğul karakteri de demokratik uluslaşmaya zorluyordu. Ulus-devlet gibi hâkim etnisitenin dil, lehçe ve kültürel tahakkümünü esas alması özüne aykırıydı. Tek seçenek çok dilli-kültürlü-siyasi oluşumlu ulus olabilmekti. Bunun da demokratik-ulus anlamına geldiği açıktı. Hatta birkaç demokratik-ulustan tek bir demokratik ulus haline gelebilmenin yolu da açıktı. İspanya‟da, Hindistan‟da, beğenmediğimiz Güney Afrika Cumhuriyeti‟nde, hatta Endonezya ve birçok Afrika ülkesinde yaşanan buna benzer gelişmelerdir. ABD ve AB bile bir nevi demokratik ulusların ulusu olarak tanımlanabilir. Rusya Federasyonu benzer diğer önemli bir örnektir. Dördüncüsü, ekonomik, sosyal, siyasal, zihinsel, dil, din ve kültürel farklılıklar daha çok korunmak istendiklerinden, bunun yolunun demokratik ulustan geçtiği hemen anlaşılır. Her farklılık ayrılığa dönüştürülürse, bu hepsinin kaybı olur. Hâlbuki hepsi için ideal olan „farklılık içinde birlik‟ halinin en uygun biçimi demokratik-ulus olabilmedir. Yalnız başına bu çözüm potansiyeli bile demokratik-ulus hareketinin muazzam çözüm gücünü ve ulus-devlete alternatif yapısallığını açıklamaya yeter. Ulus-devlet çözümsüzlüğünün bir yandan küresel sermaye hareketleri tarafından üstten, diğer yandan kentsel, yerel ve bölgesel özerklik hareketleriyle demokratik-ulus ve dinsel hareketler tarafından alttan sıkıştırılmasıyla yaşanan kaos yeni sistemler doğurmaya adaydır. Bunun birçok işaret ve kanıtları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Liberalizm bir yandan klasik ulus-devletçiliği aşıp yeniden inşa etmeye çalışırken, öte yandan bu eylemini demokrasinin geliştirilmesi maskesi altında yürütmeye önem ve özen göstermektedir. Katı ulus-devletçiler ise, eskinin muhafazakârlarını aratmayan bir tutuculuk ve gericilik içinde debelenip durmaktadırlar. Bir nevi günümüzün gerçek muhafazakârları pozisyonunu takınmış durumdadırlar. Dinciler ise, geleneksel ümmet arayışı içindedir. Modernizmi din kisvesi altında yaşamsallaştırmaları ve din temelli bir ulus-devletçiliği inşa etmeleri güçlü olasılıktır. İran bu konuda öğretici bir örnektir. Demokratik-uluslaşma seçeneği günümüzün çok karmaşık ideolojik ve yapısal sorunları konusunda sunduğu yüksek çözüm potansiyeliyle gelecek vaat etmektedir. Özellikle AB‟nin aldığı yol etkileyicidir. Demokratik modernitenin hem ideolojik hem de yapısallık bakımından demokratik-ulus seçeneğini temel boyutlarından biri olarak ele alması çok önemlidir. Uygarlığa hem katkı hem kurtuluş şansı tanımaktadır. Demokratik modernitenin demokratik-ulus üzerinden sağlayacağı yeniden inşa çalışmaları, toplumsal ve çevresel temel sorunların çözümü konusunda en umutlu projeler durumundadır.
2- Dinsel Geleneğin CanlanıĢı: Dinsel Kültür Hareketleri
Modernitenin, özellikle ulus-devletçiliğin laikçilik kavramıyla sömürgeleştirmeye çalıştığı dinsel gelenekte etnisitenin hayata tekrar dönüşü gibi bir canlanmayı yaşadığı gözlemlenmektedir. Şüphesiz bu eski toplumsal işleviyle aynı seviyede bir canlanış değildir. Bu gerek radikal unsurlarıyla gerek ılımlı kanatlarıyla resmi modernitenin damgası altında bir geri dönüştür. Modernitenin birçok özelliğini özümsemiş olarak dönüş yapmaktadır. Aslında konu biraz daha karmaşıktır. Laiklik, her ne kadar dinin dünyevi yaşamdan, özellikle devlet işlerinden tam elini çekmesi olarak tanımlanırsa da, muğlak bir kavramdır. Söylendiği gibi laiklik ne tam dünyevidir ne de devlet dinden tam soyutlanabilir. Daha da önemlisi, dinler hiçbir zaman ahret yaşamını düzenlemezler. Asıl düzenledikleri dünyevi, toplumsal, özellikle de devletsel, iktidarsal işlevlerdir. Laiklik ortaçağda Yahudi yapı ustalarının Katolik dünyanın hegemonyasını kırmak için geliştirdikleri bir (Masonik) mezheptir. Her ne kadar pozitif bilimlerle iç içe geliştiği gözlemlense de, Yahudi ideolojisinin Rabbanik unsurunun bir türevi olduğu kuşkusuzdur. Bu husus iyi anlaşılmadan, gerek laiklik gerek yol açtığı sorunlar anlaşılamaz. En az diğer dinsel gelenekler kadar Rabbanik (Tanrısal; Yahudice „efendi‟ anlamına gelir) unsur taşımaktadır. Fakat bu gerçeğini çok gizli ve çok ambalajlarla inşa etmek durumundadır. Ortaçağ Katolikliğinin amansız baskıları bu tür yöntemler kullanmalarını zorunlu kılmıştır. Hollanda-İngiliz burjuva devrimiyle hamle yapan laikler, Fransız Devrimi‟nden çok daha büyük kazançlar sağlamışlardır. Ulus-devlet inşası ile devlet çekirdeğinin ulaşılması, tanınması ve iktidardan düşürülmesi en zor olan kesimi olarak örgütlenmişlerdir. Bu dönemden günümüze kadar bu hâkimiyetlerini sürdürmektedirler. Derin devlet olgusu biraz da bu gerçeği ifade eder. Dünyada bugün sayıları iki yüzü geçen her ulus-devlet laik olduğu kadar Masoniktir. Kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyasının temel gücüdür. Etkileri küreseldir. Bu konumlarını halen pekiştirerek sürdürmektedirler. Diğer etkili oldukları odaklar medya tekelleri, üniversite hocaları başta olmak üzere dünyanın stratejik gidişatında pay sahibi olan birçok sivil toplum kuruluşlarıdır. Laik dünya dedikleri modernitenin akıl hocaları ve denetmenleri konumundadırlar. Dünyevi, seküler dedikleri işlevleri bu kapsamdadır. Başta Katoliklik olmak üzere, Sünni İslam ve diğer katı dinî gelenekler modernitenin etkisiyle aşındıkça, laiklik bir ideoloji ve siyasi program olarak önemini yitirir. Geleneksel dinin yeniden canlanışı, özellikle İslamî geleneğin etkisini halen güçlü yaşayan toplumlarda laiklik-din tartışması alevlenmektedir. Özünde ulus-devletle ümmetçilik anlayışı arasındaki ideolojik ve politik iktidar savaşıyla bağlantılı olan bu gelişmelerin sanki sadece modern yaşam tarzıyla ilgiliymiş gibi yansıtılması doğru değildir. Hıristiyanlık‟la Musevilik arasındaki mücadelenin bir benzeri artık İslam dünyasıyla Musevilik arasında yaşanmaktadır. Ortadoğu‟daki büyük çatışmaların altında bu gerçeklik yatmaktadır. Avrupa ve ABD türü bir Musevi-İslam uzlaşması gerçekleştirilmek istenmektedir. Radikal unsurlar uzlaşma karşıtı ve çatışmacı unsurları oluştururken, ılımlı unsurlar uzlaşmaya daha yakın görünmektedirler. Yine de geleneksel din kültürünün canlanışını tümüyle gericiliğin hortlaması olarak görmemek önem taşır. Modernite ve ulus-devletçiliğe başkaldırdıkları oranda demokratik muhteva taşırlar. Ayrıca güçlü ahlaki damarları da temsil ettikleri göz ardı edilemez. Modernitenin üzerinde çok oynadığı ve sömürgeleştirdiği kültürlerden biri olarak bu gelişmelerle yakından ilgilenmek demokratik modernite açısından önem taşımaktadır. Benzeri canlanma her bastırılmış kültürde ve dinsel geleneklerde görünmektedir. Konu küreseldir. Dolayısıyla sadece
İslam-Yahudi çekişmesi olmayıp, küresel boyutta cereyan eden olaylarla ilgilidir. Tıpkı farklı etnik kültürleri demokratik-ulus kapsamında çözmek mümkün olduğu gibi, dinsel kültürün demokratik muhtevasını da demokratik-ulus içinde eşit, özgür ve demokratik bir unsur olarak değerlendirmek ve çözümde yer vermek oldukça önemlidir. Demokratik modernitenin tüm sistem karşıtı hareketlere karşı geliştirdiği uzlaşmacı ittifak anlayışını demokratik muhtevalı dini kültür için de geliştirmesi, yeniden inşa çalışmaları açısından hayati önem taşıyan diğer önemli bir görev kapsamındadır.
3- Kentsel, Yerel ve Bölgesel Özerklik Hareketleri
