Yardım gemilerine saldırıda ölü sayısı 16’a yükseldi


Yardım gemilerine saldırıda ölü sayısı 16’a yükseldi

ANF/ 31 Mayıs 2010 HABER MERKEZİ – İsrail ordusunun Gazze’ye insani yardım götüren gemilere uluslararası sularda düzenlediği saldırıda ölü sayısı 16’a yükseldi.

İsrail askerleri Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı hedefleyen konvoydaki Mavi Marmara gemisine saldırı düzenledi. Hücüm botlar ve helikopterle gemiye saldıran askerler, geminin üzerine çıkarak ateş açtı.

İsrail ordu sözcüsü operasyonda en az 10 kişinin öldüğünü açıkladı. İsrail televizyonları ise ölü sayısının 16 olduğunu duyurdu. El Cezire televizyonu saldırıda ölenlerin en az 9’unun Türk olduğunu bildirdi. Saldırıda en az 30 kişinin de yaralandığı gelen bilgiler arasında.

Saldırıya uğrayan insani yardım gemisinde 800 kişi bulunuyor. İsrail ordusu Mavi Marmara gemisine yönelik operasyonda askerlere bıçak ve silahlarla saldırı düzenlendiğini, olaylarda 3 İsrail askerinin de yaralandığını ileri sürdü. Konvoyda bulunan diğer 5 gemide ise her hangi bir olay yaşanmadığı belirtildi.

İsrail’in yardım gemilerine saldırması tepkiyle karşılandı. Filistinliler olayı katliam olarak tanımlarken, AB üzüntü bildirerek soruşturma istedi.

AB SORUŞTURMA İSTEDİ

Avrupa Birliği Dişilişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İsrailli yetkililerden gemiye yapılan saldırının koşullarına ilişkin tam bir soruşturma istedi.

ARAP LİGİ YARIN TOPLANIYOR

Saldırıyı “insani bir misyona karşı suç” olarak tanımlayan Arap Birliği de yarın olağanüstü toplanıyor. Birliğin Sekreteri Amr Musa, İsrail saldırısına karşı alınacak tedbirlere karar vermek için, “Salı günü Kahire’de bir toplantı yapılacaktır” dedi. Musa, yapılan saldırının “İsrail’in barış istemediği anlamına gelen yeni bir mesaj, çok güçlü bir mesaj” olduğunu belirtti.

FİLİSTİN TOPRAKLARINDA 3 GÜN YAS İLAN EDİLDİ

Filistin yönetimi başkanı Mahmud Abbas da saldırıyı kınayarak, “katliam” ifadesini kullandı ve 3 gün yas ilan etti. Abbas, “Bu akşam zorlu kararlar alacağız” dedi.

Toplantının bu akşam saat 17.00 sıralarında Ramallah kentinde yapılması bekleniyor.

TÜRKİYE KINADI

Türkiye Dışişleri Bakanlığı ise saldırıyı sert bir açıklama ile kınadı. Bakanlık, uluslararası hukukun ihlali sayılan bu olayın iki ülke ilişkilerinde “telafisi olmayan sonuçlar doğurabileceğini” bildirdi. Açıklamada, “Açık denizlerde gerçekleşmiş, uluslararası hukukun ağır bir ihlalini teşkil eden bu müessif olay ilişkilerimizde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilecektir” dendi.

ANF NEWS AGENCY

Yüzlerce Kisi Evrim Alatasi Andi


Yakalandigi kanser hastaligindan dolayi gectigimiz Nisan ayinda yasamini yitiren Evrim Alatas icin anmaß yapildi.Ailesinin,dostlarinin aralarindan bulundugu anmaya yüzlerce kisi katildi.Luzern Kürt Kültür vor Entegrasyon Derneginde yapilan anma Evrim Alatas ve tüm özgürlük sehitleri icin yapilan saygi durusuyla basladi.Luzern halk meclisi adina ve Kürt halk Önderi Abdullah Öcalanin okunan mesajlari ardindan Evrim Alatasin abisi Hüseyin Alatas bir konusma yapti.Duygu yüklü bir konusma yapan Alatas Evrimin bir baci,arkadas oldugu Kadar bir anne Kadar kendisine yakin oldugunu vurguladi.Günlerce onun yerine kendi canini almasi icin Tanriya yalvardigini anlatan Alatas bu dileginin Tanri tarafindan Kabul edilmemesinin derin acilari icerisinde oldugunu söyledi.Alatas tan sonra Kurum ve sahsiyetlerin mesajlari ardindan söz Alan siyasetci Teslim Töre bir konusma yapti.
Evrim Alatasin hayatini ve eserlerini anlatan sinevizyon gösteriminden sonra anma son buldu

“Diyarbekir’de Kürt Ulusçuluğu”


“Diyarbekir’de Kürt Ulusçuluğu”

KÜRDISTAN POST
İsmail Beşikçi

Tarih: 28 Mayıs 2010 Cuma

Malmîssanij’in “Yirminci Yüzyılın Başında Diyarbekir’de Kürt Ulusçuluğu” (1900-1920) Vate Yayınevi, İstanbul, 2010, kitabı yayımlandı.

Mehmet Emin Bozarslan ve Malmîsanij 1980’lerde ve sonrasında çok önemli çok değerli çalışmalar yaptılar. Mehmet Emin Hoca, 1918-1919 yıllarında basılan JÎN Dergilerini yayımladı. Jîn, yeniden açıklamalı ve Latin harflerine çevrilerek yayımlandı. Bu yayın 1985-1988 yılları arasında gerçekleşti. Beş cilt halinde basıldı. 1898-1902 yılları arasında yayımlanan Kürdistan ise, 1991 yılında iki cilt halinde, yeniden yayımlandı. 1998 yılında, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi yayımlandı.

Malmîsanij’in Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve Gazetesi, Avesta 1999 ve Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti, İlk Kürt Öğrenci Derneği 1912-1922 Avesta, 2002, kitapları da bu dönemde yayımlandı.

İsmail Göldaş’ın, Kürdistan Teali Cemiyeti, Doz, Kasım 1991, Takrir-i Sükun Görüşmeleri, 1923 Seçimleri, Atama Meclis ve Sonrası, Belge Yay. Temmuz 1997, Lozan, ‘Biz Türkler ve Kürtler’ Avesta 1999, kitapları da dikkatlerden uzak tutulmaması gereken çalışmalardır.

Bu yazıda, ‘Diyarbekir’de Kürt Ulusçuluğu’ kitabıyla ilgili bazı düşüncelerimi ve duygularımı belirtmeye çalışacağım.

Osmanlı’nın Son Dönemleri, Kürtlerde Kültürel Gelişmeler

19. yüzyılın sonundan itibaren, Diyarbakır’da ve diğer Kürt şehirlerinde Kürtler arasında milli duygular gelişmeye başladı. 1898 yılında, Kahire’de Kürdistan gazetesinin yayınlanması ve gazetenin Kürt şehirlerine de ulaştırılması milli duyguları geliştirici bir etki yaratmıştır. Bu yıllarda Kürtlerde okuma yazma bilenlerin oranı düşük olmasına rağmen böyle bir etkiden söz edebiliriz. 1900 yılında Diyarbakır’da Kürdistan’ın Azm-i Kavi Cemiyeti isimli bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütü kuranlar Diyarbakır ve çevresinden olan Kürtlerdir. Kürdizade Ahmet Ramiz Bey, Diyarbekirli Fikri Efendi, Mistefa ê Hacî Emer, Melayê Xasê, Liceli Mela Seid, Mela Yûsifê Hosînî, Gonipli Xelife Selim, Kürdistan’ın Azm-i Kavi Cemiyeti’nin kurucuları arasındadır (s.16). Ahmed Ramiz, Melayê Xasi, Xelife Selim Kırmanc veya Zaza Kürtlerindendir. (s.17).

Bu kişilerin ortak özellikleri, medrese eğitimli olmalarıdır (s.20). Ahmet Ramiz Bey Kürtçe kitapların yayımlanmasına öncülük eden bir kişidir. 1909’da İstanbul’da Halil Hayali’nin Kurmançca alfabesini yayımlamıştır (s.18). Melayê Xasî, Mevlidê Kurdi’yi kaleme almıştır. 1899’da Diyarbakır’da, matbaada basılmış ilk Kürtçe kitaptır. Mela Selim 1914’te Seyid Ali ile birlikte Bitlis ayaklanmasına katılmıştır.

20. yüzyıl başlarına kadar Kürtler arasında aşiret kimliği, dinsel kimlik ön planda geliyordu. Kürdistan’ın Azm-i Kavi Cemiyeti’ni kuranların, bu cemiyet çevresinde çalışanların ise dinsel kimlik yanında etnik kimliğe de vurgu yaptıkları görülmektedir. 1900’lerde medrese eğitiminin bu yönü üzerinde de durmak gerekir.

Bu döneme ilişkin tutumların diğer bir özelliği de Ermenilerle ilişki arayışının söz konusu olmasıdır.

1908’de, İstanbul’da, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kuruluyor. Aynı yıl cemiyetin Diyarbakır şubesi hemen açılıyor. Cemiyetin Diyarbakır Şube Başkanının Diyarbakır Müftüsü Suphi Efendi olduğu görülüyor (s.27). Cemiyetin gerek İstanbul’daki merkez yöneticileri gerek Diyarbakır’daki şube yöneticileri arasında Kürt şeyh ve bey ailelerinden nüfuzlu kişiler, askerler, bürokratlar vardı. Cemiyet aynı yıl Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’ni yayımlamaya başladı. Cemiyet Diyarbakır dışında Bitlis, Van, Hakkari, Süleymaniye gibi yörelerde de kuruldu. İstanbul’da basılan Kürt Teavün ve Terakki gazetesi Kürt şehirlerine de ulaşıyordu.

