Kürdistan ve değişen yurtseverlik kavramı..

Dört bir yanı ateşler içinde yanan bir ülke,

Toprağa beden verilmeyen günün bulunmadığı bir savaş yaşıyorsa..

Bir yanı Trakya’ya yayılmış,

Öbür yanı Tahran’a, Şam’a Bağdad’a kadar dağılmış halkıyla

Yaşama tutunulmaya çalışılıyorsa..

Zalimlerin işkence talimgahı olan zindanlarda yaşanan her gün,

Sona eren bir hayatın faizi sayılıyorsa..

Bebelerin öğrendikleri ilk sözcükler “daye” yerine “job”, “bomba” oluyorsa..

Çocuklar “birdir bir” yerine “berxwedan”cılığı, pratiğini vererek öğreniyorlarsa

…Ve…

Tam da o anlarda polisinin zehirli gazı ile can veriyorlarsa..

Analar çocuklarını sokağa saldıklarında onlardan “veda öpücüğü” alıyorlarsa,

Evine ekmek getiremeyen baba, üstüne üstlük polisin hakareti ile karşılaşıyor,

Çare olarak

hayatına son noktayı koyuyorsa..

İmam istediği ibadeti uygulayamıyorsa..

Cem evleri hala psikolojik abluka altındaysa..

Topraklarını eşeledikçe şehit fışkıran bir ülke ise bu..

Böylesi bir ülkede yurtseverlik kavramının fiatı oldukça yüksek olacaktır!

Kürdistan artık eski Kürdistan değildir.

İki satır yazı yazanın,

Ağzı bolca laf yapanın,

Göbeğini kaşıyıp bağımsızlıktan aşağı inmeyen,

“Yüksek” taleplerle ortaya çıkanın

Pratiğine bakarak değerlendirenlerin ön saflarda yürüdüğü,

Bedel olarak özgürlüğünü, beden sağlığını veya canını ortaya koyan yiğitlerin mücadele ettiği bir Kürdistan var artık..

Eski tarif bitti. Yurtseverlik kabuk değiştirdi.. O şimdi çok pahallı bir ünvandır!

Yeni yurtseverlik ana kucağında başlıyor. Bazan kefensiz mezardır sonu.. Bazan ise düşmanın o kirli, iğrenç ellerine düşmemek için bir şikeftte kendi kendini imhadır.

Kürdistanlı yeni insan şahlanmış.. Kürdistanlı barışçı çözüm için sabırlı. Ama ille de direngen!

“Berxwedan jiyane” diyen kitlesi ile titretiyor faşizmi.

Bundandır Erdoğan’ın saldırganlığı..

Evet

Bu ateş Turaniler’i titretiyor.

Bundandır sivil halka karşı yürütülen sistemli saldırılar.

Bu Ateş Mollalar’ı titretiyor.

Bundandır bütün hatları ile sivilleri askeri hedef haline getirmeleri.

PJAK Mollalara iyi bir askeri ders verdi. En aşağı beş generallerini son saldırılarda toprağa vermediler mi? Selam olsun yiğitlere!

Türk Rejimi ise çözümsüzlük politikasında direniyor ve bunu marifet sayıyor. Umarım Silvan’lar çoğalmaz.. Halkın çocukları bu kirli savaşta öleceklerse müsebbibi bellidir. Türk Halkı artık uyan! Sırtına yapışmış olan bu kenelerden kurtul!

2011-07-28

A Sirac Kekuyon


Türk-İslam Sentezi ve Kürd Sorunu-İsmail Beşikçi

Araplar, Türkler ve Farslar İslamı her zaman, kendi milli çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. İslamın korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması değil, kendi milli çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi, İslamın bu çerçevede kullanılması birinci planda tutulmuştur. İslamı koruyan ve geliştiren, kendi milli çıkarlarına araç etmeyen tek halk, tek millet kanımca Kürdlerdir.

Fethullah Gülen hareketi dinsel görünümlü bir Türk milliyetçiliği hareketidir. Fethullahçılığın temel amacı Türk milliyetçiliğini korumak, geliştirmek, yükseltmektir. İslamı korumak ve geliştirmek daha sonra gelmektedir.

Bir Türk’ün Türk milliyetçisi olması, Türk dilini, Türk yurdunu sevmesi, dünyada Türklüğü koruma ve geliştirme duyguları ve düşünceleri içinde olması doğal bir durumdur. Ama, Türk milliyetçiliğinin, başka halkların milli haklarının kullanılmasını engelleme doğrultusunda kullanılması sorun yaratan bir durum ortaya koymaktadır. Bu yazıda bu durum irdelenmeye çalışılacaktır.

Bugün, Türkiye’nin en önemli sorunu Kürd sorunudur. İç politikayı da dış politikayı da belirleyen sorun Kürd sorunudur. Kürd sorunu geçmişte de belirleyici bir sorundu. Fakat o zamanlar bu durum ifade edilmiyordu. Günümüzde artık, devlet ve hükümet yetkilileri de bu durumu açıkça ifade ediyor. Kürdler de milli hareketin artık önlenemez, durdurulamaz bir aşamaya gelmiş olmasından dolayı, devlet ve hükümet de böyle bir söylem geliştirme gereğini duymaktadır.

Devletin ve hükümetin Kürd sorunu bağlamında en önemli politikası asimilasyondur. İttihat ve Terakki’den beri en önemli politika asimilasyondur. Kürdleri Türklüğe asimile etmek, Türk Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin genlerine işleyen bir politikadır. Bu, İttihat ve Terakki’den beri tasarlanan, uygulanan bir politikadır. Cumhuriyet’ten beri bu politika daha kararlı ve sistematik bir şekilde uygulanmaktadır. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Türk milliyetçiliğinin vazgeçilmez bir amacı olmuştur.

Son bir- iki yıldır, Gülen Hareketi’nin de belirli bir Kürd açılımı yaşadığı gözlenmektedir. Artık, Kürd halkı ve Kürd dili inkâr edilememektedir .Ama, bireysel hakların dışında kolektif haklar da tanınmamaktadır. Kürdlerin asimilasyonu sürecinde devlet ve hükümet politikaları yönünde yer alması, Gülen Hareketi’ni belirleyen önemli bir boyuttur. Belirli bir açılım vardır ama bu temel boyut değişmemektedir. Asimilasyonu devam ettiren, ilerleten, Kürdçe eğitimin, Kürdçe mecburi eğitimin olmamasıdır.

Resmi ideoloji başta Türk milliyetçiliğini korumayı, geliştirmeyi amaçlamaktadır. Din, İslam, bu anlayışı güçlendiren, en temel ayak olarak değerlendirilmektedir. Türk-İslam Sentezi bu anlayış çerçevesinde oluşmaktadır.