Klasik modernitenin çözülüşü hızlandıkça ve postmodernite türü çoğu liberal nitelikli de olsa bazıları da radikal kopuş anlamına gelen kültürel hareketler geliştikçe, bunda en büyük payı kentin, yerelin ve bölgelerin özerklik hareketleri omuzlamıştır. Aslında tüm çağlar boyu güçlü yaşadıkları siyasi, ekonomik, sosyal boyutlar da taşıyan kültürlerine dönüş, yeniden canlandırma söz konusudur. Çok önemli tarihsel-toplum anlamı olan ve olması gereken hareketlerin başında gelmektedirler. Kentin, yerelin, bölgenin kurtuluşu olmadan, ulus-devlet hastalığından kurtuluş mümkün değildir. Bunu en iyi anlayan ve uygulamaya geçiren oluşum AB üyeleridir. Gerek modernite adı altında yaşadıkları dört yüz yıllık barbarlıklar, gerek Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupa kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya koydukları adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir. Ulus-devletçiliğin soykırım başta olmak üzere tüm kültürel varlıklar için ne menem bir soykırım olduğunu kavramalarıyla ilgilidir. Bugün Avrupa Birliği‟nde en gözde çalışmaların kent, yerel ve bölgesel kültürler kapsamında gerçekleştirilmesi, tüm küresel sorunların çözümünde en önemli unsurların başında gelmektedir. Fazla radikal olmasa da önemli, gerekli bir kültür hareketidir. Zaten dünyanın tüm kıtalarında merkezi yönetim homojenliği tam dayatılıp geliştirilemediğinden, birçok kentin, yerelin ve bölgenin özerkliği canlılığını korumaktaydı. Rusya Federasyonu‟ndan Çin ve Hindistan‟a, tüm Amerika kıtasından (ABD federaldir, Kanada‟da özerklik yaygındır, Latin Amerika zaten bölgesel özerklik konumundadır) Afrika‟ya (Afrika‟da geleneksel aşiret ve bölge yönetimi olmadan devletler oluşup yönetemez) kadar özerk konumlar ve özerklik çalışmaları en aktif ve aktüel konulardır. Ulus-devletçiğin katı merkeziyetçi hastalığı, sayıları sınırlı bazı Ortadoğu devletlerinde ve diğer diktatörlüklerde uygulanmaktadır. Klasik modernitenin en önemli boyutu olan katı merkeziyetçi ulus-devlet yapılarının üstten küresel sermaye, alttan kültürel hareketler tarafından sıkıştırılmasıyla yaşadığı çözülmeler en çok kent, yerel ve bölgesel özerklik yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketiyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik ulus, yönetim biçimi olarak konfederalizme çok yakındır. Konfederalizm bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim biçimidir. Güçlü kent ancak yerel ve bölgesel özerk yönetimlerle varoluş kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle her iki hareket de özdeş ve çakışma durumundadır. Demokratik uluslaşma ve uluslar kent, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz. Ya kaosa düşüp dağılır ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için, demokratik ulus hareketi mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik, sosyal ve siyasal güçlerini tam kullanabilmek için demokratik ulusal hareketle demokratik ulus olarak bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin her iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı merkeziyetçi güç tekellerini ancak aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde her iki hareket ve hatta olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden homojenleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan ve erimekten kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları da -yani 21. yüzyıl gerçeklikleri de- demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır. Liberalizmin tarihinde sıkça yaptığı gibi yeniden bu olumlu demokratikleşme eğilimlerini ideolojik ve maddi hegemonyası altında yozlaştırmaması ve eritmemesi için çok dikkatli olunması gerektiği açıktır. Demokratik modernitenin tüm sistem karşıtlarını olduğu kadar tarihsel-toplumun kentçi, yerel ve bölgesel siyasal oluşumlu akışını yeni bir ideolojik ve siyasal yapılanmayla bütünleştirmesi en önemli stratejik görevidir. Bu temelde kapsamlı teorik çalışmalarla iç içe program, örgüt ve eylem yapılanmalarını geliştirmek durumundadır. 19. yüzyılın ortalarında ulus-devletçilik tarafından tasfiye edilen konfederal yapıların akıbetini 21. yüzyılda bir kez daha tekrarlamamak, tersine demokratik konfederalizmin zaferine dönüştürmek için koşullar oldukça elverişlidir. Modernitenin finans kapital dönemindeki en derin ve süreklilik kazanan ve ancak kriz yönetimiyle ayakta tutulan, sürdürülen bunalımından demokratik moderniteyi zaferle çıkarmak için yeniden inşa çalışmalarında entelektüel, politik ve ahlaki görevlerin başarıyla gerçekleştirilmesi hayati önem kazanmıştır.
DEMOKRATĠK MODERNĠTEYĠ YENĠDEN ĠNġA GÖREVLERĠ
A- Entelektüel Görevler
Entelektüel alanı yeniden düzenlerken, görevler kapsamında bazı önerilerimi geliştirmeye çalışarak, eleştiriler temelinde ilkeler düzeyinde sunmak durumundayım:
1- Entelektüel çabalar, bilgi ve bilim çalışmaları toplumsal doğanın temel varoluş hali olan ahlaki ve politik toplum kapsamında geliştirilmelidir. Uygarlık tarihi boyunca kopulan ve gittikçe aşındırılan bu toplum gerçekliği, kapitalistin damgasını vurduğu modern çağla birlikte tamamen parçalanmış, çürümeye terk edilmiş ve yok olmanın eşiğine getirilmiştir.
2- O halde entelektüel çaba, bilgi ve bilim çalışmaları öncelikle bu gidişatı durdurmayı amaçlamak zorundadır. Çünkü yok edilen bir şeyin bilimi olamaz. Belki hatırası olabilir. Hatıra bilim değildir. Bilim yaşayan, var olanla ilgilidir. Bu durumdaki toplum tümüyle yok olmak istemiyorsa, kapitalistik moderniteye (tüm unsurlarıyla birlikte) direnmek zorundadır. Direniş artık varoluşla aynı düzlemde olup özdeştir. Entelektüel sermaye ve hamallık olarak değil, gerçek araştırıcının onuruyla yaşamak, ayakta kalmak isteniyorsa, entelektüelin tüm çabalarında hem direnişçi olması hem de araştırma unsurlarının direniş boyutlu olması kaçınılmazdır. Hem entelektüel hem de bilimi bu anlamda direnişçidir. Başka türlüsü ya kendini aldatmak ya da sermaye veya hamal kimliğini gizlemek olur.
3- Geliştirilen bilim öncelikle „sosyal bilim‟ olarak düzenlenmek zorundadır. Sosyal bilim tüm bilimlerin ana kraliçesi olarak kabul edilmek durumundadır. Ne Birinci Doğa ile ilgili diğer bilimler (fizik, astronomi, kimya, biyoloji) ne de İkinci Doğa‟yla ilgili diğer beşeri bilgiler-bilimler (edebiyat, felsefe, sanat, ekonomi vb.) asla öncülük taşımaz; bunlar hakikatle anlamlı bağı kuramazlar. Her iki alan sosyal bilimle bağını ancak başarıyla kurabilirse hakikatten pay alabilir.
4- Sosyal bilimin ana konusu olarak ahlaki ve politik toplumu nesnel bir obje olarak değil, özne-nesne, biz-öteki, beden-ruh, tanrı-kul, ölü-canlı gibi insan algılamasında derinleştirilmiş ve aralarına uçurumlar sokulmuş ikilemler olarak değil, bu ikilemleri aşan bir yöntemle araştırması esas olmalıdır. Farklılaşma evrenin yaşam tarzı olup, toplum doğasında da geçerliliği çok daha esnek, özgür ve yoğunlaşmış halde bulunan bir nitelemedir. Fakat bu farklılaşmayı uygarlık ve modernitenin tüm ideolojik yapılanmasının temeli haline getirilen özne-nesne düzeyine taşırmak, kesinlikle hem evrensel hem de toplumsal hakikatin yitirilmesi, parçalanması anlamına gelecektir.
5- Zirvesine Avrupa modernitesinde erişen, genelde bilimin özelde sosyal bilimin üzerinde yükseldiği bu nesnelliğin genel felsefesi olan ve halen tüm şiddetiyle devam eden pozitivizm, kapsamlı eleştiriler temelinde tarihin çöp sepetine atılmadan, anlamlı bir sosyal bilim paradigması (köklü anti-uygarlıkçı bilim felsefesi) geliştirilemez. Avrupa merkezli bilimin, özelikle sosyal bilimin çok parçalanmış ve hakikati yitirme tehlikesi de bulunsa, olumlu kazanımlarını ve hakikat paylarını anlamak ve özümsemek şarttır. Pozitivizm ne kadar eleştirilip aşılmak durumundaysa, açığa çıkarılmış hakikat paylarının özümsenmesi de o denli benimsenmek durumundadır. Hakikat araştırmasında toptan anti-Avrupacılık en az toptan Avrupacılık kadar olumsuz sonuçlara yol açabilir.
6- Her ne kadar postmodernizm denilen bu hakikat araştırmaları da pozitivizmi eleştirip Avrupa merkezli sosyal bilimi reddediyorlarsa da, bu yaklaşımların kolayca liberalize edilmesi ve daha anti-hakikatçi olan bir anti-Avrupacılık olarak biçim kazanması mümkündür. Sosyal bilimin kriz halinden yararlanarak bu postmodern araştırmalar toptan reddedilmese de, son derece eleştirel yaklaşmak önem taşır. Modernist pozitivizmin evrenselci, ilerlemeci, çizgisel yöntemi ve perspektifi ne denli saptırıcı ise, birçok postmodernistin aşırı göreci (izafi) döngüsel yöntemi de benzer sapmalara açıktır. Bu uçlara savrulmamak için bağlı kalınması gereken temel ilkeleri (sıralamaya çalıştığımız) iyi özümsemek şarttır. Krizli ortam neredeyse herkese göre bir hakikat yolu aramaya müsaittir ki, bu husus bile hakikat araştırmalarını kendi başına birçok yönden saptırabilir, boşa çıkarabilir.
7- Hakikati araştırmada ana yöntemimiz ne pozitivist nesnelcilik, ne de göreci öznellik olabilir. İkisi de özde liberalizmin iki yüzü olup, bolca birbirine karıştırarak piyasaya sunup entelektüel sermaye ve hamallık üretmede kullandığı yöntem enflasyonudur. Hakikati olanaksızlaştırmanın en etkili yönü bu yöntem enflasyonudur. Bu da ancak nesnelci ve öznelci yöntemlerin birbirlerine karıştırılmasıyla neredeyse kişi sayısı kadar yöntem bolluğu demektir. Hakikatin bozuk para misali değerden düşürülme eylemi olarak, bu yöntem bolluklarına aldanmamak önem taşır. Şüphesiz gerçeğin nesnel ve öznel yanları vardır. Bilinç, hakikat son tahlilde gözlemlenen-gözleyen ikilisinin çakışmasını (Aynılaşmasını kastetmiyorum, daha çok özdeşlik olarak kavranması olumlu olabilir) ifade eder. Bu konuda ne kadar derinleşme, yoğunlaşma yaşanırsa, o denli daha çok hakikat payları ortaya çıkar. Bu durumda ne gözlemleyen özne, ne de gözlemlenen nesne konumundadır. Daha çok ikisinin birbirine yaklaşması, aynılaşması denilemezse de, özdeşleşme konumunu yakalaması demektir. Hakikatin azamileştiği süreç, bu yönlü özdeşleşme olanağını yakalamaktır. Şimdilik bir ad verme gereği duymadan, yöntem konusunu böyle tanımlamak durumundayım. Şüphesiz ana gözlemleyen ve gözlenen birimin ahlaki ve politik toplum olduğunu hiçbir zaman ve mekânda göz ardı etmiyoruz.