Bir süre, Maden Müftülüğü de yapan Hani’li Salih Bey 1908’den önce, 1905-1906 yıllarında Ziya Gökalp’in “Lisanı ve edebiyatı olan bir milletin neden istiklali olmasın” dediğini vurguluyor. 1908’den sonra Ziya Gökalp’in Diyarbakır’dan ayrıldığını, İstanbul’a gittiğini, bu fikirleri de bıraktığını, fakat kendisinin yola devam ettiğini anlatıyor (s.31-33). Bu dönemde Kürt Teavün ve Terakki Gazetesinde Kürt dilinin önemini, konuşulmasını, yazılmasını dile getiren pek çok yazı yayımlandığı görülüyor (s.233). Ahmedê Xani’nin Mem û Zîn’i de Türkçe’ye çevriliyor.

1910’da Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti, 1912’de Kürt Talebe Hevi Cemiyeti kuruluyor.

Memduh Selim (1893-1976), yine bu yıllarda kurulan Kürd Ta’mim-i Maarif ve Neşrıyat Cemiyet’inin, Kürd Millet Fırkası’nın, Kürd Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti’nin, Kürd Talebe Hevi Cemiyeti’nin eseri olduğunu belirtmektedir (s.43).

1913-1914 yıllarında Roj-i Kurd, Hetawi Kurd, Yekbun gibi gazeteler, dergiler yayımlanır. 1918’de Jîn, Kurdistan gazeteleri yayımlanır. 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürt şehirlerinde örgütlenir. Dergi ve gazetelerde Kürt diliyle, Kürt edebiyatıyla, Kürt tarihi ve Kürt kültürüyle, Kürt toplumunun sorunlarıyla ilgili yazılar yayımlanır. Kültürel milliyetçilik yanında, bağımsızlıkçı bir tutum da gelişir. 1918’de yayına başlayan Jîn, 1919’da yayımlanan Kürdistan bu bakımdan dikkate değer yayınlardır. 1920 seçimlerinde Mustafa Kemal’in arkadaşlarından Mazhar Müfit (Kansu) Hakkari mebusu olarak tayin ediliyor. 33 sayılı ve 9 Mart 1920 tarihli Jîn’de bu tutum eleştiriliyor. Neden Hakkari’ye mebus olarak bir Türk atanıyor? Türk, Kürdün duygularını, düşüncelerini anlayabilir mi? Hakkari’de mebusluğa layık Kürt yok mu şeklinde eleştiriler (s.135).

Malmisanıj’ın kitabında Diyarbakır ve çevresinde gelişen Kürt milli hareketi, olgulara dayanılarak inceleniyor. Bu olgularla ilgili belgeler de var. Bu belgelerin bir kısmı ilk defa bu kitapta yer alıyor. I. Dünya Savaşı sürecinde İttihat ve Terakki’nin, Kürtlerin asimilasyonu çerçevesinde Burdur’a ve Isparta’ya sürgün ettiği Kürtlerin listeleri de dikkate değer belgelerdir (s.133-134). Abdullah Cevdet’in oğlunun Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Harput şubesinin açılışına katılması ve yönetime seçilmesini gösteren belge yine önemlidir (s.100-101).

İnkarcı ve İmhacı Uygulamaların Gelişmesi

1900-1920 arasında gerek İstanbul’da gerek Kürdistan’da dergiler, gazeteler, örgütler çevresinde Kürt milli duyguları gelişmeye başlıyor. Bu çok açık… Ancak çok önemli bir soru var. Böyle düşünsel ve ruhsal yapıya rağmen 1920’lerin ortalarından itibaren, yani Cumhuriyet’le birlikte Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkarı nasıl ileri sürülebildi? Devlet bu inkarı yapma cesaretini nereden bulmuştur? Bu inkarcı, asimilasyoncu görüşler Kürtler tarafından nasıl benimsenebilmiştir veya Kürtler bu inkarcı ve imhacı düşünceye, uygulamalara neden razı olmuştur? Bu sorular üzerinde durmakta yarar var.

Melayê Xasî tarafından yazılan Mevlidê Kurdî’nin 1899 da Diyarbakır’da basıldığını belirtmiştim. Bu, o yıllarda Diyarbakır’da matbaa olduğunu, gelişkin bir fikir hayatı olduğunu göstermektedir. Vilayette, valiliğe ait bir matbaa vardı. (Litografya matbaası) Mevlidê Kürdî de orada basılmıştı. O yıllarda Diyarbakır’ın önemli bir ticari ve sınai merkez olduğu da bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Diyarbakır ticari ve sınai bakımlardan gelişmiş bir bölge olarak algılanmaktadır. 1950’lerde, 1960’larda ise Diyarbakır ve çevresi geri bırakılmış bir bölge olarak görülmektedir. Bu olgu bize, Ermeni ve Süryani soykırımını da hatırlatmaktadır. Ermeniler ve Süryaniler soykırıma uğrayınca veya tehcirle ülkeden kovulunca, ticaret ve sanayi büyük bir darbe yemiştir. Bu süreçte kültürel hayatın darbe yemesi de söz konusu edilebilir. Çünkü, Ermenilerin ve Süryanilerin soykırıma uğratılmasından, sürgün edilmelerinden sonra, bu makinaları işletecek elemanlar bulunamamış olabilir. Zira bu makineleri daha çok, bu kategorilerdeki uzmanlar çalıştırıyordu. Zanaat bu kesimlerdeki ustalar tarafından icra ediliyordu. Cumhuriyet’le birlikte gelişen Kürt ayaklanmaları sürecindeyse, bölgede yoğun bir yıkım yaşandığı açıktır. Bölgenin neden geri bırakılmış bir bölge olduğunun incelenmesi elbette önemlidir.

Böyle temel sorular, ancak iç koşullardan oluşan nedenler ve dış koşullardan oluşan nedenlerle birlikte analiz edildiği zaman anlaşılabilir. İç koşullara baktığımız zaman, bu temel sorulara açıklama getirecek üç neden sayabiliriz. Bir defa bu örgütleri kuranların, bu örgütlerde çalışanların, gazeteler ve dergiler çevresinde faaliyet yürütenlerin büyük bir kısmı Koçgiri’de (1921), Beytüşşebap Ayaklanması’nda (1924), Büyük Kürt Ayaklanması’nda (1925), Ağrı’da (1928-1932), Dersim’de (1937-1938) savaş sırasında, çatışmalarda öldürülmüştür veya firar etmek durumunda kalmışlardır. Firar edenlerin ülke ile irtibatlarını kesmek için yoğun bir çaba harcandığı görülmektedir. Kürt aydınlarının bir kısmı da yakalanıp cezaevine konmuştur. İdamlar, ağır cezalar, mahkumiyetler söz konusudur.

İkinci neden Kürt okullarının, medreselerin kapatılmasıdır. Medreseleri sadece din, Kur’an öğreten kurumlar olarak değerlendirmemek gerekir. Kürt dilinin, Kürt edebiyatının, Kürt tarihinin öğretildiği kurumlar da medreselerdir. Her şeyden önce medreselerde eğitim dilinin Kürtçe olması, Kürtçenin varlığının korunması, gelişmesi için çok büyük bir kaynaktır. Düşünelim ki dini bilgiler, Kur’an öğretimi, Arapça, Farsça öğretimi hep Kürt diliyle yapılmaktadır. Medreselerde eğitim görenler, Ehmedê Xani’yi, Feqiyê Teyran’ı, Melayê Cizîrî’yi Cîgerxwîn’u … öğrenmektedir. Medreselerin kapatılması Kürtçeyi, Kürtleri önemli bir kaynaktan mahrum bırakmıştır. Laik eğitim Türk diliyle eğitimi zorunlu kılmıştır, Kürtçeyi yasaklamıştır. Yeni resmi eğitim Kürtlerin Kürtçenin inkarına ve imhasına dayalı bir eğitimdir.

Bütün bunların dışında medreseler bilgi yanında görgü, terbiye kurallarının öğretilmesinde, geliştirilmesinde de önemli kurumlar olmuşlardır.

Temel sorulara cevap olabilecek üçüncü neden ise 1928 yılında gerçekleştirilen “Harf İnkılabı”dır. Harf İnkılabı toplumun geçmişle bağını tamamen kesmiştir. Yeni nesiller, diyelim 1920’lerin başlarından itibaren doğan nesiller kütüphanelere girerek yayımlanan kitaplara, dergilere bakarak geçmişte olup bitenleri öğrenememektedir.