Kürdler’in Türklüğe asimilasyonu konusunda, devletin yanında yer alan, devlet politikalarını destekleyen, teşvik eden, Türk milliyetçiliği yanında yer alan grupların başında, Fethullahçı hareket yer almaktadır. Kürdler’in Türklüğe asimilasyonu konusunda, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile, Atatürkçü Düşünce Derneği ile Fethullah Gülen hareketi arasında hiçbir fark yoktur. Bütün bu grupla Türk milliyetçiliği anlayışı doğrultusunda hareket etmektedirler. Bunun, Kürdler’in milli hakların yaşama geçmesini engelleme, asimilasyonu sürdürme gibi bir anlamı da vardır.

Dinsel duyguları, dinsel kurumları geliştirerek Kürdleri oyalama, asimilasyonu bu yolla gerçekleştirme, devletin önemli bir politikasıdır. Kürd bölgelerinde, Kur’an kurslarının, İmam-Hatip Okulları’nın, medrese benzeri kurumların yaygınlaştırılması bu anlayışı bir gereği olarak yaşam bulmaktadır.

Bediüzzaman Said-i Kürdi

Gülen Hareketi’nin, Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin, eserlerine, düşüncesine, yaklaşım tarzının incelenmesi ufuk açıcı olacaktır. Türkiye’de Nurculuk akımı, Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin düşüncelerine, Risale-i Nur kitaplarına göre oluşmaktadır. Ama Türk Nurcular Said-i Kürdi’nin düşüncelerini tahrif etmekten çekinmemektedir. Türk Nurcular, Said-i Kürdi’nin özellikle Kürd toplumuna ilişkin düşüncelerini ya sansür etmekte veya tahrif etmektedirler. Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin kitapları yayımlanırken, Kürdlere ilişkin yazılar, yazılardaki bölümler ya sansür edilmekte veya tahrif edilmektedir.

Bu tutum üzerine, Kürd Nurcular, Said-i Kürdi’nin yazılarını kitaplarını olduğu gibi basma gereğini duymuşlardır. 1990 da Tenvir Neiriyat, Med-Zehra Yayıncılık’ da, İçtimai Reçeteler adı altında iki ciltlik bir kitap yayımlamıştır. Aynı kitap, 2004 yılında, biraz daha genişletilerek, Zehra Yayıncılık tarafından, tek cilt olarak İçtimai Dersler adı altında yeniden yayımlanmıştır. Bu kitaplarda,i Said-i Kürdi’nin, 1908, 1909, 1910 yıllarında, kaleme aldığı, Kürdlere, Kürd toplumuna ilişkin düşünceleri, duyguları yer almaktadır.

Bediüzzaman Said-i Kürdi, 1907 yılında, Sultan Abdülhamid’e, Medresetü’z Zehra isimli bir eğitim projesi sunmak için İstanbul’a gidiyor. Said-i Kürdi bu okulun dili için, “Arabi vacib, Kürdi caiz, Türki lazım kılmak gerekir” diyor. (Münazarat, İçtimai Reçeteler II, s. 80, İçtimai Dersler s. 141)

“ Arabi vacib”, “Kürdi Caiz”, “ Türki lazım kılmak” nasıl
“Arabi farz” “Türki vacib, “Kürdi caiz” e dönüştürüldü?

“Fethullah Gülen Perspektifinden, Bediüzzaman Said-Nursi ve Risale-i Nur” çevresi ise, “Güneydoğu Problemleri ve Bediüzzaman’ın Medresetetü’z Zehra Projesi” nde, “Arapça farz, Türkçe vacib, Kürtçe caizdir” deniyor.

Fethullah Gülen ve çevresi, Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin düşüncelerini, Eberlerini, sansür eden, tahrif eden bir gruptur. Bu tutuma ilişkin olarak yukarıdaki olguyu irdelemeye çalışacağım.

Farz İslamda yapılması zorunlu olan anlamındadır. Vacib de zorunluluk ifade etmektedir. Ama bu zorunluluğun farz da olduğu gibi güçlü bir anlamı yoktur. İkinci derecede bir zorunluluk.

Said-i Kürdi Medresetü’z Zehra’da, “Kürdçe caizdir” diyerek bu okulda geçerli dili, eğitim dilinin Kürdçe olduğunu vurgulamaktadır. Arapça elbette öğrenilmelidir, Tükrçe de devletin resmi dili olduğu için öğrenilmesi lazımdır.” diyor. Zaten Kürd Medreselerinde de eğitim fiili olarak böyle yapılmıyor mu? Zaten Said_i Kürdi 1908 lerdeki çeşitli yazılarında bu durumu açıkça ifade etmektedir

Fethullah Gülen ve çevresi ise, caiz kelimesine, “Kürdçe olsa da olur, olmasa da olur, isteyen evinde konuşsun…” şeklinde bir anlam yüklemektedir. Dikkat edilirse, “Fethullah Gülen Perspektifinden Bediüzzaman Said-i Narsi ve Risale-i Nur” çevresi bu sıralamayı ters yüz etmektedir.

Bediüzzaman Said-i Kürdi, “Arapça vacib, Kürdçe caiz, Türkçe lazımdır” derken, Gülen cemaatı bunu, “Arapça farz, Türkçe vacib, Kürdçe caiz” dir şeklinde tahrif etmektedir. Said Kürdi, “Türkçe lazımdır” derken, buna, “Türkçe devletin resmi dilidir. Öğrenilmesi lazımdır” şeklinde bir anlam yüklemektedir. Gülen cemaati ise, hem sıralamayı değiştirmekte, hem de Türkçe’yi zorunluluk belirten vacib kelimesi ile anlatmaktadır. Caiz sözcüğünü ise, olsa da olur, isteyenler evlerinde konuşşunlar…” biçiminde dile getirmektedir.

Türk din adamlarının, bu arada Gülen Cemaatı’nın da Türk milliyetçisi olması doğaldır. Ama Türk milliyetçisi tutumlarının Kürdlerin aleyhine kullanılması, bunun için de Said-Kürdi’nin eserlerinin, düşüncelerinin sansür edilmesi, tahrif edilmesi sağlıklı bir tutum değildir.

Selami Can, Fetullahçıların bu tutumunu eleştirmektedir. “Vacib dille Olimpiyad, Farz dille Kürd’e Kıyak, Caiz Dille Lak lak” yazısında, bu sansürcü, tahrifçi tutumu ayrıntılı bir şekilde eleştirmektedir. (www. nasname. com 23 Haziran 2011)

Bu yazı üzerine sitede pek çok yorum geliştirilmiştir. Ali isimli izleyici, Fethullah Gülen’i, “Farz dili neden kendi okullarında uygulamıyorsun?” diye eleştirmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı ve Kürd sorunu

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da böyle bir tutumu vardır. Örneğin, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan İslam Ansiklopedisi’nde, Kürdler maddesi yer almamaktadır. Ansiklopedinin şimdiye kadar (Temmuz 2011) 39 cildi yayımlanmıştır. Kürdler maddesi 27. cilde yer alması gerekiyordu.