8- Temel araştırma mekânları, üniversiteler başta olmak üzere, uygarlık ve modernitenin resmi kurumları olamaz. Geçmişte de, günümüzde de bilimin iktidarlaştırılması ve resmi devlet kurumlarında üretilmesi, hakikatle bağının yitirilmesi anlamına gelir. Bilimin ahlaki ve politik toplumla bağının koparılması, topluma yararlı olmaktan çıkarılması, tersine toplum üzerine baskı ve sömürü tekellerinin geliştirilmesine yardımcı olması demektir. Tıpkı özel veya genelevlere kapatılan kadın özgür gerçekliğini, hakikatini nasıl kaybediyorsa, resmi kurumlara kapatılan entelektüeller ve bilim de o denli özgürlüğünü, gerçek kimliğini yitirir. Şüphesiz bu demek değildir ki, bu kurumlarda hiç entelektüel yetiştirilmez ve bilim üretilmez. Anlaşılması gereken, iktidarlaşan entelektüel ve bilimin toplumsal gerçeklikle ilgili araştırma ve buluş amacından kopacağıdır. İstisna kabilinden entelektüel olunma ve bilimsel değeri olan yapıtların ortaya çıkarılması ana gerçeği değiştirmez.
9- Sosyal bilim için kurumsal devrim, diğer deyişle yeniden yapılanma şarttır. Nasıl ki Grek-İonya aydınlanmasında bağımsız felsefe ve bilim akademileri oluştuysa, yine ortaçağda hem İslami hem Hıristiyanlık geleneğinde tekke, dergâh ve manastırlar benzer bir rol oynadıysa, Avrupa Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketlerinin aynı zamanda birer entelektüel ve bilim devrimi oldukları gerçek ise, benzer devrimlere mevcut krizden çıkış için günümüzde de ihtiyaç vardır. Modernitenin dört yüz yıllık ideolojik hegemonyası en az maddi kültür hegemonyası kadar derin ve süreklileşen krizini aşma yeteneğinde değildir. İçerik ve biçim olarak demokratik modernitenin müdahalesi olmadan, krizin daha da çürütücü ve dağıtıcı rol oynaması kaçınılmazdır. Ütopik sosyalistlerden bilimsel sosyalistlere, anarşistlerden Frankfurt Okulu‟na, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız felsefi çıkışından 1968 gençlik kültür devrimine ve en son 1990‟lar sonrası postmodernist, feminist ve ekolojik çıkışlara kadar bu yönlü çıkışın zengin bir entelektüel ve bilim mirası vardır. Demokratik modernite hem uygarlık dönemi entelektüel pırıltı ve devrimlerini, hem modernite karşıtı entelektüel çıkışlarının olumlu özelliklerini özümseme temelinde kendi entelektüel ve bilim devrimini yapmak durumundadır. Kurumlaşma bu devrimin koşullarından biridir. Entelektüel devrimin küresel çapta başarısı için tarihte adı geçen deneyimlerden çıkarılacak dersler temelinde yeni bir dünya kurum merkezine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı gidermek için Dünya Kültür ve Akademiler Konfederasyonu inşa edilebilir. Özgür bir coğrafyada inşa edilecek bu konfederasyon hiçbir ulus-devlet ve iktidar gücüne bağlı olmadığı gibi, sermaye tekellerine de karşıt temelde oluşmak durumundadır. Bağımsızlığı ve özerkliği esastır. Her yerel kültür ve bölgesel-ulusal akademilerden gönüllülük temelinde program, örgüt ve eylem ilkeleri uyarınca katılım gerçekleştirilebilir. Konfederasyon yerel, bölgesel, ulusal ve kıtasal düzeyde görevli kurumlaşmalara gidebilir.
10- Demokratik siyaset ve kültür akademileri bu görev için uygun kurumlaşmalar olabilir. Ahlaki ve politik toplum birimlerinin yeniden yapılanma ihtiyaçları için gerekli olan entelektüel ve bilimsel desteği bu akademiler oluşturabilir. Kendilerine resmi ve özel
tekel kurumlarını örnek alma yerine, orijinal çıkışlar olarak yapılanmaları daha uygundur. Modernite kurumlarını taklit etmek, başarısızlıkla sonuçlanmalarını beraberinde getirebilir. Özerk ve demokratik olmaları, kendi program ve kadrolarını kendileri oluşturmaları, gönüllü öğrenciliği ve öğretmenliği esas almaları, öğrencinin öğretmen, öğretmenin öğrenci pozisyonuna sık sık geçebileceği, dağdaki çobandan profesöre kadar ideası ve amacı olan herkesin katılım gösterebileceği başlangıç itibariyle öngörülebilir. Kadın ağırlıklı akademilerin de aynı içerikle birlikte özgün yanlarını bilimsel kılmaları için oluşturulması uygun olabilir. Sadece teorik kalmamaları için pratiğe çok yönlü katılım da aranan niteliklerden biridir. Akademiler yer ve zaman bakımından pratik ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak kurulur ve çalıştırılır. Tarihte örneklerine çokça rastlandığı gibi (Zerdüşt‟ün dağ başlarındaki ateşgedeleri, Eflatun ve Aristo‟nun bahçeleri, Sokrates ve Stoacıların cadde kaldırımları, ortaçağın manastır ve tekkeleri vb.) sade ve gönüllü kuruluşlardır. Dağ başından tutalım mahalle köşelerine dek mekânlar seçilebilir. Şüphesiz iktidarların azametini kanıtlayan binalar aranmaz. Manastır ve sivil medreselerde olduğu gibi, eğitimin süresi katılanların durumuna ve öğrenci akışlarının yoğunluğuna göre belirlenebilir. Resmi kurumlar gibi katı zaman koşulları gerekli değildir. Tümüyle şekil ve kuraldan yoksun olmaları da düşünülemez. Etik ve estetik kuralları mutlaka olmalıdır. Demokratik modernite birimlerinin yeniden inşa çalışmalarında entelektüel ve bilimsel katkı şarttır. Bu şartın piyasadaki entelektüel sermaye ile karşılanamayacağı açıktır. Yeni akademi kaynaklı kadro ve bilim ancak bu ihtiyacı karşılayabilir. Entelektüel görev kapsamında yapmaya çalıştığım bu kısa değerlendirme ve çözüm ilkeleri şüphesiz öneri niteliğinde olup tartışmayı gerektirir. Kriz koşulları ancak yeni entelektüel ve bilimsel çıkışlarla olumlu yönde aşılabilir. Söz konusu krizin küresel, sistematik ve yapısal olduğu göz önüne getirildiğinde, çıkış için de küresel, sistematik ve yapısal müdahaleler gerektiği açıktır. Eski kalıpları, kurumları, bilimleri taklit etmekle veya eklektik kılmakla bir yere varılamayacağı yaşanan sayısız devrimci deneyimden ders olarak öğrenilebilir.
B- Ahlaki Görevler
1- Modernitenin küresel krizi (günümüzdeki sistemik, yapısal kriz) beş bin yıllık uygarlık güçlerinin ahlaki topluma karşı yürüttükleri yıkımın sonucu olup, diyalektik gereği olarak krizden çıkışın da ahlaki toplumun yeniden inşasında aranması doğru olup, ana seçenek durumundadır.
2- Demokratik modernitenin temel birimi olan ahlaki ve politik toplum tüm aşındırılma, çürütülme ve yok edilme çabalarına (uygarlık ve modernite güçleri tarafından) rağmen, toplumsal doğa olarak varlığını ezici biçimde sürdürmektedir. Uygarlık güçleri dar bir elit şebeke olup (Belki de toplumsal doğanın yüzde on‟undan hiçbir zaman fazla olmamışlardır) esas ağırlığı halen ezilen, sömürülen tüm uluslar, halklar, etnisiteler, kadınlar, köy-tarım toplumları, işsizler, göçebeler, gençlik, marjinal gruplar vb. oluşturmaktadır.
3- Toplumu esas olarak ayakta tutan ve sürdüren devletin hukuk düzeni değil, tümüyle toplumdan soyutlama çabalarına rağmen, zayıf da kalsa ahlaki unsurdur. Toplum yok edilmedikçe ahlak da yok edilemez. Bir toplumdaki krizin derinliği ahlaktaki alçalmayla bağlantılıdır. Ahlak er geç sadece krizden çıkış için değil, toplumların mutluluk içinde sürdürülebilir olmalarında da temel toplumsal doku, kurum olarak rolünü oynamak durumundadır.
4- Etik çalışmalar entelektüel alana, demokratik siyaset çalışmaları politik alana ilişkin görevler olmakla birlikte, ahlaki toplumla bütünleşmedikçe rolünü oynayamazlar. Ahlak her iki alan görevlerinin pratikleştiği toplum gerçeğini ifade eder. Demokratik kapsamı içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlaki kurum olarak değerlendirip, ahlaki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlaki merkezler olarak icra edilen işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Camiler sadece namaz gibi son derece basit bir ritüelin yeri (Hz. Muhammed döneminde camiler esas olarak ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği merkezlerdi. Namaz sadece bu işi onama ritüeli olarak düşünülmüştü. Sonraları ritüel esas oldu. Esas ahlaki ve politik toplum inşası ise unutuldu, unutturuldu) değildir. Demokratik modernitenin, ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği ahlaki kurumlar olarak, gerekirse program, örgütlenme ve çalışma tarzı olarak reformdan geçirilip yeniden düzenlemelere kavuşturulmalıdır. Alevi Cemevleri daha çok ahlaki ve politik toplum kurumları rolünü oynamalarına karşılık, onların da yeniden inşa çalışmalarında öncü düzeyde yeni düzenlemelere kavuşturulması gerekir. Devlet ve iktidarın karşıt dayatmalarına karşılık, ahlaki ve politik toplum birimlerinin kutsal ve ahlaki direnme hakları vardır. Gerekirse bu hakkı kullanmak gerekir. Ayrıca din ve vicdan (ahlak) özgürlüğü bunu gerektirir.