Artık Kürtlerin, Kürt dilinin inkarı söz konusudur. Yeni nesillerin zihni bu inkarla gelişmektedir. Bu inkarla birlikte fiili olarak şunlar da yaşanmaktadır. “Kürtçe diye bir dil yoktur” görüşünü doğrulamak için devlet kütüphanelerindeki bütün Kürtçe kitaplar, dergiler, gazeteler, koleksiyonlar imha edilmektedir, kataloglar değiştirilmektedir. Bugün devlet kütüphanelerinde bu Kürtçe yayınları bulmak çok zordur. Mehmet Emin Bozarslan Jîn’le ilgili çalışmaları sırasında Kürtçe yayınları bulabilmek için çok yoğun çaba sarf ettiğini, Jîn’in bir cildini de tesadüf eseri bir çöplükte bulduğunu ifade etmektedir. Mehmet Emin Bozarslan, bu düşüncesini, JîN’in yayımından sonra, Adımlar Dergisi’nin, kendisiyle yaptığı bir röportajda açıklamıştır. Evlerdeki, özel kütüphanelerdeki eserlere ise çeşitli operasyonlar, güvenlik aramaları sırasında el konulmuş, imha edilmiştir. Aslında eğitim kurumları olan medreselerin kapatılmasıyla, “harf inkılabı”nı bir arada değerlendirmek gerekir. Bütün bunlar medreselerin ve harf inkılabının Türkler ve Kürtler bakımından ayrı ayrı anlamları olduğuna işaret etmektedir.

Kürtlerle ilgili politikaları saptamak, uygulamaları geliştirmek, dış koşullarla da yakından ilgilidir. Türkiye bu tür politikaların saptanmasında ve uygulanmasında yalnız değildir. Büyük Britanya, Güney Kürdistan’da (Irak), Fransa Güneybatı Kürdistan’da (Suriye), İran Doğu Kürdistan’da, Sovyetler Birliği Kafkasya’da benzer politikaları yaşama geçirmişlerdir.

Düşünelim ki, Ortadoğu’nun iki köklü devlet, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti ve İran İmparatorluğu’nun devamı olarak İran Şahlığı, dönemin emperyal devletlerinden Büyük Britanya ve Fransa, Kürt isteklerine karşı birlikte hareket etmektedirler. Sovyetler Birliği’nin tutumu da bu dört devletin tutumuyla benzerlik göstermektedir. Kürtlerin denetlenmesi konusunda bu devletler işbirliği ve güçbirliği de yapmaktadırlar. İşbirliği ve güçbirliği Kürt politikalarının saptanmasında çok büyük bir rahatlık sağlamaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Güney Kürdistan Büyük Britanya tarafından Irak’a, Güneybatı Kürdistan Fransa tarafından Suriye’ye devredilmiştir. Bu, bir mirasın devri gibidir.

Sovyetler Birliği’nde, Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayınlar konusunda olumlu bir politika yürütülmüştür. Ama Sovyetler Birliği-Kürt ilişkilerini belirleyen, Kızıl Kürdistan’a karşı gösterilen tavırdır.

12 Mart rejiminde Diyarbakır’daki “Doğu Duruşmaları”nın Anlamı

Yazının bu bölümünde, 12 Mart rejiminde Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde gerçekleşen duruşmalarla ilgili bazı düşünceler, görüşler ortaya koymaya çalışacağım. Bu duruşmalar için “Doğu duruşmaları” kavramını kullanabiliriz. Bu duruşmaların sonuçlarından söz ederek başlamak kanımca daha yararlı olabilir.

1970’lerin ortalarından itibaren Komal, Özgürlük Yolu gibi yayınevleri kuruldu. Özgürlük Yolu, Rızgari dergileri yayına başladı. Bunlara, DDKD’lilerin (Devrimci Demokratik Kültür Derneği) yayımladığı Devrimci Demokrat Gençlik ve TÎREJ dergilerini de ilave etmek gerekir. TÎREJ tamamı Kürtçe bir dergi olması bakımından önemlidir. Dergide, Kurmanc ve Kırmanc yani Zaza lehçelerinde yazılar yer alıyordu. Fikirsel düzeyde çok önemli gelişmeler oldu. “Kürdistan sömürgedir” anlayışı etrafında önemli tartışmalar gerçekleşti. 1980’lerin oratalarında gerilla mücadelesi başladı. Bu mücadele sürecinde fikirsel düzeyde yapılan tartışmalar, Kürtleri, Kürt toplumunu, Kürtçeyi, Kürt tarihini, Kürdistan’ı algılama çok daha gelişti. Fikirler halka mal olmaya başladı.

Burada, 1960’ların sonlarındaki, 1970’lerin başlarındaki Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’ndeki düşünsel ortamla ilgili bazı görüşleri, duyguları dile getirmeye çalışacağım. Bu düşüncele elbette eleştirilebilir.

Doktor Tarık Ziya Ekinci, Doktor Naci Kutlay, Avukat Kemal Burkay, Musa Anter, Mehmet Emin Bozarslan, Abdurrahman Uçaman, Hüseyin Musa Sağnıç 1970’lerin ortalarından itibaren, özelikle 1990’lardan itibaren çok önemli çalışmalar yaptılar. Avukat Canip Yıldırım, Avukat Şerafettin Elçi, Terzi Niyazi Tatlıcı (Niyazi Usta), Terzi Mehdi Zana, Terzi Şemsi, Ali Beyköylü… duruşlarıyla, sohbetleriyle bu sürecin ilerlemesine katkılar sağladılar.

İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan Orhan Kotan, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Recep Maraşlı, İhsan Aksoy, Ümit Fırat … yazılarıyla, mahkeme savunmalarıyla sürecin sağlıklı gelişmesinde rol oynadılar.

Av. Şerafettin Kaya, Av. Ruşen Aslan, Av. Yücel Önen, bu sürecin hem avukatı, hem tanığı, hem mahkumu oldular.

Mehmet Uzun, Mahmut Kiper, Azad Sağnıç, Mehmet Emin Aslan … çok genç yaşlarında bu süreci yaşadılar.

Yukarıda isimleri anılan arkadaşların neler yaptıkları, sürece nasıl katkılar sağladıkları bu yazının konusu değil. Bu sadece küçük bir saptama. Çok iyi işler yapıldığını ifade etmeye çalışan küçük bir saptama. Dile getirilmesi gereken, unuttuğum kişiler de olabilir…

Sorun şu: 1970’lerin başında, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde nasıl bir ruhsal ve düşünsel ortam vardı?

Askeri savcı iddianamesinde, dünyada, Kürt diye bilinen bir halk, bir kavim olmadığını, Kürtçe diye bilinen bir dil olmadığını, Kürt denenlerin aslının Türk, Kürtçe denen dilin aslının Türkçe olduğunu iddia ediyordu. Aksini konuşanların, yazanların suç işlediklerini vurguluyordu. Burada dikkate değer bir süreç yaşanıyor. Kürt aydınlarının büyük bir kısmı toplanmış. Üniversitelerde tahsil gören öğrencilerin önemli bir kısmı toplanmış. Esnaf, serbest meslek sahipleri, İşçiler, köylüler, toprak sahipleri, topraksız köylüler, din adamları toplanmış. Bütün bunlar gözaltına alınmışlar, tutuklanmışlar, sıkıyönetim tutukevine getirilmişler. Büyük bir kitle… Devlet, askeri savcılık böyle bir gruba karşı, Kürtlerin tarihsel ve toplumsal varlığını, Kürtçe’nin dil olarak varlığını inkar ediyor. Devlet hangi cesaretle böyle bir inkar yapabiliyor? O günlerdeki ruhsal ve düşünsel ortam nasıldır?

Bu tür hakları savunacak olanlar elbette başta burjuvazidir, ama Kürt burjuvazisinin oluşumunu engellemek devletin önemli politikalarından biridir. Kendi ülkesinde üretim, yatırım, dağıtım, denetim yapan bir burjuvazinin, Kürt burjuvazisinin oluşumunun engellenmesi devletin hassasiyetle üzerinde durduğu bir politikadır. Bu durumda, bu tür hakları savunmak için aydınlar, küçük burjuvazi, öğrenciler öne çıkmışlardır. Bu kitleye karşı da devlet Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkar etmeyi sürdürmektedir. Devletin önemle üzerinde durduğu diğer bir politika Kürt sorununun siyasal partilere bulaştırılmasına engel olmaktır. Diğer bir politika da üniversitelerin Kürt sorununa bulaştırılmasına engellemek, yani üniversitelerin Kürtlerle ilgili araştırma, inceleme yapmasına engel olmaktır.

Yukarıda isimleri belirtilen bazı arkadaşların 1970’lerin ortalarından, sonlarından, özellikle 90’lardan itibaren çok iyi, çok değerli çalışmalar yaptıklarını belirtmeye çalışmıştım. Ama 1960’ların sonlarında, 1970’lerin başlarında, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır sıkıyönetim Tutukevi’nde durum nasıldır? Bu konuyla ilgili bazı gözlemelerimi dile getirmeye çalışacağım.

19. yüzyılın sonlarından itibaren yayımlanan Kürtçe dergiler, gazeteler, yine o yıllarda kurulan, faaliyet gösteren Kürt örgütleri bilinmiyordu. Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Roji Kurd, Hetawe Kurd, Jîn … bilinmiyordu. Kurdistan Azm-i Kavi Cemiyeti, Hevi Kürt Talebe Cemiyeti, Kürd Ma’arifi Neşriyat cemiyeti, Kürd Teşkilatı İçtimaiye Cemiyeti gibi örgütler bilinmiyordu. Örneğin askeri savcının Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denen dil yazı dili değildir iddialarına karşı herhangi bir arkadaşın “bu iddialar anlamsızdır, ben Kürtçe dergiler, gazeteler olduğunu biliyorum… Falancanın evinde, falancanın kütüphanesinde bunları görmüştüm, incelemiştim” gibi açıklama, itiraz duymadım.