Bu tutum, resmi ideolojinin inkarcı tutumunun aynen benimsendiği anlamına gelmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı Kürd bölgelerine irşad heyetleri göndererek sahte “kardeşlikler” ileri sürerek Kürdlere, milli haklarını unutmalarını, Türkleşmelerini salık vermektedir. Kürd bölgelerine gönderilen imamlarda da bu nitelikler aranmaktadır.Bütün bunulardan dolayı, Barış ve Demokrasi Partisi’nin, devletin imamlarının değil, kendi imamlarımızın arkasında namaza duralım, çağrısı yerindedir.

Sızıntı Dergisi’nde Bediüzzaman

Bu arada, Haziran 2011 tarihli ve 389 sayılı Sızıntı Dergisi’nin kapağı üzerinde de durmak gerekir. Dergi, kapakta Said-i Kürdi’ bir resmini kullanıyor.

Said-i Kürdi’nin, 1908, 1909, 1910… yıllarında, Said-i Kürdi imzasıyla yayımladığı yazılar, Türk Nurcuların sitelerinde yer almamaktadır. Risale-i Nur’ları yayımlayan Türk Nurcular yayınlarında bu yazıları sansür etmektedir. Bu yazıların bazılarını şu şekilde belirtmek mümkündür.

Hamidiye Alaylarına Dair Beyan-ı Hakikat, Şura-yı Ümmet, 19 Kasım 1908, İçtimai Dersler, s. 505-506

Kürdler Yine Muhtaçtır, Şark ve Kürdistan, Sayı , 2 Aralık 1908 İçtimai Dersler, s. 507-508

Ey Kürd Topluluğu, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 2, 12 Aralık 1908, İçtimai Dersler, s. 509-510

Kürdler Neye Muhtaç?, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 2, 12 Aralık 1908, İçtimai Dersler, s. 511-512

Bediüzzaman Said-i Mebusan’a Hitabı, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 3, 19 Aralık 1908, İçtimai Dersler, s. 513- 517

Bediüzzaman Molla Said-Kürdi’nin, Mebusan’a Hitabı, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 4, 26 Aralık 1908, İçtimai Dersler, 518-523

Nutk-u Sabıkın Neticesi, Kürd teavün ve Terakki Gazetesi, 9 Ocak 1909, İçtimai Dersler, s. 524-527

İfade-i Meram, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı 6, 9 Ocak 1909, İçtimai Dersler, s.528-5

Hakikat, Volkan Gazetesi, 10 Mart 1909, İçtimai Dersler, s. 531-532

Bediüzzaman Kürdi’nin, Fihriste-i Makasıdı ve Efkarının Programıdır, Volkan Gazetesi, Sayı 83-84, 24 Mart 1909, ;İçtimai Dersler, s. 537-544, İçtimai Reçeteler II, 269-276

Reddü’l Evham, Volkan Gazetesi, Sayı 90-91, 31 Mart 1909, İçtimai Dersler, s. 547-553

Ziya-yı Hakikat, Volkan Gazetesi, Sayıı 97, 7 Nisan 1909, İçtimai Dersler, s. 554-559 İçtimai Reçeteler II, 276-281

Leman-ı Hakikat ve İzale-i Şübehat, Volkan Gazetesi, 29 Mart 1909, İçtimai Dersler, s. 560-570, İçtimai Reçeteler, II, s. 281-290

Asker Kardeşlerime, Serbesti Gazetesi, 18 Nisan 1909, İçtimai Dersler, s. 572, İçtimai Reçeteler, s. 292

Kürdler ve Osmanlılık, İkdam Gazetesi, Sayı 8273 7 Mart 1920, İçtimai Dersler, s. 577 İçtimai Reçeteler II, s. 301-302

Kürdler ve İslamiyet, Sebilürreşad Dergisi, 17 Mart 1920, İçtimai Dersler, s. 578-580, İçtimai Reçeteler II s.303-305

Kürdler ve Osmanlıık ve Kürdler ve İslamiyet yazıları 1920 de yazılmış yazılardır. Bu yılda da Said-i Kürdi imzasının kullanılması dikkate değer.

Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım

Zehra Vakfı, Bediüzzaaman Said_i Kürdi’yi, eserlerini, düşüncelerini, olduğu gibi, yani sansürden arındırarak, kamuoyuna, bu arada Kürd kamuoyuna ulaştırmaya çalışmaktadır. Zehra Vakfı’nın ve vakıf başkanı İzzettin Yıldırım’ın bu girişimleri, Kürd karşıtı çevreleri rahatsız etmiştir. Zehra Vakfı’na Vakıf Başkanı İzzettin Yıldırım’a karşı tasarlanan operasyonlar bu ortamda yaşama bulmuştur.

Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım, 29 Kasım 1999 da, Hizbullahçılar tarafından, İstanbul’da, Fatih’deki bürosundan alınarak kaçırıldı. 17 Ocak 2000 de, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu, Hizbullah’a karşı yürütülen operasyon sırasında, Beykoz’da, emniyet birimleri tarafından öldürüldü. Bu olaydan iki gün sonra, İzzettin Yıldırım’ın domuz bağıyla öldürülmüş bedeni, sorguya ilişkin görüntüleri içeren kaset, Elazığ’da bir hücre evinde bulundu.

Hizbullah’ın, PKK’nin Kürd toplumundaki etkinliğini kırmak için, devlet tarafından kurulup eğitildiği biliniyor. Hizbullah’ın dağdaki PKK’ye karşı değil, şehirlerdeki Kürd yurtseverlerine karşı mücadele ettiği, Kürd yurtseverlerini, gündüz vakti, enselerinden tek kurşunla katlettiği de biliniyor. Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım’ın, kaçırılmasını, sorgulanmasını, katledilmesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu olayın Gülen Cemaatı tarafından nasıl değerlendirildiğini irdelemek ufuk açıcı olabilir.