5- Ne modern kılıklı laisizm dayatmaları, ne de gelenek adına radikal veya ılımlı yeni dincilik dayatmaları sanıldıkları gibi birbirlerine karşıt iki eğilim olmayıp, liberalizmin iki eklektik ideolojik versiyonu olarak, ahlaki ve politik rolünü oynayamazlar. Bu yönlü tuzaklara düşmemek için dinin demokratik muhtevasıyla laiklikte kısmen yansıyan özgür ve seküler unsurları benimseyerek yaklaşım geliştirmek önemlidir. Her iki unsur demokratik modernitenin yeniden inşasında ancak bu kapsamda rol oynayabilirler. Aralarındaki asırlık oyunlarında, kavgalarında taraf olmamak kadar, dini ve ahlakı yozlaştırıcı, boşa çıkarıcı, moderniteyle çıkar temelinde yeniden entegre edici çabalarını boşa çıkarmayı bilmek gerekir.
6- Hukukun devlet zoruyla toplum üzerinde estirdiği teröre aldanmamak gerekir. Ahlak esas, hukuk talidir. Adaletli olduğu müddetçe hukuka saygı duyulur. Aksi halde sonuna kadar ahlaki ve politik toplumda ısrar etmek şarttır. Toplumun savunulması ve sürdürülebilirliğinin esas yolunun ahlaki tutumdan geçtiği bir an için bile unutulmamalıdır.
7- Ahlakın kurum olarak küresel temsilinde Vatikan türü Katolik ekümeniklerle İslam ümmetini (ekümenini) temsilen eski halifelik kurumunun (bu arada Musevilik, Budizm vb. ahlaki ve dini gelenekler de dahil edilerek) ve benzerlerinin ortaklaşa bir çatı altında yeniden kurumlaşmaları, teolojiden çok etik uygulamalar üzerinde yoğunlaşmaları, tüm insanlık adına ahlaki ve politik toplumun yeniden inşasında büyük rol oynayabilir. Bir nevi ulus-devletlerin BM çatısı altında bir araya gelmesi gibi, temel ahlaki öğretilerin modernite saldırılarına karşı bir araya gelerek kurumlaşmaları başarıları için şarttır. Tüm kutsallıkları ve ahlaki öğretileri
yutmaya çalışan uygarlık ve modernite canavarlıklarına (Leviathan‟a) karşı küresel kutsallıklar ve ahlaki öğrenim konfederasyonu bu şartın gereği olarak kurulmak durumundadır.
8- Demokratik modernite güçleri ahlaki alana ilişkin görevlerini benimseyip yaşamsallaştırmadıkça, uygarlık ve modernite güçlerinin kapsamlı ideolojik ve maddi kültür silahlarıyla yürüttükleri saldırılara karşı demokratik toplum birimlerini başarıyla savunup sürdüremeyeceklerini bilmek durumundadır.Ahlaka ilişkin konu ve kurumun tanımlanmasına yönelik bu kısa değerlendirmeler çözüm önerileri niteliğinde olup üzerinde kapsamlı tartışmayı gerektirir.. Demokratik modernitenin yeniden inşa çalışmalarında, tüm toplum birimlerinin ahlaki görevlerinde gösterecekleri başarı, küresel sistem krizinden zaferle çıkışta temel ölçüt olmaktadır.
C- Politik Görevler
1- Toplumsal doğa esas olarak ahlaki ve politik bir oluşumdur, varoluştur. Toplumlar varlığını sürdürdükçe, ahlaki ve politik nitelikleri devam eder. Ahlaki ve politik niteliğini yitiren toplumlar dağılmaya, çürümeye ve yok olmaya mahkûmdur.
2- Toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist olarak düz bir çizgide sürekli ilerleyen biçimler altında tasarlamak, hakikatlerini kavramaya katkı sunmaktan çok çarpıtmaya ve örtbas etmeye hizmet eder. Bu tür açıklamalar propaganda yüklüdür. Ahlaki ve politik nitelik ana toplum karakteri olup, bu niteliklerin varlık derecesine göre toplumları nitelemek en doğrusudur. Gerek sınıf ve devletin nitelikleri, gerek endüstriyel ve tarımsal gelişme seviyeleri toplumun esas karakterini oluşturmayan, geçici olgular niteliğindedir.
3- Toplumsal problem iktidarın tahakküm ve sömürüsüyle bağlantılı olarak doğar. İktidar ve sömürü geliştikçe toplumsal sorunlar da gelişir. Çözüm araçları olarak dayatılan sınıf temelli devletler, sınırlı çözüm kapasiteleri yanında esas olarak yeni sorun kaynağına dönüşürler.
4- Politika sadece toplumsal sorunların çözümünde değil, tüm hayati çıkarlarının belirlenmesinde, korunmasında ve sürdürülmesinde temel toplumsal çözüm aracıdır. Toplumun korunmasında öz savunma gerekli olup, politikanın askeri güç olarak devamı niteliğindedir.
5- Tarih boyunca uygarlıklar toplumu devlet idaresiyle yönetmeye çalıştıkça, toplumda politikanın işlevi daralır. Varlıkları sürdüğü müddetçe, toplumlar bu işlev daraltılmasına karşı direnişle yanıt verirler. Tarih bu iki ana etken altında ne tam uygarlık idaresidir, ne de tam demokratik politik yönetimdir. Tarihte çatışmalar bu iki ana etkenin çelişkili karakterlerinden kaynaklanır.
6- Tarihte barış dönemleri uygarlık güçleriyle demokratik güçlerin birbirlerini tanımaları, kimlik ve çıkarlarına saygılı davranmalarıyla sağlanır. İktidar uğruna çatışma ve ateşkeslerin barışla ilgisi yoktur.
7- Kapitalist modernite döneminde iktidar tüm toplumu içten ve dıştan kuşatıp bir nevi iç sömürgeye dönüştürür. İktidar ve temel devlet formu olarak ulus-devlet, toplumla devamlı savaş halindedir. Direniş politikası kaynağını bu gerçeklikten alır.
8- Kapitalist modernitenin topluma karşı bu topyekûn savaş hali, demokratik modernite alternatifini daha acil ve zorunlu kılar. Demokratik uygarlık güçlerinin günümüzdeki varlığı olarak demokratik modernite ne geçmişte yaşanan bir altınçağ anısıdır, ne de geleceğe ilişkin bir ütopyadır. Kapitalist sistemle varlıkları, çıkarları çelişen tüm toplum birim ve bireylerinin varlık ve duruşudur.
9- Sistem karşıtı güçlerin son iki yüz yıllık mücadeleleri ya iktidar perspektifi nedeniyle ya da politik alanı boş bırakmalarından dolayı çözümsüz ve başarısız kalmıştır. Değerli bir miras bırakmalarına rağmen, eski zihniyet ve yapılanmalarla ne modernitenin kendisine, ne de sistemik krize karşı bir alternatif oluşturabilirler.
10- Alternatif olmak ancak modernitenin üç ayağı olan kapitalizme, endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı kendi sistemini geliştirmekle mümkündür. Demokratik toplumculuk, eko-endüstri ve demokratik konfederalizm; demokratik modernite adıyla karşıt sistem olarak önerilebilir. Demokratik uygarlığın mirasıyla sistem karşıtlarının yeni sistemde buluşmaları başarı şansını arttırır.
11- Demokratik konfederalizm, demokratik modernitenin temel politik biçimi olup, yeniden inşa çalışmalarında hayati bir rolü ifade eder. Kapitalist modernitenin çözüm aracı olmaktan çok, sürekli sorun doğuran temel devlet formu olan ulus-devlete seçenek oluşturan demokratik modernitenin temel politik biçimi olarak demokratik konfederalizm, çözüm üretmenin en uygun demokratik siyaset aracıdır.
12- Demokratik siyasetin yürürlükte olduğu ahlaki ve politik toplumlarda özgürlük, farklılıklar temelinde eşitlik ve demokratik gelişmeler en sağlıklı yoldan sağlanmış olurlar. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ancak toplumun kendi öz vicdan ve zihniyet gücüyle yaptığı tartışma, karar ve eylem gücüyle mümkündür. Hiçbir toplumsal mühendislik gücüyle bunu sağlamak mümkün değildir.
13- Demokratik konfederalizm, modernitenin ulus-devlet eliyle yürüttüğü monolitik, homojen, tek renkli faşist toplum modelinden kaynaklanan etnik, dinsel, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal sorunlarına karşı temel çözüm aracı olarak demokratik-ulus seçeneğini sunar. Demokratik-ulusta her etnisite, dinsel anlayış, kent, yerel, bölgesel ve ulusal gerçeklik kendi öz kimliğiyle ve demokratik federe yapısıyla yer alma hakkına sahiptir.
14- Demokratik-ulusların küresel birliğinin BM‟ye alternatifi, Dünya Demokratik Uluslar Konfederasyonu‟dur. Kıtasal parçalar ve büyük kültürel alanlar daha alt düzeyde kendi Demokratik Ulus Konfederasyonlarını oluşturabilirler. AB bu doğrultuda hegemonik davranmazsa ilk adım sayılabilir. Küresel ve bölgesel hegemonik iktidara karşı çıkışlar bu kapsamda ele alınır.