Devrimci Doğu Kültür Ocakları mensubu arkadaşlar Kürt olduklarını, Kürtçe’nin Türkçe’den, Arapça’dan, Farsça’dan bağımsız bir dil olduğunu elbette biliyorlardı. Fakat tarihsel ve toplumsal temel duru değildi. Geçmiş hakkındaki bilgiler çok cılızdı. Medreselerde okuyan arkadaşlar eski alfabeyi, Osmanlıca, Kürtçe yazılmış metinleri okuyabiliyorlardı. Bunların Kürt dili, Kürt edebiyatı hakkındaki bilgileri daha sağlıklıydı.

Yukarıda, devletin Kürt aydınları, üniversite öğrencileri ve esnafına karşı Kürtlerin ve Kürdistan’ın varlığını nasıl inkar ettiğini, bu cesareti nereden bulabildiğini sormaya çalışmıştım. Bu ortam bunu biraz açıklıyor. Tarihsel ve toplumsal temel hakkında güçlü bir birikim olmaması inkarı yapanlara cesaret verebilmektedir.

1920’lerin ortalarından itibaren doğanların eski alfabeyi bilmemeleri dolayısıyla geçmişi bizzat, esas belgeleri okuyarak öğrenememeleri doğaldır. Arkadaşlardan sadece Musa Anter eski alfabe ile öğrenim görmüş olabilir.

Tek ciddi kaynak, İslam Ansiklopedisi’ndeki Kürtler maddesiydi. Minorski tarafından yazılan bu inceleme, İslam Ansiklopedisi’nin 1950’lerde yayımlanan 6. Cildinde yer bulmaktadır. İslam Ansiklopedisi Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmaktadır. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı da İslam Ansiklopedisi yayımlamaktadır. Şimdiye kadar 38 cildi yayımlanmıştır. Bu ansiklopedide Kürtler maddesi yer almamaktadır. 26. Ciltte Kürdili Hicazkar maddesi vardır, ama Kürtler, Kürtçe vs. yoktur. Bu bakımdan Milli Eğitim Yayınevi tarafından 1950’lerde yayımlanan (Cilt 6) İslam Ansiklopedisi’nin çok ileri olduğu söylenebilir. Bu Fransızca’dan tercüme edilen bir ansiklopediydi. 12 Eylül’den sonra devlet kütüphanelerindeki İslam Ansiklopedilerin 6. ciltleri parçalanmış, Kürtler maddesinin yer aldığı formalar çıkarılmış, altıncı cilt yeniden ciltlenmiştir.

167 Sayfalık İddianameye cevap Metni

İşte bu ortamda bir savunma dikkati çekmektedir. 167 sayfalık iddianameye cevap metni Kürt politik ve toplumsal tarihinde Kürt toplumunun tarihsel evriminde çok önemli bir aşamadır. İddianameye cevap metnin nasıl hazırlandığı, tutukevindeki arkadaşların bu savunma girişimine karşı tepkileri bu yazının konusu dışındadır. Yalnız şu konu önemlidir.

Sıkıyönetim Askeri mahkemesi, savunmanın, duruşmada okunmasının engellenmesi için çok büyük bir çaba harcamıştır. İkna, tehdit, rüşvet, her türlü yol denenerek bu engelleme sürdürülmeye çalışılmıştır. Ancak DDKO mensubu arkadaşlar da büyük bir direnme sergilemişlerdir. Bu da bir ilk kurşundur. 1984’te başlayan gerilla mücadelesi bir ilk kurşundur. İlk kurşun her zaman mermi olmuyor. 167 sayfalık iddianameye cevap metni de ilk kurşundur.

12 Mart 1971, Nedenler?

Türkiye’de 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980) gibi askeri darbeler incelenirken Kürt sorununa hiç değinilmez. Darbe nedenleri arasında Kürtler, Kürt sorunu sayılmaz. Öğrenci hareketleri, işçi hareketleri hükümetin sorunları etkisiz hale getirmekte yetersiz kaldığı vurgulanır, ama Kürt sorununa hiç değinilmez. Bu tutumun temel nedeni Kürtlerin bilincine, Kürt sorununu çarptırmamaktır. Halbuki bütün askeri darbelerin ana nedeni Kürt sorununu geriletmek, Kürtlerin Türk olduğu, Kürtçe diye bir dil olmadığı görüşünü yaygınlaştırmaktır. Bu yaygınlaştırma özellikle Kürtler arasında yapılmalıydı. Darbeden hemen sonra Kürtlere karşı geliştirilen operasyonlar bunu açıkça göstermektedir. 27 Mayıs’tan sonra gerçekleştirilen Sivas Kampı, 55 Ağalar, 12 Mart’tan sonra Kürt bölgelerindeki geliştirilen yoğun operasyonlar, 12 Eylül’den sonra Diyarbakır Zindanı’nın yaşama geçirilişi çok açık kanıtlardır.

1960’ların başlarında Mele Mustafa Barzani’nin Güney Kürdistan’da Kürtlerin hakları ve özgürlükleri için mücadeleye başlaması, mücadelenin Kuzey Kürtlerini etkilemeye başlaması, devlet için çok önemli bir tehlike, tehdit olarak algılandı. “Barzanlı olayının arkasındaki büyük tehlike”nin giderilmesi devlet için çok önemli bir çabaydı. Devlete, “çanlar kimin için çalıyor” şeklinde sorular soruluyordu. 27 Mayıs’ı bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

1960’ların sonlarında Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi, Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi yoğun bir şekilde gelişiyordu. Bunlar illegal partilerdi. Kürt bölgelerinde hızlı bir gelişme söz konusuydu. Doğu mitingleri 1967’de bu süreçte yapılmıştı. Türkiye İşçi Partisi de Doğu Mitinglerinin gerçekleştirilmesinde önemli bir rol almıştı. Ankara’da ve İstanbul’da üniversite öğrencileri tarafından kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları hızlı bir örgütlenme sürecindeydi. Kürtler arasında milli duygular yeşeriyordu. Devletin bunu tehlike ve tehdit olarak algılaması doğaldı. 12 Mart rejiminin önemli bir nedeni işte bu sürecin önünü kesmekti.

12 Eylül darbesinin önemli nedenlerinden biri yine Kürtlerde gelişen milliyetçi hareketleri bastırmak, geriletmekti.

12 Mart’ın Kürt sorununu geriletmek, Kürtlere Türk olduklarını öğretmek, öğrenmek istemeyenlere haddini bildirmek gibi çok önemli bir amacı vardı. Fakat Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan bir grup yurtseverin savunması, devletin bu politikasını bozdu. Bu savunmada içerikten çok DDKO mensuplarının duruşu önemlidir. Bu, yargılayan bir savunmadır. Bu yargılayan savunmanın mahkeme huzurunda okunabilmesi yolunda kararlı bir direniş sergilenmesi önemlidir. Bu savunmanın okunmaması için, resmiyet kazanmasının engellenmesi için, istihbaratın aileleri devreye soktuğu, ikna, rüşvet, tehdit, şiddet yöntemlerini uyguladığı bilinmektedir. Bunlara rağmen bu yargılayan savunmanın okunabilmesi Kürt toplumunun evriminde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu tutum bütün Kürtlere güçlü bir moral vermiştir.

12 Mart darbesinin önemli bir nedeni Kürtleri, Kürt sorununu geriletmekti, gündemden düşürmekti ama devlet yukarıda belirtmeye çalıştığım savunmayla, hiç beklemediği bir durumla karşılaştı. Bu, Kürtlerde çok önemli bir moral yarattı. Mehmet Emin Bozarslan, Malmisanıj gibi araştırmacılar 19. yüzyılın sonlarından itibaren Kürtlerde görülen kültürel gelişmeler ve örgütlenme faaliyetleri ile ilgili çalışmalar yaptılar. Bu çalışmaların belgelerini yayınladılar. Bu yazının başında isimlerini belirttiğim yazarlar, aydınlar… Kürtler, Kürdistan, Kürtçe hakkında, Kürt tarihi, Kürt toplumu hakkında çok değerli çalışmalar yayımladılar. 1980’lerin ortalarında başlayan gerilla mücadelesiyle bu süreç daha da yoğunlaşmıştır. Kürt tarihini, Kürt toplumunun tarihsel gelişimini, Kürt dilini artık Kürtler yazmaya başlamışlardır.

Bütün bu gelişmelere rağmen bu yazının başında sormaya çalıştığımız sorular yine ortadadır. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Kürtlerdeki kültürel gelişmelere rağmen, Cumhuriyetle birlikte Kürtlerin toplumsal varlığı, Kürtçenin dil olarak varlığı nasıl inkar edilebilmiştir? Devlet, Cumhuriyet bu cesareti nereden bulabilmiştir?

1970’lerde, Kürt aydınlarını, yazarlarını, esnafını, üniversite öğrencilerini… bir sıkıyönetim tutukevinde toplayan devlet bu inkar sürecini nasıl sürdürebilmiştir? Mehmet Emin Bozarslan’ın, Malmisanij’ın çalışmaları her zaman bu soruların gündeme gelmesine neden oluyor.