Bediüzzaman’a Eleştiri

Bediüzzaman’ın özgürlükçü bir kişi olduğu, temel niteliğinin bu olduğu vurgulanmaktadır. “Hür Adam” isimli bir filmi de yapılmıştır. Bu anlayışa iki temel eleştiri getirmek mümkündür. 1915 Ermeni soykırımına karşı Said-i Kürdi’nin küçücük bir tepkisi olmamıştır. Halbuki, soykırımın, tehcirin en hararetli günlerinde, Said-i Kürdi, Erzurum, Pasinler Cephesi’nde, tabur imamıdır. O yıllarda alay müftülüğü, tabur imamlığı resmi kurumlardır. Alay müftülüğünün binbaşılık, tabur imamlığının yüzbaşılık gibi bir karşılığı da vardı. Said-i Kürdi, 19 Şubat 1916 da Ruslara esir düşmüş, Sibirya’da bir esir kampına konulmuştur. 1917 de Bolşevik devrimi sırasında meydana gelen karmaşadan yararlanarak esir kampından kaçıp esaretten kurtulmuştur. Ermeni soykırımına karşı hiçbir tepki göstermemesi onun, özgürlükçü tutumuyla, “hür adam” niteliğiyle bağdaşmamaktadır.

Ubeydullah Nehri, 1880’lerde, Osmanlı’ya ve İran’a karşı, ayaklanma tasarlarken, Hakkari çevresindeki Hristiyanlarla Ermenilerle ve Nasturilerle-Süryanilerle, iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmıştı. Bedirhan Bey’in, 1843 ve 1846 da, Nasturileri ezme politikası yanında, Ubeydullah Nehri’nin dikkate değer bir tutum içinde olduğu gözlenmektedir.

1915 de Ermenilere ve Süryanilere soykırımın yoğun bir şekilde devam ettiği günlerde, Mardin’de, Fethullah isimli bir din adamı, çevresindeki Kürdlere, Hristiyanlara, Ermenilere ve Asuri-Süryanilere dokunmamalarını, İttihatçı direktiflere uymamalarını ısrarla salık vermiştir. Ubeydullah Nehri’nin ve din adamı Fettullah’ın bu tutumları karşısında, Bediüzzaman’ın tutumunun sorgulanması gerekir.

İkinci eleştiri, Cumhuriyet’le birlikte başlayan Kürd direnişlerine karşı, Said-i Kürdi’nin bir tepki vermemesidir. Kürdler bu kadar eza-cefa içindeyken, buna bir tepki verilmemesi “hür adam” niteliğiyle çelişmektedir. Bu, artık, Said-i Kürdi’nin, Said- Nursi olmaya başladığı dönemdir. Bu, ayır bir konudur. Bu yazıda ele alınacak bir konu değildir. Bu yazıda, Said-i Kürdi’nin, 1908, 1910’larda, Kürdlere ilişkin yazılarının, Türk Nurcular tarafından nasıl sansür ve tahrif edildiği konusu irdelenmektedir.

13, 23 veya 33


13, 23 veya 33
Hasan Bildirici

Amerikan filmlerinin klasik bir mantığı var: Seyircinin desteklemesi istenen kişi, kuruluş veya devlet filmin başında mağdur duruma düşürülür. Kişi, kendi halinde bir insan olarak gösterilir. Filmin kahramanı kişi polis, asker, işçi veya mafya elemanıdır. Film başlarken bu şahıs veya ailesi saldırıya uğrar. Ondan sonra saldırıya uğrayan kişi, memleketi kasaphaneye çevirir. Seyirci bununla da yetinmez. Kahramanın daha çok insan öldürmesini film boyunca ister durur.

Filmin kahramanı Amerikan Gizli Haber Alma Teşkilatı CİA’dır. Binlerce kişiyi öldürmüş olan, ancak bu cinayetlerinin zerresinin izinden söz edilmeyen CİA’nın bir elemanı film başlarken başka bir istihbarat teşkilatı tarafından öldürülmüştür. Film boyunca CİA, sözkonusu istihbarat teşkilatına karşı onlarca cinayet işler. Seyirci doymaz, CİA’nın daha çok cinayet işlemesini ister.

Ya da Amerikan devletinin bir üssü filmin başında saldırıya uğramıştır. Amerikan devleti bunun karşılığında saldırıyı yapan ülkeyi cehenneme çevirir. Seyirci doymaz. Daha çok cehennem ister.

Vietnam savaşının niteliğinde habersiz milyarlarca seyirci Rambo’yu desteklemiyor mu?

On gün kadardır Türk ve Kürt basınını çok az takip edebildim. Sağdan soldan birkaç makale okumakla gündemi tekrar yakalamak güç olmadı.

Benim Türk devleti hakkındaki fikrim nettir. Türk devleti etnik ve dinsel sorun çözemez. Türk devletinin klasik iki tür çözümü vardır. Ver Kurtul veya Öldür kurtul. “Ver kurtul”a Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan Balkan ve Arap devletleri örnektir. “Öldür Kurtul”a ise Rum, Ermeni, Asuri-Suryani ve Kürtler örnektir. Onun için de bayrağı, dini ve milleti tektir.

Türk Başbakanı Erdoğan Kürt sorunundan ne anladığını defalarca açıkladı:

“Kürt sorunu yoktur. Kürt asıllı Türk vatandaşlarımın sorunları vardır.”

Bu şu anlama gelmektedir. Kürdistan diye bir ülkenin varlığını, dilini, tapusunu, ayrı bir halk olmak özelliğini unutun.

Türklerde başka hiçbir devlette ve ulusta olmayan klasik bir devlet ve hükümet anlayışı vardır. Bütün ülkelerde askeri darbelerden sonra, darbe sonuçlarını ortadan kaldırmak ve haksızlıkları gidermek için sol eğilimli bir partiler iktidara gelir. Fakat Türkiye’de askeri darbeyi yiyen de sağcı partidir, darbeden sonra iktidara gelen de sağcıdır. Zaten sistemlerini sürdürmelerinin püf noktası da burasıdır. Askeri darbe solu, Alevileri ve Kürtleri tapanlayıp geçer. Askeri darbeden hemen sonra iktidara gelen sağcı partiler ise otuz yıl daha darbe yasalarını korur. Ara sıra yaptıkları ufak tefek değişiklikler için de ne kadar Türk ve Kürt aydını varsa yanlarına alırlar. Bu kadar çok Türk ve Kürt aydınının AKP faşizmini desteklemesi, Türk devletinin Kürtlerde ve Türklerde çattığı yanlış beyin travmasındandır.

Avrupa’da hangi ülkede Ilımlı Hıristiyanlık iktidardadır ki, dinsel yönetimi ve onun yöntemlerini ret etmesi gereken Kürt ve Türk aydınları Türk-İslam Sentezinin iktidarı önünde diz çöktüler? Tamamıyla çıkar ilişkilerinden kaynaklanmaktadır bu. Bu nedenle Türkiye halkları devrim özürlüdür. En muhalif örgüt bile, on kez çatlayıp çatırdatılması gereken Türk devletinden sorunların çöüzmünü istemekte ve gerçekten devrimi de Türk devletinin kendisinden beklemektedir.