15- Tarihte uygarlık güçleriyle demokratik güçler arasında çoğu kez gerçekleştiği gibi, kapitalist modernite güçleriyle demokratik modernite güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etme ve demokratik özerk yönetimlerini tanıma temelinde barış içinde bir arada yaşayabilir. Bu kapsam ve koşullar altında ulus-devletin sınırları içinde ve dışında demokratik konfederal siyasi oluşumlarıyla ulus-devlet oluşumları bir arada barış içinde yaşayabilir.
GÖRÜġME NOTLARINDAN 2010
DEMOKRATĠK KONFEDERALĠZM DEVLET OLMAYAN DEMOKRATĠK ULUS ÖRGÜTLENMESĠDĠR
Toplum özünde ekolojik bir olgudur
Toplumsal sistem krizi ile birlikte gittikçe derinleşen ekolojik krizin kökenlerini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yoldur. Toplum içinde tahakkümden kaynaklanan insana yabancılaşma geliştikçe, doğayla yabancılaşmayı da beraberinde getirdiği, ikisinin bir iç içeliği yaşadıkları bilinmelidir. Toplum özünde ekolojik bir olgudur. Rönesans özünde doğayla kopan zihniyet bağının yeniden kurulması çabasıdır. Demokratik-ekolojik toplum sisteminde bilim ve tekniğin oynayacağı rol ekolojiktir. Ekolojinin kendisi de bir bilimdir. Felsefe de insanı „kendi farkına varan doğa‟ olarak tanımlar. İnsan özünde en gelişmiş doğa parçasıdır. Doğal çevreyle bütünlük sadece ekonomik, sosyal içerikli değildir. Felsefi olarak da doğa, kavranması vazgeçilmez bir tutkudur. Aslında bu karşılıklıdır. Doğa insanlaşarak büyük merakını, yaratım gücünü kanıtlarken, insan da doğayı kavrayarak kendi farkına varmaktadır. Doğayla bütünleştirmeyen hiçbir toplum sisteminin rasyonelliği, ahlakiliği savunulamaz. Doğal çevreyle en çok çeliştiren sistemin rasyonelite ve ahlaki olarak da aşılması bu nedenledir. Kapitalist toplum sisteminin yaşadığı kaosla çevre felaketi arasındaki ilişki diyalektiktir. Ancak sistemden çıkış doğayla olan köklü çelişkileri aştırabilir. Yalnız başına çevrecilik hareketleriyle çözümleyici olunamayacağı çelişkinin karakterinden ileri gelmektedir. Diğer yandan ekolojik bir toplum ahlaki dönüşüm de gerektirir.
Kapitalizmin anti-ahlakiliği ancak ekolojik yaklaĢımla aĢılabilir
Ahlak-vicdan ilişkisi empatik ve sempatik bir ruhsallığı gerektirir. Bu ise yetkin bir ekolojik donanımla anlam bulduğunda değer taşır. Ekoloji doğayla dostluktur, doğal dine inanıştır. Bu yönüyle doğal, organik toplumla yeniden ve uyanmış bilinçle bütünleşmeyi ifade eder. Ekolojik bilinçten yoksun bir toplumsal bilinçlilik, çözülmek ve yozlaşmaktan kurtulamaz. Ekolojik bilinç temel ideolojik bir bilinçtir. Felsefeyle ahlakın sınırları arasındaki köprü gibidir. Çağdaş krizden kurtarıcı politika ancak ekolojik olduğunda doğru bir toplumsal sistemliliğe götürebilir. Kadın özgürlük probleminde olduğu gibi, ekolojik sorunların çözümünde de bu denli gecikmiş ve yanlışlıklarla dolu yaşamın altında ataerkil-devletçi iktidar anlayışının temel bir rolü vardır. Ekolojiyi ve feminizmi geliştirdikçe, ataerkil-devletçi sistemin tüm dengeleri bozulmaktadır.
Gerçek bir demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ancak kadın özgürlüğü ve çevrenin kurtuluşu amaçlandığında bütünlük kazanabilir.
Halkların temel sloganları Özgür Ulus ve Vatan, Demokrasinin En Kapsamlı Uygulanmasından Geçen Sosyalizm -yani hukuki olmayan, eşitsizlerin eşitliğine dayanan bir eşitlik anlayışı- Dinsel İnançlara Özgürlük ve Devlet Olmayan Demokratik Kongreler olarak sıralanabilir. Demokratik örgütlenmenin temel biçimleri olarak en üst düzeyde bir kongreyle, tabanda yerel komünler, kooperatifler, sivil toplum örgütleri, insan hakları ve belediye örgütlenmeleri başta gelenler olarak sıralanabilir. Halk kongrelerini ne devlete alternatif ne de devletin bir kuruluşu gibi görmek gerekir. Yine ağır ulusal sorunların yaşandığı ülkelerde kongre modelleri tampon araçlar olarak hayatiyet kazanabilir.
Demokratik konfederalizm Avrupa’nın Ģu an içine girdiği eğilimdir
Avrupa‟da dört yüzyıl uluslar, mezhepler birbiriyle boğazlaştı. 1649 Vestfalya, yine 1851 dönemi var; ondan sonra birinci ve ikinci dünya savaşları yasandı, yüz binler öldü. Dinler, mezhepler savaşı oldu. Bunların hepsine yol açan milliyetçiliktir. Ama simdi bunlar aşılıyor. Dün Erdoğan “Etnik, dinsel ve bölgesel milliyetçiliğe karşıyım” diyordu. Bizi kast ederek bunları söylüyordu. Bana cevap hakki doğdu. Cevap veriyorum. Dinsel milliyetçiliğe dayanan AKP‟dir. Hem Türk, hem Kürt etnik milliyetçileri de en çok AKP‟nin içindedir. Şeyhler, ağalar takımı da kendi içlerindedir. Suçlu insan telaşına girerek başkasını suçluyor. Bunu AKP‟ ye iade ediyorum. Çok net ortaya koyuyorum. Türkiye‟de dinsel milliyetçiliğe, etnik milliyetçiliğe bulaşanlar çok. Demokratik konfederalizmin öncülüğünü Avrupa‟da bugün burjuvazi yapıyor. Ben halkın demokratik konfederalizmi kavramını kullanıyorum. Devlet değil, milliyete dayanmaz, siyasi sınırları esas almıyor; hangi siyasi kültürden, hangi dinden olursa olsun hepsini kapsıyor.
Devleti hedeflemiyor
Benim önerdiğim devleti hedeflemiyor. Bu nedenle kavramı, kuramı, kurumu doğru tartışın demiştim. Demokratik ulus devletçi ulustan farklıdır. Demokratik konfederalizm eşittir, demokratik ulus; demokratik ulus da eşittir halkın demokrasisi. Benim önerdiğimde devlet ekseni yoktur, gevsek bir örgütlenmedir. Bu bizim ayni zamanda eşitlik, özgürlük ve sosyalizm anlayışımızı da dile getiriyor. Nasıl ki Avrupa konfederasyona gidiyorsa, ileride Ortadoğu Konfederalizmi olabilir. Zaten Ortadoğu tarihi konfederalizme uygundur. Bu günden yarına hemen kurulacak anlamında söylemiyorum, ama çağın gidisi o yöndedir. Milliyetçilik ideolojisi üç yüzyıl Avrupa‟yı, yüzyıldır da Ortadoğu‟yu kasıp kavurdu. Ortadoğu‟da Yahudileri Siyonist milliyetçilik, Arapları Baas milliyetçiliği, Türkleri de İttihat ve Terakki milliyetçiliği batırdı. Ecevit de bir dönem Türkiye, Azerbaycan, Kıbrıs federasyonu diyordu. Konfederalizm şiddete, ayrımcılığa yer vermeyen gönüllü bir çözüm modelidir. Benim çözüm tarzım, perspektifim budur. Bunun karşıtı da milliyetçi yaklaşımdır. Milliyetçilik boğazlaşmaları halkları tüketir.
Devlet olmayan, demokratik ulus örgütlenmesi
Geçende söyledim: Ortadoğu ve hatta bütün dünya halkları için geçerli çözüm demokratik konfederalizmdir. Demokratik konfederalizm devlet olmayan, demokratik ulus örgütlenmesidir. Demokratik konfederasyon azınlık örgütlenmesidir; kütür
örgütlenmesi, dini örgütlenme, hatta cins örgütlenmesi ve buna benzer örgütlenmelerdir. Buna demokratik ulus ve kültür örgütlenmesi diyorum. Her köyde demokratik bir komün çıkar. Her kültürel örgütlemenin, bunların tümünün birleştirilmesi konfederasyondur. Çizgi olarak yansıtılmalı. Buna devlet olmayan demokratik konfederasyon diyorum. Bunun tarihi örnekleri de var. Daha önce Atina demokrasisi vardı. Sümerlerde de benzer bir örgütlenme vardı. Savunmamda bunları açmıştım. Avrupa konfederalizmi doğuyor. Ortadoğu konfederalizmi de olabilir. Kürtler için de Ortadoğu‟da Kürt konfederalizmi uygundur. İsrail ve Filistin kendi aralarında demokratik konfederalizmi oluşturabilirler. 22 Arap devleti, kendi arasında demokrasiyi gözeten demokratik konfederalizm olabilir. Türkler kendi aralarında Türk demokratik konfederalizmi kurabilir. Bütün Türkleri tek devlet bayrağı altında toplayamazsınız. Çünkü hepsi milli devletlerdir. Ancak kendi aralarında demokratik konfederalizm olabilir.
Bölgemizde demokratik konfederalizmin kuruluĢ zemini güçlüdür
Hukuk yerine ahlakın esasta rol oynadığı, yaratıcı bir eğitimle yaşam tutkusu gelişkin olan, kendi içinde savaşı tanımayan, kardeşçe ve dostça ilişkilerin egemen olduğu bu toplum eşitlikle yüklü sosyalizme geçişin en doğru yoludur. Ortadoğu halklarının tarihte uzun süre yaşadıkları komünal toplum ve eşitliğe yakın etnik düzenleri günümüzün bilim ve teknolojik olanaklarıyla birleştirilirse, daha gelişkin demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplumunu yaşamak en soylu değer olarak anlam bulacaktır. Bölge tarihsel olarak federatif bir karakter gösterir. Onlarca ulus-devleti kaldıramaz. Mevcut devletlerin sayısı bile çözümsüzlük üretir. Mezhep, etnik yapı, tarikatlar ve diğer cemaat türü gruplar devleti kendilerine bağlayarak karşılıklı beslenme sürecine girerler. Daha da çoğaltılacak tarihsel ve toplumsal nedenlerle bölgede demokratik konfederalizmin kuruluş zemini güçlüdür. Mevcut teokratik, otokratik ve anti demokratik yapılarda çıkarı olan egemen güçlerin aşılması, halkların demokratik eylem gücüyle mümkündür. İç içe geçmiş olan diller, inançlar ve aynı ölçüde kültürler mozaiğinde konfederal demokratik örgütlenme en doğru çözüm olacaktır. Demokratik konfederal çözüm, Kürdistan parçaları ve yurtdışındaki Kürtler arasında bağlayıcı ilişki sistemi yaratırken, bölge halkları arasında da karşılıklı yarara ve ortaklaşmaya dayanan birlikteliğin zeminini güçlendirecektir. Bu şekilde demokratik konfederal Kürdistan, demokratik Ortadoğu konfederasyonunun anahtarı olacaktır.