Burada bir konuya dikkat çekmekte yarar vardır. 27 Mayıs’ın (1960), 12 Mart’ın (1971), 12 Eylül’ün (1980), 28 Şubat’ın (1997) önemli bir nedeninin de Kürt sorunu olduğunu, Kürt sorununu geriletmek için askeri darbe yapıldığını belirtmeye çalışıyoruz. Ama bu mümkün olmuyor. Zaman bunu mümkün olmadığını gösteriyor. Sorun, ileri bir aşamada daha güçlü bir şekilde kendini dayatıyor. Artık, devletin, hükümetin, bu gelişmeyi idrak etmesi, demokratik çözümler yolunda projeler geliştirmesi bir zorunluluktur. Türkiye’de demokrasinin gelişmesi, kökleşmesi, sağlıklı bir toplumsal yaşam, sağlıklı bir siyasal hayat, güçlü bir ekonomi için bu zorunluluğun üstesinden gelmek gerekmektedir.

İsmail Beşikçi

Görgü tanığı: Bir asker çocukların arasına bomba attı


Patlamadan sonra cekilen görüntülerin videosu icin burayi tiklayin

Van’ın Özalp İlçesi’nde Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası’nın yanında meydana gelen patlamada 13 yaşındaki Oğuzhan Akyükrek yaşamını yitirdi, 3’ü ağır 5 çocuk yaralandı.

Özalp Belediye Başkanı Murat Durmaz, çocukların top oynadıkları sırada bir el bombasının patlaması sonucu 1 çocuğun öldüğünü, 3’ü ağır 5 çocuğun da yaralandığını söyledi.

ANF’ye konuşan Durmaz, olay yerinde ifade veren bir görgü tanığının bir askerin top oynayan çocukların arasına el bombası attığını belirterek, ‘’Olayın bir görgü tanığı var. Şu an savcılıkta ifade veriyor. O görgü tanığına göre bir asker top oynayan çocuklar arasına el bombası atıp kaçıyor. Bu tanık olay yerinde ifade verdi. Şimdide savcılıkta ifade veriyor’’ dedi.

Murat Durmaz, patlamanın kışlanın tel örgülerinin bir metre yakınında meydana geldiğini belirterek, patlamanın üzerinden 3 saat geçtikten sonra askerlerin gelip umursamadan geri gittiklerini söyledi.

KIŞLA MAHALLENİN ORTASINDA

Murat Durmaz şunları anlattı: ‘’Askeriyenin kendisi mahallenin ortasında. Şimdi bu Cumhuriyet Mahallesi’nin ortasında bu kışlanın işi ne? Halkın güvenliğini değil kendisini korumaya almak için mahallenin ortasında kurulu.

* Patlama kışlanın hemen yanında 1 metre yakınında gerçekleşiyor. Burada ayrıca atış poligonu var. Mahallenin ortasında atış poligonu neden kurulur? Gelip bakın birçok evin duvarlarında, çatılarında kurşun izleri var.

* Bu son patlama çocuklar top oynarken oldu. 29 yaşında bir görgü tanığı var. Olay yerinde ifade verdi. Diyor ki, asker bombayı çocukların arasına atıp kaçtı. Hatta bağıdırdığını söylüyor bu tanık. Şimdi savcılıkta ifade veriyor.

* Halk çok gergin. Çocuklardan biri öldü 3’ünün durumu çok ağır. Her an olaylar olabilir.

* Zaten Mustafa Muğlalı Kışlası ismi için çok mücadele ettik. İsmi de problemli, kendisi de problemli. Mahallenin ortasında kurulması da problemli.”

Bugün öğle saatlerinde Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası’na ait atış poligonu yanında Meydana gelen patlamada Oğuz Akyükrek adlı çocuk yaşamını yitirirken, Nurullah Erçiçek (9), Orhan Erçiçek (11), Yunus Yaman (13), Doğukan Meşe (12) ve Fidan Coşar yaralandı.

ANF NEWS AGENCY

Kipling’in Eğer isimli şiiri


Kipling’in Eğer isimli şiiri

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde ‘dayan’ diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir

Ve dahası

sen bir İNSAN olursun oğlum…

Operasyon Küçük Asker!


Operasyon Küçük Asker!

Ece Temelkuran

22 Mayıs 2010

1960 ile 1962 arasında CIA ve ABD İçişleri Bakanlığı dev bir operasyon tezgâhladı. 14 binden fazla çocuk, Havana’dan Amerika’ya kaçırıldı. Çocuklar, 35 eyalete dağıtıldı. Dönemin Amerikan hükümeti bu tezgâhı şöyle adlandırdı:

Operasyon Peter Pan!

Aileler, çocuklarını yeni devrim hükümetinden “korumak” için verdiler. Çünkü ABD, Küba karşıtı propagandasıyla şöyle korkuttu insanları:

“Castro çocuklarınızı sizden alacak, Sovyet çalışma kamplarına gönderecek.”

Bugün CNBC-e’de 50’lerinde bir adam ağlayarak anlatıyor o günleri:

“O uçağa bindiğimde çocukluğum kaybolmuştu.”

Bugün ABD’de, tıpkı Peter Pan gibi, hep çocukluğunda takılı kalacak 14 binden fazla Küba asıllı Amerikan vatandaşı var. Görev başarıyla tamamlandı. Operasyon Peter Pan tamamdır!

Merak ediyorum, acaba Türkiye’deki operasyona bir isim takıldı mı? Medyada “taş atan çocuklar” olarak anılan Terörle Mücadele Kanunu mağduru 4000 çocuk için bir operasyon ismi düşünülmüş olmalı, öyle değil mi? Ne de olsa geniş çaplı bir çalışma.

Eğer hâlâ havalı bir isim bulmadılarsa ben öneriyorum: Operasyon Küçük Asker!

CIA’nın Havana için, Kübalı çocuklar için bir hayali vardı. Türkiye’nin kendini 14 yaşında hapishanede bulan çocuklar için hayali ne? Bu kadar sistematik bir biçimde, hem siyaseti hem de yargısıyla elbirliğiyle bu çocukların hapishaneden çıkarılmamasında inat ediliyorsa herhalde bir hedef, onlar için planlanmış bir gelecek, bir hayal olmalı, öyle değil mi? Bir olasılık, daha önce de kerelerce yazdığım gibi bir nesil Kürt erkeğini yok etmek olabilir. İkinci bir olasılık da “tekdir” ile genç kuşağı “akıllandırmak”.

Sayın Bakan Cemil Çiçek’in ağzından duyduğumuz kadarıyla hükümetimiz onları çocuk olarak bile görmüyor. Eyvallah! Ama yine de bir planları olmalı, öyle değil mi? Yani çocukları, binlercesini havasız koğuşlara tıkarak bir hedefi gerçekleştirmeye çalışıyor olmalılar. Hedefleri her ne ise pek insani bir şey olmadığı ortada. Ama eğer amaç ülkede, bilhassa Kürt halkı üzerinde terör yaratmak idiyse, tebrikler, başarılı oldular. Geniş çaplı, tam teşekküllü, çocuklara yönelmiş bu terör hareketi başarılı oldu. Operasyon Küçük Asker tamam! Artık çocukları bırakabilirsiniz beyler!

Beyler, çocukları bırakın!

Efendiler! Yeter artık!

Biz her gün böyle bir ülkede yaşamanın ağırlığıyla ihtiyarlıyoruz. 4000 çocuğunu hapishaneye kapatmış bir ülkenin yurttaşı olmak bizi utandırıyor. Biz, Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’yız. TMK Mağduru Çocuklar için Adalet Çağrıcıları’yız. Bizim içimiz almıyor. Sizin de içinizin almaması için elimizden geleni yapıyoruz. Belli ki bizi dinleyeceğiniz yok. O yüzden şöyle düşünmenizi rica edeceğim.

Bundan 15 yıl sonra, bir gün televizyonu açacaksınız. Sayın bakanlar ve Sayın Başbakan, bilhassa size anlatıyorum bunu. Şöyle bir belgeselin yayınlandığını göreceksiniz:

Operasyon Küçük Asker!

Sizden bahsedecekler. O günlerdeki kayıtları, diyelim ki Bakan Çiçek’in “Onlar aslında çocuk değil” deyişini gösterecekler. Gazete sayfalarını gösterecekler, çocuklar içeride tıkılıyken ne fasarya gündemlerle meşgul olduğunuzu anlatacaklar. Sadece zalim demeyecekler size, aynı zamanda alay edecekler. Hatta belki aranızdan biri “Utanıyorum” diyecek kameraya, kim bilir. O zaman çocuklar büyümüş olacaklar ve
içeride olanları anlatacaklar. Yerin dibine geçeceksiniz. Bunu bir düşünün derim.

Bunu iyice bir düşünün derim beyler.

Öcalan: Çekilirsem Kuzey Kıbrıs statüsü istenebilir


Öcalan: Çekilirsem Kuzey Kıbrıs statüsü istenebilir

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatlarıyla görüştü. Edinilen bilgilere göre sağlık sorunlarına değinen Öcalan, “Gözlerimdeki problem artarak devam ediyor, beni zorluyor. Merhem ve damla verdiler, kullanıyorum ama geçmedi, etkili olmuyor. Yine nefes almakta sıkıntılar devam ediyor, bu yüzden pencereyi açtığımda da kapı-pencere arası cereyan oluyor, bel ağrılarım devam ediyor. Ayrıca uyumama durumu, uykusuzluk devam ediyor. Havasızlık problemi var. Böyle olunca da sağlığım ciddi şekilde bozuluyor. Buradaki arkadaşlar da nasıl dayanacak bilemiyorum, daha yeni gelmişler, zaman gösterecek. Daha önce buraya bir heyet gelmişti, burada inceleme yapmışlardı, yarım saat kaldılar, onlar bile etkilendiler, özellikle havasızlığa dayanamadılar” dedi.