Halbuki Türk devleti katliam ve soykırım suçlusu bir devlettir. Dünyada soykırım suçlusu olarak yaşayan tek devlettir.

On gündür uzak kaldığım Türk basınından Türk devletinin ve ordusunun borazanı Fikret Bila’yı okuduktan sonra hiçbir şeyin değişmediğini, değişmeyeceğini ve devletin giderek daha çok Kürtlerin aleyine döneceğini bir kez daha anladım. Tahammül gücünüze ve Kürt sorunun çözümü yolunda gösterdiğiniz inanılmaz sabıra güvenerek Milliyet yazarı Fikret Bila’nın makalesini olduğu gibi buraya alıyorum:

 

PKK süreci tahrip etti

Fikret Bila

“12 Haziran seçimlerinden sonra oluşan atmosfer içinde başta yeni anayasa olmak üzere Kürt sorunu da dahil birçok temel sorunun siyasal ve toplumsal uzlaşmayla çözülebileceği beklentisi artmıştı. Tutuklu milletvekilleri nedeniyle başgösteren yemin sorunu ise TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in öncülüğünde çözüm sürecine girmişti. CHP iktidar partisiyle vardığı mutabakat sonucu yemin etti. BDP de AKP yetkilileriyle bir araya geldi. Bu görüşmelerden bir mutabakat çıkmadı ama BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş her fırsatta yüz yüze konuşmanın ve diyaloğun önemine işaret ederek bu temasın önemini vurguladı. “Konuşmak sataşmaktan iyidir” diyen Demirtaş, sadece barış ve demokrasi için uğraştıklarını da vurgulamıştı.

PKK’nın tahrip edici etkisi

12 Haziran sonrasında bir taraftan siyasal temaslar artarken İmralı ve Kandil’den tehditlerin arkası kesildi. Öcalan, İmralı’dan verdiği mesajlarda önce 15 Haziran’a kadar adım atılmazsa terörün tırmanacağı haberlerini yolladı. Daha sonra Kandil 15 Temmuz tarihini verdi. Son olarak da yine İmralı’dan “Barış Konseyi konusunda mutabakata vardık, 15 Temmuz’un hükmü kalmadı” mesajı geldi. Ayrıca Öcalan, BDP’nin yemin edebileceğini de avukatları aracılığıyla duyurdu. Harekete geçen BDP, Cemil Çiçek’in çağrısına olumlu yanıt vererek iktidar partisiyle iki kez görüşme yaptı ancak mutabakata varamadı. Buna karşın kendi kararıyla yemin edebileceği yönünde de açıklamalar yapıldı. Meclis’in normal çalışma düzenine döneceği ve yeni anayasa için çalışmalara başlayacağı umudu yükselmişken, Diyarbakır’ın Silvan ilçesi kırsalında 13 askerimizin PKK tarafından şehit edildiği haberi Ankara’ya bomba gibi düştü, oluşan siyasi ortamı ve beklentileri tahrip etti. Tüm partilerin katılımıyla TBMM’de yeni anayasa için çalışmaların başlayabileceği zemini de büyük ölçüde ortadan kaldırdı. “15 Temmuz’un hükmü kalmadı” açıklamasına rağmen PKK son günlerde eylemlerini artırmıştı. Son olarak 2 askeri kaçıran PKK, 1 aylık süre içinde değişik yer ve zamanlarda 10 askerimizi de şehit etti. Dünkü olayda da 13 askerimizin şehit edilmesi PKK’nın eylemsizlik kararının bir “hikâye”den ibaret olduğunu kanıtladı.

BDP’yi sıkıştıracak

PKK’nın sıklaştırdığı bu eylemler siyasi alanda BDP’yi sıkıştıracaktır.
PKK ile arasına mesafe koyamamakla eleştirilen BDP’nin siyasi hareket alanı daha da daralacaktır. Bu eylemlerin en önemli sonuçlarından biri, BDP’nin barış, demokrasi ve yeni anayasa konusundaki inandırıcılığını da çok büyük ölçüde zedeleyecektir. BDP bu eylemlerden sonra Meclis’e gelip yemin ederek normal çalışma düzenine girse bile bu eylemlerin yaratacağı baskının altında kalacak ve önerileri samimi bulunmayacaktır. Türkiye’yi bölmek istemedikleri, hedeflerinin demokratikleşmek olduğu, bayrakla, vatanla, İstiklal Marşı’yla sorunları olmadığı yönündeki beyanlar kamuoyunda etkili olmayacaktır. Siyasi kanalların açık tutulması için gösterilen çabalar ortadayken PKK’nın vazgeçmek bir yana terörü daha da tırmandırması “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” özdeyişinde olduğu gibi algılanacaktır. 13 askerimizin şehit edilmesi ve 7 askerimizin yaralanmasıyla kamu vicdanında oluşacak yargı Ankara’nın terörle mücadele konusunu yeniden gözden geçirmesine de neden olacaktır.”

Makale bu. Ama devletin ve hükümetin Kürt sorununa bakışı da bu. Bingöl’de 33 askerin öldürülmesiyle hatırlarsanız kendi dediklerine göre Kürt sorunun çözümünde tarihi fırsat kaçırılmıştı.

Biz de aksini söylüyoruz. Kürt ve Kürdistan sorunun çözümünde hiç bir zaman tarihi çözüm fırsatı olmadı. Fırsat varmış gibi gösterildi, hatta çözüm tartışmaları yapıldı, insanlar umutlandırıldı, Kürt cephesi bölündü, direniş halindeki Kürt güçleri gevşetildi, bu arada Öcalan ile görüşmeler yapıldı ve ardından zaten uyduruk olan gündemin içine şey edecek 13-23 ve 33 asker öldürüldü.

Bu ara Konya dahil bir çok ilde BDP binaları faşist kuşatma altına alındı, tahrip edildi.

13 askerin ise çoğunlukla Türk askerinin yaptığı orman yangınında hayatını kaybettiği anlaşıldı. Askerlerin kimler tarafından ve nasıl öldürüldüğü hiç önemli değildir. Önemli olan ölmeleri ve Amerikan filmlerindeki mağdur durumun Türklerin eline geçmiş olmasıdır.

Ama bu fırsat ellerine hep geçecektir.

Malazgirt savaşıyla Türklere Selçuklu devleti kurdurtan, 600 yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu sınırlarının bekçiliğini yapan, daha sonra dilini dahi yasaklayacak olan Türk asker ve bürokratlarına Türkiye Cumhuriyeti devletini armağan eden Kürt halkımı ve onun siyasetçilerini ben iyi tanımışım.