Kansız Kürt demokrasisi
Kürtler için de bu uygundur. Kürtler kendi içinde, sınırlara dokunmadan, kendi aralarında Kürt demokratik konfederalizmini kurabilirler. Bütün Kürdistan parçaları, sınırlara dokunmadan, sınırları engel yapmadan, sınırları bir köprü olarak görüp demokratik konfederalizmi geliştirebilirler. Kürtler kendi aralarında siyasi, kültürel ve politik ilişkiyi sağlarlar. Sınırları yıkmak değil, köprü yapmaktır. Bunun kimseye zararı yoktur. Bu yapılmazsa kan deryasına döner. Kürtler kanlı bir süreçten ancak böyle kurtulabilirler. Kansız Kürt demokrasisi böyle gelişir. Aksi halde Filistin-İsrail benzeri kanlı süreç yaşanır. Bu çözüm Kürt milli devleti etrafındaki boğazlaşmayı önler. Bunun için ulus devletlerin demokrasiye açık olmaları tek şarttır. Kürtlerin demokratik bir ulus olmalarına karışmayacak, uzlaşacak. Bu muazzam kazandırır. Türkiye, Iran, Suriye ve hatta Kürt devletçiği de buna engel olmamalıdır. Türkiye demokratik bir devletim diyor. Demokratik duyarlılık gösterirse bütün problemler çözülür. Aksi halde “Demokratik ulus şansını vermeyeceğiz, tasfiye edeceğiz, PKK‟yi boğacağız, Barzani ve Talabani yardımcı olacak, İran‟la anlaştık, şunun la bununla anlaştık, ortadan kaldırırız” derlerse felaket olur. PKK boğulursa Kürt milliyetçiliği mutlak hakim olur. Devlet kendini kandırıyor. “PKK zayıf düştü, parçalandı, Kongra Gel bitti” diyorsa yanılıyor. Öyle kolay kolay bitmez. PKK aşılırsa Kürt Hizbullahı hortlar, Kürt milliyetçiliği egemen olur, Kürt dinciliği ve Nakşibendîciliği gelişir. Bu ikisi birleşirse, asıl felaket o zaman olur. Dışarıda Türklerin düşmanları var. Hepsi Kürt milliyetçiliğinin arkasına sığınır, her şey yapmak isterler.
ABD’nin Ortadoğu projesine karĢı, Kürdistan Demokratik Konfederasyonu
ABD‟nin Ortadoğu projesini biliyorum. Kapitalizmi krizden kurtarma operasyonudur. ABD‟nin projesine karşı, ilkel milliyetçilere karşı halkların yanıtı ne olmalıya yanıtım şudur: ABD‟nin Ortadoğu projesine karşı Kürtler için önerdiğim projem, Kürdistan Demokratik Konfederasyonudur. Ana projem budur. ABD‟nin federatif Kürt politikasına karşı Kürtlerin esas alması gereken proje budur. Ulus devlet önermiyorum; federatif, merkezi ulus devleti içermiyor. Önerdiğim devlet olmayan, ona asla teslim de olmayan model. Bunu tüm Kürdistan parçaları için öneriyorum. Kongra Gel bunun öncü temel çekirdeğidir.
Örgüt çokluğu kadar örgüt içi demokrasi de en az genel demokratik kriterler kadar vazgeçilmezdir.
Genel Halk Kongreleri özgünlüğü olan, her halkın temel sorunlarına çözüm için vazgeçilmez bir örgütlenme modelidir. Halk kongreleri olmadan halk demokrasilerinden bahsedilemez. Partiler temel siyasal örgütler olarak demokrasilerin vazgeçilmezidir. Sivil toplum örgütlenmeleri sosyal alandaki başta gelen örgütlenme biçimidir. Hukuksal alanda insan hakları, barolar ve vakıflar önem taşır. Ekonomik alanın esas örgütlenmesi ise kooperatifler, çalışma grupları ve birçok kamusal amaçlı ulaşım, ticari, mali ve sinai nitelikte olabilir. Sağlık ve eğitim halkın en çok çözümlenmesi gereken kamusal kurumlarıdır. Sanat ve sporun teşkilatlanması da halkın genel eğitimi açısından vazgeçilmez alanlardır. Köy düzeyinde muhtarlık ve ihtiyar heyetlerini devlet aracı olmaktan çok demokratik araçlar olarak örgütlemek gerekir. Her köy için bir „Halk Kültür Evi‟ zorunludur. Şehirlerde aynı biçimlerden ayrı olarak komünler en taban örgütler olarak anlam bulmalıdır. Yine şehir meclisleri vazgeçilmez bir kurumdur. Şehirlerarası belediye birlikleri bölgesel çaplı olarak anlamlıdır. Tüm bu kurumlar ve örgütlenmeler kendilerini en yüksek karar organı olarak „Genel Halk Kongresinde‟ temsil edebilmelidir. Halk Kongreleri, demokratik konfederal sistemin yönetim modelini idare meclisleri aracılığıyla uygularlar.
Demokratik konfederalizm, karar alma ve politika belirleme mekanizması değil, idare meclislerinden oluĢan yönetim tarzıdır
Özü ademi merkezileşme, öz yeterlilik ve karşılıklı bağımlılıktan oluşan bir yönetim sistemi olmasıdır. Bu çerçevede konfederalizm yerleşimler ve bölgeler arasında var olan karşılıklı bağımlığı süreklileştiren idare meclisleri ağından oluşan bir sistemdir. Demokratik konfederalizmin yürütücüsü olan idare meclisleri idare kapsamına giren alana göre köy, kasaba ve büyük şehirlerin mahallelerinde karşılıklı ilişki tabanına dayanan meclisler tarafından demokratik yollarla seçilirler ve bu meclislere karşı sorumludurlar. O meclisler tarafından belirlenen politikaları uygulamak, alınan kararları pratikleştirmekle görevlidirler. Kendileri politika belirlemez, karar almazlar. Kararların ve politikaların uygulanmasında koordinasyonla yükümlüdürler. Bu meclislerin üyeleri seçici meclisler tarafından görevden çekilebilirler. Demokratik konfederalizm sistemi, politikaların oluşturulması ile koordinasyonu ve uygulanması arasında kesin bir ayırım yapmaktadır. Bu sistem yerel demokrasinin gelişkinliği, ademi merkezileşmenin düzeyi oranında uygulanabilir. Bir diğer uygulama zemini ekonominin konfedere biçime gelmesidir. Konfederal sistem, bir yerleşimde, bir kaç yerleşimi kapsayan bir alanda, geniş bir bölgede uygulanabileceği gibi birkaç bölgeyi ve ülkeyi kapsayan alanda da uygulanabilir bir sistemdir. Konfedere sistem ile devletçi merkezi yönetim anlayışı arasıda büyük farklılık bulunması demokratik konfederal sistemin esprisidir
Demokrasiyi geliĢtirmeden sosyalizm olmaz
Benim bu söylediğim, Cumhuriyetin demokratikleşmesidir. Reel sosyalizm dahil, devlete dayanan bir sosyalizm anlayışını doğru bulmuyorum. Benim demokratik konfederalist anlayışım budur. Demokrasiyi geliştirmeden sosyalizm olmaz. Sovyet hegemonyacılığı ile tutmadı. Sovyetler Sümer rahip devleti gibiydi. Çin de öyle. O yüzden ABD karşısında tutunamıyorlar. Ortadoğu‟nun mevcut durumu ne üstten ABD‟yi, ne de alttan halkı kabul eder. Yönetimler bu arada sıkışmışlardır. Ya kendilerini dönüştürürler, ya da ABD‟nin baskısı karşısında ezilirler. Yeni bir milliyetçi dalga nasıl geçmişi kaybettirdiyse, bugünü de kaybettirir. Burada demokratik konfederalizm ilaç gibidir. ABD milliyetçiliği kışkırtıp bir yüzyılın kaybına yol açabilir. Milliyetçilik bir yüzyılı kaybettirdi, bu yüzyılın da kaybolmaması için demokratik konfederalizmi tabandan örgütlemek gerekir. Bu ana çizgidir. Demokratçılığa dayanan sosyalizm olmalı. Bunun özü daha önce program için açtığım altı maddedir. AB demokratikleşiyor, Türkiye demokratikleşiyor, Kürt Hareketi demokratikleşiyor. Bunlar bir sentez oluşturmalı. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye konfederalizm olsun demiyorum. Üniter yapısını koruyarak, ama demokratik bir cumhuriyet olsun diyorum. Talabani-Barzani devleti yerine Kürdistan Demokratik Konfederalizmi diyorum. Bu, Türkiye Cumhuriyeti ile dost olmalı. Demokratik konfederalizm Kürt milliyetçisi değildir. Milliyetçi devletçilikten uzak durulması, demokratik ulusçuluğa önem verilmesi ve AB sürecinin bir sentez olarak algılanması gerekir. Bu temelde halkın seferber olmasını istiyorum.
Taban demokrasisi
Daha önce altı maddelik ilkeleri belirmiştim. Siyasi içeriği budur. Taban demokrasisi kavramını kullanmıştım. Bu kavrama uygun olarak özgür yurttaş meclislerinden yukarıya doğru gelişir. Üstte gevsek bir koordinasyon merkezi olur. Türkler, Kürtler, Araplar için de öneriyorum. Arapların yirmi iki devleti var. Bu yirmi iki devlet kendi içinde demokratik konfederalizm oluşturabilir. Ama Arapların ve Türklerin devletleri var. Devlet eğilimli düşünüyorlar, onların bu yaklaşıma gelmesi zor. Geriye bunu gerçekleştirecek sadece Kürtler kalıyor. Kürtler için demokratik konfederalizm olabilir. Barzani ve Talabani‟nin federesi var. Onlar devlet hedefli oluşumlardır.
Farklılıklara evet, ayrılıkçılığa hayır