KILIÇDAROĞLU’NUN GELİŞİNİ ÖNEMLİ BULUYORUM

CHP’ye genel başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun partiye yenilik getirebileceğini ifade eden Öcalan, “Kılıçdaroğlu bir yenilik getirebilir, Kemalizmin demokratik güncellenmesi sağlanabilir. Buna bir ihtiyaç olduğunu daha önce de belirtmiştim. Önemli buluyorum” diye konuştu.

Öcalan, İran’daki gelişmelere ilişkin olarak “İran’da idam edilen arkadaşların ailelerinin acılarını paylaşıyorum. Direnen halkımıza selamlarımı iletiyorum. Sorunların çözümü için İran’la da bir diyalog ve müzakere süreci başlatılabilir ama İran yönetimi zor bir yönetimdir, müzakerenin zorlukları var” ifadelerine yer verdi. Öcalan, şöyle devam etti:

UZLAŞMA İLKELER ÜZERİNDEN OLUR

“Tarihi günler yaşıyoruz ama bunun ne kadar farkındalar, taraflar ne kadar bunun ciddiyetinde bilemiyorum. Sonuç nereye gider bilemiyorum. Biz sorunu köklü biçimde çözmek istiyoruz. Ben 18 yıldır bunun mücadelesini veriyorum. Bu kadar tarihi ve köklü bir sorun bazı küçük tavizlerle ele alınamaz. Şunu söylüyorum uzlaşma, tavizler üzerinden değil ilkeler üzerinden olur, bu çok önemlidir. Bunu tüm ilgililere, herkese söylüyorum. Kalıcı çözüm ilkeler üzerinden olur. Taviz, yozlaştırır.

Ben daha önce insan hakları ve demokrasi şartı demiştim. Bu çerçeve önemlidir. Başbakan da AKP de demokratik anayasa diyor. Biz de demokratik anayasa diyoruz. Bunun ne anlama geldiğini daha önce defalarca anlattım. Yine bunların hepsini 156 sayfalık yol haritamda ayrıntılarıyla anlatmıştım. Tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek, ayrıntıya girmek istemiyorum. Toprak bütünlüğü ve sınırlar diyorsunuz, tamam diyoruz. Ulus-devleti bana bir tepsi içindeki elma gibi sunsalar, hayır diyorum. Bunun nedenlerini daha önce geniş geniş izah ettim.”

BAŞBAKAN’A BÜYÜK İYİLİKLER YAPTIM

“Demokratik cumhuriyet, demokratik vatan, demokratik ulus, demokratik anayasa dedim. Tabi demokratik anayasada sorunun çözümü formüle edilecektir. Seçim barajı ve parti içi demokrasinin önemine tekrar vurgu yapıyorum. Hükümet’e Başbakan’a söylüyorum, bu barajı düşürmeyerek birkaç fazla milletvekili çıkarmakla neyi halledeceksiniz! Bu sorunu halletmezseniz zaten üç ay sonra gidersiniz. Ayaklarının altındaki toprak kayıyor. İşte görüyorsunuz Kılıçdaroğlu geliyor. Başbakan’a diyorum ki sen çözmezsen Kılıçdaroğlu çözecek. AKP’ye, Başbakan’a söylenmelidir; Öcalan 8 yıldır size büyük iyilik yaptı, ama siz bunun değerini bilmediniz. Binlerce, hatta onbinlerce gerilla aç, açıkta, mevzilerde, benim hatırım için durdular. Çatışmasızlık, eylemsizlik dönemleri benim etkimle gelişti. Ben bunun farkındayım. Bu gücümü barış için, diyalog için, çözüm için kullandım. Ben burda bir askerin bile ölmemesi için çabaladım. Defalarca mektup yazdım. Sayısız öneri geliştirdim. Ama hiç birini dikkate almadınız. Bu bir nevi son şansınızdır. Ben her defasında uzatılan eli tutmak istedim. Bütün risklerine rağmen bu çaba içerisinde oldum. Ama olmadı. Şimdi yeni bir dönemdeyiz, yeni bir süreç var.”

GÜVENLİK ŞARTI OLMADAN SÜREÇ İLERLEMEZ

“Asıl önemli şey insan hakları ile demokrasi şartı ve Güvenlik Şartı’dır. Güvenlik Şartı için müzakere diyalogu çok önemlidir, bu olmadan süreç ilerlemez. Güvenlik şartı önemi ve kapsamı nedeniyle BDP’yi de aşıyor. BDP’nin müzakere çerçevesi bellidir. Güvenlik Şartı tartışmalarında KCK olmadan olmaz. KCK demokratik meşru bir örgütlenmedir. KCK ve benim katkım olmadan güvenlik şartı yerine getirilemez. Binlerce, onbinlerce gerilla var. Bunlar ne olacak, nerede toplanacak, nasıl bir geçiş süreci olacak? Cezaevinde beş bin tutuklu var. Avrupa’da onbinlerce mülteci var. Binlerce siyasi yasaklı var. Silah bırakmak istediklerinde silahları nereye bırakacakları belli değil. On binlerce kişinin siyasi-sosyal yaşama nasıl dönecekleri belli değil. Bütün bunların adım adım konuşularak çözümlenmesi lazım. Bütün bunlar kiminle konuşulacak? BDP’yi aşıyor derken bunu kastediyorum. Burada KCK devreye girmelidir. KCK de doğal olarak bu konularda hakim olacaktır. Onlarda bana soracak, bana bakacaklardır. Böyle olmadan kalıcı bir çözüm olmaz.”

CİDDİYET, KARARLILIK VE İRADE İSTİYORUM

“Tekrar ediyorum biz köklü ve kalıcı bir çözüm geliştirmek istiyoruz. Bizim niyetimiz çok ciddidir. Hazırlıklıyız. Ciddi ve kalıcı bir çözüm isteniyorsa bunun için kendileri bilir, gidip Kandil’le görüşebilirler. Ama bu her açıdan zordur, pratik açıdan da zordur. Bunlar ciddi işlerdir. İçişleri Bakanı isterse bu diyalog kanallarını yaratabilir. Kaldı ki kendileri bir Kamu Güvenliği Müsteşarlığı kuruyorlar. Bu müsteşarlık üzerinden harekete geçebilirler. Bu güvenlik müsteşarlığı Hükümet cephesinden güvenlik şartıyla ilgili müzakereleri koordine edebilir. Onların işi bu zaten. Bilmeleri lazım. ‘99’da Genelkurmay adına gelenler olmuştu. Onlarla görüşmelerimiz vardı. Ancak ne zaman ki Ecevit tasfiye edildi, o görüşmeler de kesildi. AKP geldi bu görüşmeler kesildi. Ondan sonra AKP’ye büyük şans verdik, 8 yıl büyük bir iyilik yaptık ama bunun değerini bilmediler. Benim her dönemde uzlaşma ve diyalog çabam oldu. Ben bu konuda son derece istekli ve dürüst davrandım. Önce Özal ile diyalog sürecimiz oldu ama Özal tasfiye edildi. Ardından Erbakan’la böyle bir süreç geliştirilmeye çalışıldı, 28 Şubat süreci geldi Erbakan tasfiye oldu. Sonra Ecevit dönemi geldi, bazı gelişmeler olabilirdi, Bahçeli’nin de içinde olduğu bir müdahaleyle Ecevit tasfiye edildi. 2002’den beri de AKP iktidarda. Bu iktidar dönemindeki mektuplarım, çabalarım biliniyor ama bir sonuca ulaşılmadı. Ben geri çekilme konusunu bir taktik falan olarak söylemiyorum. Ben tutumumu gözden geçirmeye, bir süre daha ertelemeye hazırım. Ama ciddiyet istiyorum. Kararlılık istiyorum. İrade istiyorum.”

ÇEKİLİRSEM NE OLUR?

“Şimdi yeni bir süreç gelişmez ve ben daha önce söylediğim gibi aradan çekilirsem ne olur? Tarihi sorumluluğum gereği herkese bunu belirtmek istiyorum. Burada üç şey olur: Birincisi Devlet PKK’ye ağır saldırılarla yenilgi olmazsa bile ciddi kayıplar verdirebilir -işte son hava saldırılarında görülüyor bazı şeyler–, bu birinci seçenektir. Bu durumda bunun sorumlusu devlet ve hükümet olacaktır. İkinci seçenek ne olabilir? İkinci seçenek ise KCK ortaya çıkarak sorumluluk üstlenebilir; zaten daha önce Murat Karayılan ve Duran Kalkan’ın açıklamaları olmuştu, yeni bir süreç demişlerdi. “Siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel her açıdan halkımızın sorumluluğunu üstleniyoruz, demokratik özerkliği ilan ediyoruz” diyebilirler. İşte dünyada bunun çok örneği var; Abhazya, Kosova, Çeçenistan örnekleri var. Uzağa gitmeye gerek yok; Türklerin, Türkiye’nin de çok iyi bildiği Kuzey Kıbrıs örneği var. Bunun sorumluluğu da KCK’ye aittir, kendilerinin bileceği iştir.”