Türk sömürge anayasası Kürdistan’da oylanırken AKP faşizmini destekleyen Kürt aydınları ve siyasetçileri ne demişlerdi:

Erê, Erê, Erê, Hezar carî Erê

İş, adalet, özgürlük ve Kürdistan’ın ülke tapusunu istemekten çıldırma noktasına gelmişlerin partisi PKK ve BDP’li siyasetçiler ne diyor:

„Biz devlet istemiyoruz.”

Kürt sorununda daha başka ne yazayım bilmiyorum ki!

Her defasında umutları en başa alınan halkıma yüksek sabırlar diliyorum.

Bu ara ilk heyecanı önceki yılda kalan özerklik ilanında ismin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Demokrasi ve özerklik kavramları Kürtlere ait olmayan genel kavramlardır. Devlete, sınırlara ve hükümet alternatif olmadığını söyleyen „Demokratik Özerklik” ilanı, isim olarak sorunludur. Bütün sorunlar Kürdistan üklesinin adıyla birlikte yasak olmasından kaynaklanmaktadır. „Demokratik Kürdistan Özerkliği” veya „Özerk Kürdistan Bölgesi” isminin kullanılması, sorunun çözümüne çok önemli bir katkı sağlayabilirdi.

bildiricihasan@hotmail.com

GERÇEĞİN ÖTESİNDE İTİRAFLAR


GERÇEĞİN ÖTESİNDE İTİRAFLAR
Harun Ahmet

( Gerçek, onsuz olamadığımız koca bir yalandır.)

F. Nietzsche

Doğduğum günü bütün dehşetiyle hatırlıyorum…

Şehrin kalbine uzanan ve ana caddeyi ikiye bölen demiryolunda toplanan kalabalık, trafiği durdurmakla kalmamış sabahın bütün canlılığını da alt üst etmişti. Ölümü anımsatan bir yakınlaşmayla birleşen sessiz kalabalığa doğru yürüyorduk. Herkes korku dolu bir durağanlık içindeydi ve oluşturdukları çemberin merkezine doğru bakıyordu. Toplanmanın tersliğini, içimi boğan mezbaha çöplüğü, yakıcı ve iç bulandırıcı kokuyu andıran o ekşimsi buğu sayesinde daha görmeden hissetmiştim. Anneme baktım… Ve sonra, ayrıntılı bir dökümünü yapamadan çekip uzaklaştırıldığım yere göz ucuyla da olsa dokunabilme bahtsızlığında bulundum. Onu tanımıştım… Dev cüssesiyle yüzükoyun düşmüş, saatler önce yitirdiği ruhundan arta kalan kanların içinde yatıyordu. Devasa cüssesiyle birlikte, ona ait anılarım da bir an için yığılmıştı olduğu yere. Diyarbakır’ın tarihsel yalnızlığı ve bütün ruhsal kirleri, paslı, görünmez bir kül tabakası içinde her tarafı sarmış, üstüme yağıyordu sanki. O şehri hiç bu kadar ölümcül duygularla hissetmemiştim. Belki de bu hissi yaşadığım dehşet verici anı paylaşan o dayanılmaz kükürt dioksit yağmuruna borçluydum. Uzak fabrika dumanları ve üçüncü sınıf yeni yetme apartman bacalarından sıyrılıp gelen iflah olmaz bir kül sağanağı vardı. Taşa kesmiş insanların içinden telaşla sıyrılıp ağır adımlarla yürümeye çalışırken, dondurulmuş bir anı serbest bırakan bir kadın çığlığından sonra patlayan gürültü seliyle birlikte soluksuz uzaklaşmaya devam etmiştik. Bu kez arkaya bakma gibi bir çabaya girmeden hem de…

Annem daha sonraları bu olayı, her ne kadar olayın dramına yaslanarak, içinde yassılaşmış metal parçalarına gömüldüğüm demir yolundan uzaklaştırmak için uydurduğu bir tren kazası gibi yansıtma çabasına girse de, bunun bir cinayet olduğunu anlamıştım. Cinayetin elle tutulur bir nedeni yok gibiydi. Ama ölümün bütün korkunçluğunu yansıtan dehşet izleriyle, kanlarına gömülmüş o dev adamın tek tuhaflığı, belki de saf ve masumiyeti gösteren yığınca kitap ve deftere sahip olmasıydı. Annem, küçük serçe kanadı elleriyle elimden tutmuş okula doğru sürüklerken eminim benim kadar savunmasız ve ürkekti o zamanlar. Altı yaşındaydım ama sanki yeni doğuyor gibiydim. Büyük bir boşluk ve anlaşılmaz bir hiçlikte yuvarlanıp duruyordum. Geri dönülmez bir düşme hissi, yalnızlık ve korku. Ellerimi ezercesine avuçlamış, sanki kendi loğusasındaki bebeğin göbek bağlarını tedirgin bir istekle kendi elleriyle keserken içli bir duygusallıkla;

” Biliyorum, sende uçup gideceksin bir gün!” demişti.

Yaşamım boyunca hiç ama hiçbir şey beni bu an kadar yapayalnız ve tanımsız olmaya zorlamadı. Yerde yatan cesetle benim aramdaki bu benzetmeyi neye yorumlayacağımı pek bilemezdim ama ölümle olan bağı, boğazımdaki ıslaklığın kurumasına neden olmuştu. İlkokula başlamam ve yalnız başıma gerçek dünyayla yüzleşmem hayatımın en belirleyici anıydı. O yalnızlık garip, bekli de ilk doğum anına benzer bir düşme hissiydi. O güne kadar yabancısı olmadığım bütün bakışlar, köşe başlarında el yordamıyla korku içinde duvarlara eğreti kâğıtlar yapıştırıp hızla gözden kaybolan insanlar, kuytuluklardan serin bir yayılmayla genişleyip çoğalan sidik kokuları, felçli bacaklarına bağladıkları kalın deri parçalarıyla yerlerde sürünürken, arada bir durup, gelip gidene el açan dilenciler, cizlavitleri ve yamalı ceketlerinin altında sakladıkları palalarıyla bir cellâda dönüşen Qırıklar, , büyük bir bilge gibi gazeteleri tersinden okuma gibi kendince, üstünkörü yetenekler edinmiş yurtsever delimiz Alişan, uzaydan gelmiş savıyla tımarhane arkadaşları tarafında asılarak infaz edilen Xêno ve daha irili ufaklı nice efsanevî şehir delisi ve pamuklu şeker satıcıları, zerzevat çığırtkanları, arabaların eşiz gürültüsü ve şehrin semtimizde daha bir azıtan debdebeli canlılığı… Hepsi o görsel kâbusa taşınmış kan ve acı birikintileriydi. Bütün maddesel dünya ve hayata dair sezgisel tanımlarım parçalanıyor ve o trajik boşluk içinde bir daha asla birleşmemek üzere acı, karamsarlık ve güvensizlikle, belki de bir ömür boyu sürüp gidecek olan kaçınılmaz bir yazgıya doğru sürükleniyordu. Bu sürüklenmede yalnızlık, korku ve o boşluk içindeki her şey bambaşkaydı. Beni yaşama bağlayan tek bağ ise annemin o pamuksu elleriydi.