Türkiye‟de biz eğer konfederalizmi başaramazsak, Barzani ve Talabani tarzı federe burjuva milliyetçiliği gelişir. Türklerde de milliyetçilik güçlüdür. ABD de Kürt milliyetçiliğinin arkasındadır. Birbirini katletmenin hiçbir anlamı yok. Ben her zaman katletmeye karsı durdum. Burada da bunun için yasıyorum. Kürtlerde demokratik bilincin gelişmesiyle bu isler çözülür. Diyarbakır‟daki mitingde atılan “farklılıklara evet, ayrılıkçılığa hayır” sloganı güzel bir slogan. Önemliydi, doğru bir slogandı. Suriye korkunç milliyetçi bir devlettir. Iran da Şia milliyetçisidir. ABD, Türkiye ve İsrail ittifakı da tehlikelidir. Ama Kürtlerin konfederalizmi Ortadoğu‟daki bu sorunları çözebilir. Üniter devlet kalır, ama küçülür. Zaten zorunludur. Böyle büyük devlet çökertir. Obez devlet diyorum. IMF zaten küçültüyor, AB demokratikleştirir. Beş yüz milyar Dolar borçla bir devlet ayakta kalamaz.
Kürtler için devlet değil, demokratik konfederalizm
Bunun içinde kadınlar birliği, belediyeler birliği, mahalleler birliği, demokratik isçiler birliği, gençlik birliği, öğrenciler birliği biçiminde halkı içine alır. Demokratiktir, içinde halk vardır. Bu kavramları yeniliyorum. Yanlış anlaşılmasın. Örneğin TÜRK-İŞ ve DİSK de birer konfederasyondur. O anlamda hukuk dışı bir şeyden bahsetmiyorum. Devlet dışı, bir devlet değil. Bu kavrama yeni bir anlam yüklüyoruz. Diğer partiler de değişmek zorunda. Yarından itibaren demokratik bir dönemdir. Tek şef partileri, merkezi ve oligarşik parti dönemi geçmiştir. Simdi demokratik dönemdir. Cumhuriyeti üç dönemde ele alıyorum: Elliye kadar otoriter dönem, elliden günümüze kadar oligarşik yozlaşma dönemi, simdi de cumhuriyetin demokratikleşmesi dönemi yaşanıyor. AB bunu gerektiriyor
Böylesi bir durumda demokratik özerklik de fiilen zaten geliĢir
Diyarbakır‟daki sivil toplum örgütlerinin yaptığı açıklamaya da belirttiğim paralelde sonuna kadar katılıyorum. Ancak sadece bir açıklama yetmez ben buna eylemsellik boyutuyla katılıyorum. Bu tarz kararların eylemselliklerle desteklenmesi gerekiyor. İki taraflı çatışmasızlık süreci geliştirilebilir. Böyle bir irade ortaya çıkarsa KCK de buna uymalıdır. Ancak şunu belirteyim, kimse kurbanlık koyun gibi de kafasını uzatarak bekleyemez. Meşru müdafaa hakkı kullanılır, bu evrensel bir haktır. Ayakta kalmak için her canlı kendisini savunmak zorundadır. Bitki-hayvan bütün canlılar için bu geçerlidir. PKK ve halkımız bu evrensel hakkını doğal
olarak kullanır. Ben daha önce de belirtmiştim “Gül Teorisi” demiştim. Gül bile yaprakları dökülürken dikenleriyle kendi öz savunmasını yapıyor, kendisini koruyor. Bu böyle anlaşılmalıdır. Bu öz savunma hukuki, ekonomik ve diplomatik çalışmalarla güçlendiğinde kendiliğinden fiilen demokratik özerklik ortaya çıkıyor. Böylesi bir durumda demokratik özerklik de fiilen zaten gelişir. KCK dağda, BDP şehirde demokratik özerkliği ilan eder. Dört temel alanda öz savunma, hukuk, ekonomi, diplomasi olarak gelişir demokratik özerklik. Bütün bu belirttiklerimi BDP Merkez Yürütmesiyle de paylaşılmalı, bu konudaki düşüncelerim aktarılmalı. Bir demokratik seferberlik başlatılmalıdır. Bu yanlış anlaşılmamalıdır, savaş anlamında değil seçimlere yönelik bir seferberliktir. Demokratik anayasa zeminini hazırlamak için seçimlerde başarı sağlanmalıdır. BDP‟liler İçişleri Bakanı aracılığıyla görüşmeye devam edebilirler ama onlar da daha önce anlattığım demokratik özerklik çerçevesinde politik, diplomatik, güvenlik, kültürel ve ekonomik boyut olarak saydığım beş ilkeyi esas alarak görüşebilirler. Görüşmeler ilkeler temelinde olur.
Benim demokratik özerklik projem
Benim demokratik özerklik projem bir yandan kendi içinde sınırlarla çatışmayan bir çözüm öte yandan esasında evrensel hegemonyayı reddeden ama çatışmayan, kendi ilkelerini korumak şartıyla, bu “imparatorluk” da denen Küresel hegomanyanın içinde erimeden varlığını sürdürebilen bir çözümdür. Bu çözüm demokratik konfederalizmin ilkelerini de ihtiva ediyor. Siyasal, sosyal-kültürel, ekonomik, diplomatik, güvenlik beş ilke demiştim, bunları ihtiva eder. Bu meselenin demokratik özerklik temelinde çözümü bütün Ortadoğu‟yu aydınlatacak, İtalya için de İspanya için de bir model olacaktır. Benim devlet ve iktidar konusundaki görüşlerim Gramsci‟nin görüşleriyle paraleldir. Marks ulus-devleti kabul etmişken ben bunu kabul etmiyorum. Avrupa‟nın şu an yaşadığı krizin sebebi de yine bu ulus-devlet yapılanması, anlayışıdır. Hazırlayacağınız yazıda başlık şu olabilir; “Kürdistan yeni bir Devrimin Eşiğinde mi?” Bu devrimde öyle çok fazla kan da dökülmeyecektir. Bizim öngörümüz ve amacımız bu çözümü barışçıl yollardan en az hasarla sağlamaktır. Bu temelde ayrıntılı olarak hazırlayacağınız yazının orada da Avrupa‟da da yankı uyandıracağını düşünüyorum. Kürt sorunu konusunda üç yol var. Birincisi 80-90 yıldır devam eden inkâr-imha politikası, anlayışı. İkincisi küçük Kürdistan kurup tüm Kürtleri oraya bağlamak. Yani küçük Kürdistan‟ı kurararak Büyük Kürdistan hayaliyle Kürtleri bir yüz yıl daha oyalamak. Tıpkı Yunanlıların megalo ideası gibi. Küçük Yunanistan‟ı kurup, megalo ideasını yaşatmak. Yine tıpkı küçük Ermenistan‟ı kurdurarak Büyük Ermenistan hayaliyle Ermenileri oyalamak gibi. Burada da küçük Kürdistan‟ı kurup Büyük Kürdistan hayalini yaşatmak istiyorlar. Bu durumda Kuzey‟deki Kürtleri oraya bağlayacaklar, onu da küçük Kürdistan‟a bağlayacaklar. Her türlü bağlanımdır. Küçük Kürdistan‟ı kurup bütün Kürtleri ora üzerinden kontrol edecekler. Bunu ortaya çıkarmak hayati önemdedir. On yıldır bunu söylüyorum. Bizim alçakları da bu şekilde oraya bağladılar. Orada her türlü imkân verdiler, para, kadın, ev verdiler. Birçok kişiye de orada şirket kurdurup kendilerine bağlıyorlar. Evet, ben de Zaman gazetesinden öyle bir sonuç çıkardım, öyle bir izlenim edindim. Geçmişte nasıl ki ülkü ocakları üzerinden Sol pasifize edildiyse, bugün de bu cemaatler eliyle hareketimiz pasifize edilmek isteniyor. Çok güçlü ekonomik imkânları da var. Bunu da devreye sokuyorlar. Bazı aileleri bu çerçevede kendilerine bağlıyorlar. İşte o alçaklar, Osman onlar -bizim zavallı bacıyı Havva‟yı da kullandılar- Osman “benim önümü açın ben gidip Muhafazakâr Kürtleri örgütleyeyim” diyordu. Küçük Kürdistan‟ı İsrail gibi şununla bununla savaştıracaklar, bir gün Türklerle savaştıracaklar, bir gün Araplarla savaştıracaklar, bir gün İran‟la savaştıracaklar. Herkesle savaştıracaklar. Yani filler çimende çarpışacak ezilen, ölen biz olacağız. Üçüncü yol da bizim savunduğumuz demokratik çözümdür. Biz burada demokratik cumhuriyet, demokratik vatan, demokratik toplum diyoruz. Bizimkiler gün gün muazzam politika yürütmelidirler. Kim bu karmaşa halinde çok iyi örgütlenirse iyi ve doğru politika yürütürse o kazançlı çıkar. Akademi kurun diye o kadar çok söyledim, bugün akademi ihtiyacı nasıl hissediliyor, ortadadır. Bu yaşananları süreci doğru kavrarlarsa tutuklamaları da boşa çıkarırlar. Kendi yerel demokratik önderliklerinizi ortaya çıkarmanız gerekir. Bu tutuklamalar devletin bir taktiğidir. İyi bir siyaset yürütümüyle bu tutuklamalar rahatlıkla boşa çıkarılabilir. Ben siyaseti iyi yürütün derken size illegal bir alanı işaret etmiyorum. Demokratik zeminde yapılabilecek muazzam çalışmalar var, bunları yapın diyorum. Ama çok iyi anlamıyorsunuz, çok hantal çalışılıyor. Yerel demokratik önderlikler ortaya çıkmadı. Teorik olarak da çok dogmatikler. PKK bir zaman dogmatik kaldı, DTP dogmatikti. PKK kendini geliştirdi ama BDP halen kendini geliştiremiyor, kısmen dogmatiktir. DTK halen geliştiremiyor kendisini. DTK Kürt toplumunun yasal demokratik örgütlenmesinin adıdır. Yine DBP yasal ve Türkiye‟nin tümünde çalışmalarını yürüten bir siyasal partidir, Türkiye partisidir. Bunlar KCK‟dan ayrı çalışmalardır, birbirine karıştırılmamalıdır. KCK adı üzerinde yasa dışıdır, dağda silahlı bir örgüttür. Birçok yerde örgütlenebiliyor. Örneğin Maxmur bir KCK birimidir. KCK birçok yerde buna benzer birimler oluşturabilir, Dersim KCK, Amed KCK, Avrupa KCK olabilir. KCK, BDP ve DTK üçü de farklı örgütlenmelerdir. KCK, diğerlerinin çalışmalarına zarar vermemelidir. KCK bunların içine sızmamalıdır, sızarsa bu olmaz. Dil, bedendir. Coğrafya bedendir. Kültür bedendir. Bedenlerinize sahip çıkın. Öyle tek başına kuru bir dil bir anlam ifade etmez. Bunlar hepsi bütünlüklüdür. Bir arada düşünülürse demokratik bir toplulukla bunlar birlikte bir anlam ifade eder. Dil, coğrafya, kültür, bunların hepsine ben beden diyorum. Bedeninize sahip çıkmazsanız baş bir işe yaramaz bir anlam ifade etmez. Bütün bunlar DTK‟nın çalışma alanlarıdır; dil, kültür, sanat, spor her alanda toplum içinde çalışmalarını yürütürler.
Devrimci Selam Ve Saygılarımızla
PAJK Yayınları