SAVAŞ YOZLAŞTIRABİLİR

“Şimdi üçüncü seçeneğe geliyorum. Üçüncü olarak da savaş devam eder, bir dengede sürer. Zaten kendileri de çözüm gelişmezse orta-şiddette bir savaş gündeme gelebilir diyorlar. Fakat ben 15 Ağustos Atılımı’ndan sonraki sürece baktığımda benim savaş-gerilla anlayışımda olmayan şöyle bir tehlike görüyorum. Savaş daha fazla uzarsa, her iki tarafın da yozlaştırdığı bir savaş gündeme gelebilir. Bununla ne demek istiyorum, şunu söylüyorum: Devlet içinde de PKK içinde de bazı çeteler türeyebilir, kontrolsüz, denetimsiz bir şiddet, yozlaşmış bir savaş gündeme gelebilir. Devlet içinde işte bu Ergenekon vb. şeyler; bizde de daha önce üzerinde çok durduğum Hogır, dörtlü çete vb. şeyler gündeme gelebilir. Bunun sorumluluğu ise PKK ve devlete aittir. Bunlar iyi anlaşılmalıdır. Bütün bu süreçlerden kimlerin sorumlu olacağını belirttim. Önemlidir, tekrar ediyorum, sorumluluk kendilerine aittir. Ben tarihi sorumluluğum gereği bunları belirtiyorum, uyarı görevimi yerine getiriyorum.”

MADENCİLERE BAŞSAĞLIĞI DİLİYORUM

“Halkın onuruyla oynamaya kimsenin hakkı yoktur. Benim bütün derdim bu. Halk adına iş yapmak insana onur kazandırır. Bu onur kazanılmak isteniyorsa, buna uygun davranılmalıdır. Halkın onuru her zaman ve her yerde titizlikle gözetilmelidir. Ben burada bütün zorluklara rağmen halkımızın onurunu koruyorum, onlar için yaşıyorum, buna çok dikkat ediyorum. Onurlu yaşam da ancak böyle olur.

Son yaşanan maden felaketinde yaşamını yitiren işçilere rahmet, ailelerine başsağlığı dileklerimi iletiyor, acılarını paylaşıyorum. Cezaevinden gelen çok sayıda mektuplar var. Cezaevindeki tüm arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Van ve Muş halkımıza özel selamlarımı iletiyorum.”

ANF NEWS AGENCY

Ecevit şapkası


Ecevit şapkası

Hasan Bildirici

Tarih: 23 Mayıs 2010 Pazar

Kemal Kılıçdaroğlu, neredeyse tüm delegelerin oyunu alarak CHP genel Başkanı seçildi. Böylece Baykal’a yönelik operasyonun derin bir operasyon olduğu daha iyi anlaşıldı. Eğer derin ve planlı bir operasyon olmasaydı, CHP gibi yorgun, çürük ve kırk parçalı bir parti bir günde Kemal Kılıçdaroğlu etrafında toplanmazdı.

Bundan önce yazdığım “Dersim yetimi” adlı yazıma bazı arkadaşlar olumsuz tepki vererek, CHP ve Kılıçdaroğlu’nun umut olamayacağını yazdılar.

Türk devletinin her türlü hilesini tatmış arkadaşların kaygılarını anlıyorum. Fakat bizim tartıştığımız BDP’nin genel başkanlığı değil, CHP genel başkanlığıdır. Bizim tartıştığımız BDP veya Kürt siyasetlerinin değil, AKP’nin alternatifi bir partideki değişikliklerdir. CHP bugün de gelecekte de bizim umudumuz olamaz. Ayrıca olması gerekmiyor. CHP’nin, insanlara, inançlara ve kimliklere saygılı bir konuma gelmesi Kürtlerin ve Türklerin yararına olur.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığına seçilmesini birkaç başlıkla değerlendirmek gerekiyor. CHP, diğerlerinden daha çok devlet partisidir. Diğer partilerin en eskisinin ömrü on yıllıksa, CHP’ninki 87 yıllıktır. CHP 87 yıldır ya iktidardır ya da ana muhalefet partisidir. Onun için CHP’deki stratejik değişiklikleri devletin değişiklikleri olarak algılamak gerekir.

CHP’yi değerlendirirken sadece Kürt sorununa saplanıp kalmamak lazım. Türklerin de hak ve özgürlük sorunu var. Türklerin de Kürtler kadar çağdaşlaşmaya ihtiyacı var. Türklerin de korkusuz, kaygısız ve huzur içinde gün ve geceler geçirmeye ihtiyacı var. Türklerin Kürtlerden farklı olarak bir de devleti paylaşma sorunları var.

İşlem basit ilerleyecektir. CHP öncelikle AKP şahsındaki Siyasal İslam’a alternetif olarak düşünülmüştür. AKP, muhafazakar Türklük ve İslamcılık lehine, CHP’li Kemalist ordu ve bürokrasiyi hayli hırpaladı. Üç kıtada at koşturmakla Osmanlılıkla övünen Türk ve İslam muhafazakarlığı, AKP aracılığıyla sonunda devlete tümden ortak olmayı başardı. Bu anlamda CHP’nin devleti onlarla paylaşmaktan başka seçeneği kalmadı.

Muhafazakar Türklüğün ve fütuhat kültürüyle beslenmiş Siyasal İslam’ın reform yeteneği yoktur. Olmadığı, Kürt sorunu diye başlayan, daha sonra “milli birlik ve kardeşlik projesi”ne dönüştürülen Açılım tartışmalarında iyice ortaya çıktı. Eğer devlet reformun gereğine inanmışsa bunu en kolay CHP’ye yaptırır. Çünkü CHP tabanı, belirli ölçülerde, aşırı Türk milliyeçilerinden ve İslamcılarından daha fazla reforma yatkındır. Bundan dolayıdır ki, 12 Eylül öncesinde CHP’nin bir çok üyesi faistler tarafından öldürülmüş ve bazı yerlerde sol ile CHP kitlesi iç içe geçmiştir.

CHP bir de devlet aflarının partisidir. Daha önce de sol tutuklulara yönelik af girişimlerini CHP başlatmıştı. Devlet eğer Kürt sorununda kimi adımlar atmak istiyorsa, atılan adımlara paralel olarak Kürtlere ve PKK’ye yönelik bir genel affı CHP gündeme getirebilir. Bu büyük bir olasılıktır.

Önümüzdeki seçimlerde CHP’nin şimdikinden daha yüksek oy alacağı kesin gibidir. Bu oylar büyük ölçüde AKP’den alınacaktır. Hiçbir parti tek başına iktidar olamadığında, CHP ve MHP koalisyonu kurulabilir. Eğer Kürt sorununda bazı adımlar atılacaksa koalisyonda MHP düşünülecektir. Çünkü AKP açılım girişiminde de ortaya çıktı ki, muhalefette bir MHP hiçbir açılıma izin vermiyor. Bu nedenle iktidar ortağı yapıp, Kürtlerle ilgili bazı kararlara ortak edebilirler. İdamın kaldırılması ve Öcalan’ın idam olan cezasının müebbete indirilmesi kararında MHP’nin de onayı var…

CHP tamamen eskiyi tekrar etmek istiyor. 1970 ve 1978 yıllarını tekrar etmek istiyor. Zaten Kılıçdaroğlu’nun giydiği şapka da o zamanların Ecevit’inin giydiği şapkadır. CHP’nin oy oranının yüze 41 olduğu zamandır. Öyle bir dalga yakalayıp, Siyasal İslamı frenlerken sol ve Kürt muhalefeti kontrol altına almayı planlıyorlar. O zaman CHP bunu başaramamıştı ve herkesi silindir gibi ezip geçen 12 Eylül askeri darbesi yapılmıştı…

Şimdiki CHP’nin alternatifi olacak bir askeri darbe yok. Bazı şeyleri başarmak zorunda. Üstelik bir de kocaman bir Kürt sorunu ve Kürtlerin silahla yenilmez PKK’si var…

Şimdiden geleceği az çok görebiliyoruz. CHP’nin Kürt açılımı AKP’ninkinden bir adım daha önde olabilir. Yapacakları anayasa bazı yenilikler içerebilir. Burjuva sistemler, özellikle Türk sistemi böyle yürüyor. Yani santim santim, yani eskiyenin yerine yenisini bir gece yarısı operasyonla planlayarak…

CHP’deki ani değişiklik, Öcalan’ın Mayıs sonundan itibaren aradan çekilme restine verilmiş bir karşılık da olabilir mi?

Bir yanıyla mümkündür. Çünkü Öcalan’ın Siyasal İslam ve Muhafazakar Türklükten çok, Kemalizmin sol kanadı ile ittifaka daha yatkın olduğu biliniyor. CHP deki kısmı olumlu değişikliklere bakarak Öcalan, kararını gözden geçirip bir süre erteleyebilir… Unutmamak gerekir ki, HADEP ve HEP, SHP ile seçim ittifakı yapmıştı.

Köktencilik ve kökten ret her zaman iyi olmayabilir. Kürt mücadelesi, önünü fiili oalrak açan, yasaları ise on yıl geriden gelen bir mücadeledir. Demokratik değerlere ve Kürt halkına az çok saygısı olan bir CHP iktidarında Kürtlük daha çok serpilip gelişecektir… Kürtlük, her dönemde bir tuğla kazanımı daha koyuyor yapısının üstüne…

Alevi ve Kürt kökenli Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlığına gelince… Hem Kürt, hem Alevi, hem başbakan hem CHP Genel başkanı… Bu Türkiye’ye ağır gelir… Kemal Kılıçdaroğlu’da Türkiye’nin sorunlarına hafif gelir…

Gandi, İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele başlatan Hintli bir liderin ismidir. İngilizleri kovmuş ve Hindistan’ın bağımsızlığını ilan etmiştir… Türk sömürgeci devletinin partisinde, partinin başında Gandi’ler olmaz…

Sonuç olarak kimse Kürtleri eski ile korkutmasın. Kürtler eskiden her önüne çıkanın arkasında savruluyordu. Şimdi 5 yıl sonrasını kestirmeye çalışıyoruz. CHP, eskiyi tekrar ederek bir adım bile yol alamaz. Çünkü Türkiye eski Türkiye, dünya dünün dünyası, Kürtler eskinin cahil Kürtleri değildir. Türkiye’nin ihtiyacı, eski usul kandırmaları raflardan indirmek de değildir.