Şair Sırrı Hanım İlköğrenim Okulu yazan bahçe kapısının önünde bulmuştum kendimi. O sabah başlayan korkum uzun yıllar sürüp gideceğe benziyordu, çünkü olay yeri kapıdan yüz metre ilerideydi ve sürüp giden cinayetlere sahiplik etmesi nedeniyle bu yer, bir okula komşuluk edemeyecek kadar da tekinsizdi. Son kayıt işlemleri yapıldıktan sonra sınıfa ilk bırakıldığım an çekimlerin en kuvvetlisi olan o içsel aidiyet telaşıyla, kendimi tekrar annemin kollarına nasıl attığımı hatırlamıyorum. İlk sınıfımdaki bu talihsiz refleks yüzünden arkadaşlarımın bana yönelik ilk izlenimleri de doğmuştu böylece. Gülmeler ve sonu gelmez dalga geçme keşmekeşinde, koskocaman sınıfta tek ağlayan ben ve Levent’tik. Belli ki; bir ölümün acı izleri çok çabuk silinmiş, kanlar yıkanmadan unutulup gitmişti. Ne yazık ki ben o anı unutacak kadar şanslı değildim.

Kanlar içindeki devasa maktulü tanımış olmakla daha bir yıkıcılaşan ölümün şiddetli etkisini bir tarafa bırakırsam, benim gibi gerçeğin bütün yasalarından nasibini almamış hayal kahramanlarının, derme çatma bir araya getirilmiş ucuz oyuncaklarla dolu bir örnek yaşantıdan sonra, bu ilk adımları bütün çocuklar için büyük bir talihsizlikti. Uzun yıllar sonra alışkanlıklarımın ve mizacımın derin sorgusunu yaparken karşılaştığım en etkili an gerçeğe atılan bu ilk adımdı. Tabi ki bunları zamansız ve bir çocuğa ait kötü bir deneyime bağlama gibi bir niyetim olmadı hiçbir zaman. Amed her zamankinden daha koyu, hayat ise her zamankinden daha erkekti. Ve ben, bir çocuk dünyasında bunu tarif edemediğim hislerle kavrıyordum. Şiddetin sarsılmaz kurallarını hiçbir şey o ilk anlar kadar güçlü hissettirememiştir bana. Kendimi yine ilk kez, her anında bir kahraman yaptığım o kötücül masalların gerçek doğasında bulunca çocukluğuma ait bütün güven ve huzur verici imgeler sarsılmıştı. Tek ve bir başınaydım artık. Yalnızlaştığım için değil, savunmasızlığımın beni bu dünyanın neme nem bir yuvarlak olduğuna ilişkin güçlü iknasıydı sarsıcı olan. Bu sarsıntıya gerçeğin ilk korkusu da diyebilirim. Daha sonraki günlerde annemin saatlerce aynı sırada benimle geçirdiği anlar görülmeye değerdi doğrusu. Böylece Levent’in annesi ile benim annem arasında da ileriki yıllarda boy gösterecek bir dostluğa da vesile olmuştu bu zamanlar. Bu çilekeş uğraş, bir gün bahtsız iki annenin yanlarında yaşından geçkin iri yarı bir hilkat garibesiyle çıkageldiği güne kadar sürüp gitmişti.

“Bu Ramazan !”demişti annem, yırtıcı bir bekçi köpeğini tanıtır gibi “Bundan sonra size o göz kulak olacak.”

Ben korkularımda annem ise ısrarında haksız değildi. Çünkü ders aralarını dayaksız geçirdiğim bir günü hatırlamıyorum. Harçlıklarımı çocuklardan yiyeceğim dayakları göze alarak, daha utanç verici olan hesap verme kaygısından, kıçıma sakladığımı bu ana kadar annem hiçbir zaman öğrenemedi. Ona Ramazan denmezdi, daha doğrusu dedirtmezdi. Ramazan onun akıl almaz ihtişamını ayaklar altına alan, bir isimden çok yumuşatıcı bir kavramdı. Onun adı Remoydu. Kasap Remo! Remonun, kendimizle karşılaştırdığımızda hatırı sayılır ölçüde iri bir cüssesi ve güçlü bir yapısı vardı. Bunu yaşıyla orantısız büyüyen anormal bünyesine değil de tembelliğine borçluydu. Aynı sınıftaydık ama o bizden dört yaş daha büyüktü ve inanılmaz bir dirayetle tam dört yıl aynı sınıfı okumakla geçirmişti. Hakkını yememek gerekirse okumada heceleyerek de olsa fena sayılmazdı. Babası mahallenin en gözde kasabıydı ve çok önemli günler dışında içimizi dışımıza çıkaran çürümüş et kokusundan kurtulamazdık. Bu koku okulun ilk yıllarında hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti artık. Ender yıkanan okul önlüğünün hayvan yağıyla cilâlanmış kıvrımlarında dövülmüş et parçaları bulurduk. Çoğu zamanda bu et parçaları kanlı canlı beyaz ve kaygan yüzeyli beyaz canlılara dönüşüverirdi. Bu canlı et parçalarına “Bit!”denildiğini annemin homurdanmalarıyla geçen uzun saç kazıma törenlerinde öğrenmiştim. Annem bu çilenin kaynağını bilirdi ama benim okumuş bir adam olma hayalini hep güçlü tuttuğu için yinede bu çileye boyun eğerdi. Kasap Remo beni hayatın acımasızlığı ve gözü dönmüş varoş canavarlarına karşı koruyacak ve böylelikle okula devam etmemi sağlayacaktı. Öylede oldu. Birinci sınıfı, Remo’nun koruyucu kanatları altında bitirdim. İç bulandırıcı o iğrenç kokuya katlanmanın dışında, çaresizce kabullendiğim diğer şey ise tabiî ki her zaman olduğu gibi okul harçlıklarımı Remo’nun tehdit dolu bakışlarıyla keşisen pis avuçlarına, onur kırıcı bir himayeye teslim etmemdi.. Bunu anneme hiç söylemedim. Remo, bunu sadece ürkütücü halinin verdiği avantajla yaptırmıştı bana. Ders aralarında bahçeye sızan Lâhmacun satıcısını gördüğümde hissederdim bu zorlamayı. Remo, beni satıcıların yanına götürür ve durup gözlerimin içine bakardı. Bana da üstünden salçalı yağlar damlayan o iğrenç yiyecekten almaktan başka bir tercih kalmazdı. Bütün geçim sıkıntısının yanında çocukluğun en değerli şeyi sayılan harçlıklarımı bu şekilde Remo’nun zevksiz midesine boca etmem çok üzerdi beni.