İsviçre’de Kürtlerin ‘Veysi Heval’ı hayatını kaybetti


İsviçre’de Kürtlerin ‘Veysi Heval’ı hayatını kaybetti

ANF09:47 / 05 Kasım 2010 ZÜRİH – İsviçre’de sürgünde yaşayan Veysi Heval olarak tanınan Veysi Tüzer geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama gözlerini yumdu.

Uzun süredir Kürt özgürlük mücadelesi içerisinde aktif rol alan Veysi Tüzel ülkede yaşadığı zorluklara rağmen ayakta kaldı ancak, ancak sürgünde kalbi daha uzun dayanamadı.

Doğup büyüdüğü kent olan Batman’da yaşadığı baskılardan kaçıp ailesi ile İstanbul’a yerleşen Tüzer, burada da aktif olarak Kürt hak talepleri için mücadeledeki yerini aldı. İstanbul’daki faaliyetlerinden dolayı yakalanıp cezaevine giren Veysi Heval cezaevinden çıktıktan sonra artan baskılar sonucu ailesiyle birlikte Yunanistan’a çıktı. Bir süre kaldıktan sonra 2001’de İsviçre’ye gelerek burada mülteci olarak yaşamaya başladı.

Son olarak Zürih Kürt Kültür Derneği Başkanlığını yürüten Veysi Heval’in en büyük dileği doğup büyüdüğü topraklara bir daha dönmekti.

Zürih Kürt Kültür Derneğinden yapılan açıklamaya göre bugün (Cuma günü) hastaneden alınacak naaşı Zürih Kürt Kültür Derneğinde saat 14.00’te yapılacak anmadan sonra akşam saatlerinde memleketi olan Batman’a gönderilecek.

Ayrıca Zürih Kürt Kültür Derneği Cuma, Cumartesi ve Pazar günü Tüzer ailesi ile birlikte taziyeleri kabul edecek.

ANF NEWS AGENCY

Avrupa basını: PKK barıştaki ısrarını ispatladı


Avrupa basını: PKK barıştaki ısrarını ispatladı

ANF09:11 / 02 Kasım 2010 BERLİN – KCK Yürütme Konseyi’nin eylemsizlik sürecini 2011 genel seçimlerine kadar uzatmasının dış basında yankı yaptı. Taksim’deki bombalı saldırıyla birlikte eylemsizlik kararının daha çok önem kazandığını dikkat çeken Avrupa basını, “PKK barıştaki ısrarını ispatladı ve şimdi bir kez daha hükümete şans verdi” dedi.

KCK Yürütme Konseyi’nin eylemsizlik kararını uzatıp uzatmayacağı konusu Avrupa basını tarafından da yakında izleniyordu. Dün öğleden sonra eylemsizlik kararının yaklaşık 8 ay daha uzatılması ve PKK’nin Taksim’deki bombalı saldırı üstlenmediğini açıklaması, Almanya, Avusturya ve İsviçre gazete ile ajanslarda geniş yer buldu.

ALMANYA: Ülkedeki yüksek tirajlı gazetelerden Tageszeitung gazetesi, Pazar günü İstanbul’da patlayan bombayla dikkatlerin eylemsizlik süresine çevrildiğini yazdı. PKK’nin yaptığı iki açıklamaya kamuoyunu rahatlattığına dikkat çeken gazete “Kürt gerilla hareketi PKK, patlamayı üstlenmemesiyle üzerindeki önyargıları da yıktı” ifadesini kullandı.

Tageszeitung gazetesi PKK’nin barış yönündeki şartlarını ayrıntılı bir şekilde okuyucularına duyururken, haftalık haber dergisi Spiegel ise “Taksim’deki saldırının ardından hemen PKK suçlandı. Ancak hemen geçmeden PKK yaptığı resmi açıklamayla üzerindeki şüpheleri ortadan kaldırdı” ifadesini kullandı.

İSVİÇRE: Haber ajansları ve gazeteler, KCK’nin her iki açıklamasına dikkat çekti. Haberi geniş yayımlayan Zürcher Unterländer gazetesi “Kürt militanların ateşkes süresini 2011yazına kadar uzattığını ve İstanbul’daki intihar saldırıyla ilgilerinin olmadığını açıklaması dikkatleri yeniden bölgeye çevirdi. Zaten hiçbir dönemde olmadığı kadar şu anda çatışmaların bitirilmesi için girişimler yapılıyor” yorumunu yaptı.

“Kürt militanlar İstanbul’daki saldırıyı üstlenmedi” şeklinde habere yer veren Neue Zürcher Zeitung ise saldırının hemen ardından Türk başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa’yı ülkelerini suçlayan açıklamasına dikkat çekti. PKK’nin sivilleri hedeflemediği yönündeki açıklamasından önce Erdoğan’ın gürültü koparttığını yazan gazete İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ise PKK konusunda mesafeli durduğunu belirtti.

AVUSTURYA: KCK’nin açıklamaları geniş yer veren Avusturya basını ise “Kürt barışının sağlanması için bir süredir devam eden girişmelerdeki en önemli adım atıldı” ifadesini kullandı. “PKK ateşkesi bir sonraki yaza kadar uzattı” başlığıyla haberi veren ülkenin en çok okunan haber portallarının başında gelen “nachrichten.at”; eylemsizlik kararını “Çatışmaların son bulması için şu anda çok güçlü girişmeler var” şeklinde yorumladı.

Benzer bir yorum Wiener Zeitung gazetesinde de yer aldı. Gazete, Batılı gözlemcilerin “PKK’ye yönelik askeri operasyonlarla onlarca yıldır süren Kürt sorunu çözülemez” şeklindeki görüşlerini aktardı. İstanbul’da yapılan “AB ve Türkiye” konulu panelde konuşan Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grup Başkanı Rebecca Harms’ın “Azınlık haklarının verilmesi ve demokrasinin güçlendirilmesi terörle mücadelede en iyi yöntemdir” görüşüne yer veren gazete ayrıca cezaevindeki Kürt siyasetçilerinin yargılamalarına da dikkat çekti.

ANF NEWS AGENCY