Kürdün netleşmiş ve neredeyse ortak hukuk haline gelmiş üç temel talebi var:

1-Kürdistan adının iade edilmesi

2-Kürtçenin eğitim dili olması

3-Kürt güvenliğinin Kürdistanlılar tarafından sağlanması…

Bunun adı özerklik veya federasyondur…

Sonuç olarak CHP’deki gelişmeler olumludur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel başkanlığına seçilmesi ve Baykal ekibin tasfiye olması da iyidir.

İster değişsinler ister değişmesinler, her süreçten Kürtler kazançlı çıkacaktır… Kürt halkına karşı siyasal soykırım uygulayan, en çok Kürt çocuğu öldüren, gerici emniyet amiri ve polislerin hakimiyetindeki Türk şehirlerinde Kürt gençlerine karşı linç kültürünü kışkırtan AKP’nin iktidardan düşmesi her bakımdan olumlu olacaktır…

CHP iktidara gelirse, ilk gerici karar ve uygulamasından başlayarak bu kez iktidardaki CHP’ye karşı mücadelemizi sürdüreceğiz.

Gerçek Kürt aydınları sömürgeci devlet partilerinden herhangi biri için kefil olmazlar. Onların uygulamalarına umut bağlamazlar. Kendi aralarındaki kavgayı onlar üzerinden sürdürmezler. Onlardan adil ve saygı olmalarını beklerler…

Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP’den şimdiki beklentimiz de budur…

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Kemal Kılıçdaroğlu


Kemal Kılıçdaroğlu

HAYDAR IŞIK

Devlet, bizim Kemal’in önünü açtı. Yarın devlet partisi CHP Başkanı olacak. Hemen söyleyeyim, umarım kendisine ve halklara hayırlı olur. Baykal faşistinin gitmesi iyidir. Bu nedenle kendisine ilk duayı ben yapayım. Duzgin bojiye to bijero! Düzgin kolundan tutsun. Kemal Kılıçdaroğlu; Kürttür, Kızılbaştır. O kendisini Kürt görmek istemese bile, biz babasını, amcalarını tanıyoruz. Kemal’in; derin devletçi beyaz Türk örgütü olan CHP içinde kendisini yalın ifade etmesi beklenemez. ‘’Ben Kürdüm“ dese anında kapı önüne konur, bunu biliyoruz. Ancak, ‘’Ben Akşehirliyim, Türküm“ demesi ise onun yüz karasıdır. Umarız hak yolunda kendisine düzen verir. Derin devletin partisi CHP’ye başkan olmak kolay değildir.

Kemal Kılıçdaroğlu adaylığını ilan edince, ilk karşı çıkan Yılmaz Ateş adında bir Dersimli oluyor. Hatırlayınız, bir kaç kez yazmıştım. ‘’Ali Ağa danî buyero, mare awe bimano!“ Ali Ağa tanesini yesin bize suyu kalsın. Onun için Kürt ağa ve beyler hep birbirine çelme takmışlardır. CHP zengini Yılmaz Ateş, bir Dersimlinin CHP Başkanı olmasından müthiş rahatsız olmuş. Baykal’ı tarikatının başına çağırmış. Yaptığı tam bir rezalet.

Kemal Kılıçdaroğlu şimseri (kılıç) çekmişse, bu onun cesaretinden mi kaynaklandı? Hayır. Bu yazının yazıldığı dakikalara kadar seçilme şansı kesin görünüyordu. Fakat Osmanlıda oyun tükenmez. Derinden gelen öneriyle ile adaylığa zorlandığı görüldüğüne göre, neden safkan bir beyaz Türk göstermediler? Demek ki, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt ve Alevi kimliği üzerine bir oyun oynanmak isteniyor. Baykal’ın Kürtlere bakışı, inkar ve imhanın en katı şeklidir. Kürt dilini ve kimliğini kesinlikle kabul etmeyen çeteci derin devlet ile uyumludur. Bu durumda akla hemen şu geliyor. Acaba derin devletin çekirdek çetesine karşı bir operasyon mu yapıldı? Baykal, başta oldukça Kürt sorununda ilerleme olmayacağı gün gibi aşikardı. Türk devletine bu sorunu çöz diyen dış ve iç güçlerin baskısı düşünülür. Genelsekreter Önder Sav ve Kemal Anadol gibi hep statükoyu savunmuş isimlerin açıkça Kılıçdaroğlu’nu desteklemeleri ve il başkanlarından destek görmesi, zina yaptığı halde Fetullah Hoca’nın sevgisine mazhar ırkçı Türkçü Baykal’ın sonunu getiriyor demektir. Anlaşılan beyaz Türkler yeni bir oyun içindeler. Merak edilen konu, aptallığı yüzünden akan Onur Öymen gibi beyaz Türkler, bir Kürt ve Kızılbaş’ın CHP Başkanı olmasına ne derler? Çünkü bunlar devleti, arka bahçesi ve tapulu malı görmektedirler. Kemal Kılıçdaroğlu, Öymen’in Dersim’e yönelik sözlerini, Dersim de eleştirirken, Ankara’da lafını yutan görünümü mü verecek, yoksa kişilikli bir tavır mı sergileyecek? Kürtler bu şimserin hak yolunda vurmasını destekler.

Baykal’cı CHP’nin Kürdistan’da kaybettiği tabanı Kemal Kılıçdaroğlu ile yeniden kazanmak için düşünülmüş bir operasyon olabilir. Statükoculuğa karşı da düşünülebilinir. Giderek Fetullahçılığa kayan Baykal’a karşı yapılan laik darbe de olabilir. Birçok yanıyla baktığımızda, Bolciyeli Kemal adeta arkasından itilerek ringe çıkarılmış, ağır siklet biriyle boks yapması isteniyor. Her halükarda iktidarına geri dönmek isteyen ve ahlaksız biri olduğu halde, evli biriyle ilişki rezilliği tesçil edilen Baykal’dan kurtulmak da var, onun yarattığı tahribatın altında kalmak da var. Baykal ve ilişkide bulunduğu bayan milletvekilinin yaptıkları hem dine, hem ahlaka, hem de kanuna ters olduğu halde, hala utanmadan komplo diyor. Fetullah da zina yaptığı için Baykal’a sevgi selamı gönderiyor. İmam böyle yaparsa, cemaat başka türlü yapmaz. Türkiye’de ahlak iflas etmiş. Bu haliyle Baykal’ın CHP’yi baraj altına düşüreceği görüşü ağır basmış olmalıdır. Baykal’dan kurtulmak için bizim Kemal düşünülmüş.

Eğer bizim Kemal, ‘’beyaz Türk“ köleliğini elinin tersiyle iter, statüko ve Ergenekon avukatlığı yapmaz, birincil iş olarak Kürtlerin en temel hakkı olan Kürtçe’nin devlet okullarında eğtim ve öğretim olanağına kavuşması yönünde çaba harcarsa, Türk ve Kürt barışını sağlayan biri olarak tarihe geçer. Yok Baykal’ın Kemalist faşist ırkçı yolunu sürdürürse, şimdiden söyleyeyim, meclisin palyaçosu Kamer Genç’ten daha beter olur. Tabii oyunun bir yanında derin devlet ve Baykal varsa, diğer yanda da Kürt hareketi vardır. Belki de Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden Kürt hareketini marjinalleştirmek düşünülüyor. Kürt ve Kızılbaş Kılıçdaroğlu ile Kürtleri ve Alevileri devlete bağlamayı düşündükleri muhakkaktır. Kürt mücadelesinin gelişmesiyle ortaya çıkan Alevi Federasyonları, şimdi Kürtleri Kürtlükten çıkarma işini görüyorlar. Cem evleri Atatürk posterleriyle doludur. Bunlar, Kürt Alevileri halkından koparmaya çalışıyor, devletçi Alevicilikle Kürt düşmanlığı yapıyor. Kürt olduğu halde, kendisini inkarda emsalsiz biri olan Dersimli Ali Kılıç da MYK’da Kemal Kılıçdaroğlu’na destek vermiş. Demek ki kargalara leş görünmüş. Nazımiye’den, (Qisle) milletvekili olan merhum Hıdır Aydın sonunda kendisini namaza vermişti. Bacanağı Kamer Genç, yıllardır meclisi güldürüyor. Eşinin dedesinin 38’de başı kesildi, soru önergesi vermedi. Yine milletvekili merhum Hüseyin Erkanlı, Kamer Genç’in kayınbiraderiydi o da dedesinin kesik başını sormadı. Akrabası merhum Hüseyin Yenipınar da düşünmedi. Aslan Bora evlendiği hanımına Kürt olduğunu söylemedi. Acaba dünya cenneti Bolciye’den gelen Kemal, savaşı durdurup, halklar arası barışa mı yardım edecek, yoksa ‘’Ne mutlu Türküm“ demeyi mi sürdürecek?

http://www.haydar-isik.com