Tabii doğumum ise sürüp giden mizacıma yaraşır biçimde olmuş. İki erkek çocuk sahibi olan annem, bütün genç kızlık tutkularının gerçekleşeceği umuduyla hayatının en son çocuğuna hamile kaldığı an yaşadıklarını duyunca, öfkesine hak vermedim değil. Bütün fallarda, törensel kadın günlerinde, doktor kontrollerinde ve daha nice göksel işaretlerle, dünyevî göstergelerde üçüncü çocuğunun kız olacağına dair o kadar söylenti olmuş ki, annem neredeyse ona bir servete mal olabilecek kadar yüklü bir hazırlığa yönelmiş. El işi kundaklardan, ipek dokumalara, en ünlü kozmetiklerden en ağır takılara kadar bulabildiği ve aklını kurcalayan bütün gelecek plânlarına kulak vermiş. Eminim ki annemin planları tutmuş olsaydı yaşamın seyri ve hayatının kaderi de değişecekti. Anlattıklarına bakılırsa çilekeş ömrünün öncesiz ve sonrasız tek doğrusu bir kız çocuğuna sahip olmakmış. Ama onun, saplantıya varan bu özlemini anlamak bir yana, eğer doğacak olan kız çocuğun şimdiki mizacı taşıyan çocuğunun sadece bir cinsiyet farkı olabileceği ihtimalini düşündüğümde ise sinsi bir tebessüm göstermekten alıkoyamıyorum kendimi. Ben annemin –ki bir kız doğurmuş olmasını çok istesem dahi- kız yerine bir erkek çocuğu doğurmasını kendi adına olabilecek en talihli kader değişikliği olarak düşünürüm hep.

Bütün bu soluksuz beklemelerin ardından, 1 Aralık 1973 gecesi sabaha doğru Ofis semtinin en güzel yeri olan Çiğdem apartmanının bir numaralı dairesinde, mahallenin kadın, çocuk ve tanıdık tanımadık bütün sakinlerinin meraklı bakışları altında beklenen an gelip çatmış. Ben, doğumumla ilgili, herkesten çok annemin o an hissetliklerine kulak vermişimdir hep. O yerel mizah yeteneğiyle, düşüncelerinin ağır yapısını yumuşatmaya çalışsa da, bu sözlerin gelecek yıllarımı nasıl belirlediğini anlamak zor değil. O yılları her anlattığında gözleri dolar ve bana pişman olmayan sevecenliği içinde şefkatle bakıp:

‘Arzuyu çok bekledim! Kendimi ona o kadar çok inandırmıştım ki: doğumun sancısını bile neredeyse hissetmiyordum. Seni kanlar içinde çekip çıkardıklarında gözlerime inanamadım. Dokuz ayın bütün umut dolu hatıraları kara bir bulut gibi üstüme çökmüştü. Ayak ve ellerin simsiyah, yeni doğmuş bir kuzuyu anımsatıyordu. Doğum zor olmuştu ve bu zorlanmanın etkisiyle ellerin ve ayakların simsiyah kesilmişti, kafan ise olağandışı bir biçim almıştı. Bu cinsel sürprizi her anlattığında iki parmağını aşağı doğru açar ve garip bir ironiyle sallayarak “Her şeyden öte karşımda iki küçük kara taşak sallanıyordu.” Diye hayal kırıklığını kavratmaya çalışırdı. Beklenenin dışında sağlıklı bir bebek olduğumu söyler annem. Ama geçer diye umdukları el ve ayak morlukları zamanla yayılıp esmer bir erkeğe çevirmiş beni. Başımın biçimsizliğini ise savuşturup, kalıcı bir sertlik almadan sıkıca bağlayıp kendilerince önlem almaya çalışmışlar. Annem bu doğumda herkesin şok geçirdiğini söyler ve nedenini ise benim tuhaflığıma bağlar.

‘Öyle sürüp gitti!’ der annem çok içli bir sitemle; ‘Hem çok uysal hem de çok aksi oldun. Bazen bu olayı düşündüğümde senin bir kız olarak yaratıldığını fakat sırf ben ve benim gibi herkesin, senin böyle doğmanı istediği için inada girip cinsiyetini değiştirmişsin gibime gelir.”

Annemin bu naif ve mizahî anlatımları bir yana ona hiçbir zaman kötümser bir oyun oynamamış olsam da yinede bu beklenmeyen doğumun bedelini ödemiştim. İlk başta sütünü esirgemiş ama daha sonra bunun akılcı bir tepki olmayacağına dair bütün o anaç vicdanıyla daha uygun bir yolu seçmiş. Benim kız olacağım hayalleriyle hazırladığı bütün elbiseleri giymişimdir herhâlde. Birde toplumsal hoşgörünün zorlanacağı son ana kadar saçımın uzatılması kaçınılmaz olmuş tabiî ki. Ve her şeyden öte tam on iki yaşına kadar kadınlar hamamına bir kız edasıyla girerek, kafama yediğim hamam taslarıyla, işittiğim kallavi kadın küfürlerini ve anlaşılmaz fantastik çimdiklerin acısını saymazsam, bu talihsizlik benim için bir şans sayılabilir. Bana kazandırdığı bu şansın dışında ilk yıllarda, annemin ikinci inanılmaz becerisi ise benimle birlikte emzireceği bir kız çocuğu bulması olmuş. Deniz adında bu inanılmaz mucizenin avutuculuğu annemin uzun zamanını almış olmasa gerek. Çünkü ondan sonraki anılarına ilişkin anlatımlarında çok farklı bir rahatlık ve huzur vardır. Cinsel tercihi erkekçe olan bir kız çocuğu, yani benim çarpıtılmış varlığım bir süre onu teselli etmeye yetmiş.

Benim açımdan olayın bütün ayrıntıları bir yana, babam hakkında o ana dair söylenenler çok daha kayda değerdir. Söylentilere göre doğum anımda o iç bulandırıcı bir kumarhane köşesinde hayatındaki son birikintilerini de yitirmek üzereymiş. Çok temiz bir yüreğe sahip olan babamın, o saflık ve beceriksizlikle böylesi bir uğraşa bulaşması herkes için büyük bir merak konusudur. Sanırım onu bu kadar kötücül bir aile babası kılan, karakteriyle seçtiği alışkanlık arasındaki uçurumdur. İyi niyet ve saflığa, inanılmaz bir sorumsuzluk eklenince, bu babam olur. Bir gece öncesinden kazandığı paraları ertesi gün bütün insancıl içtenliğiyle, yenilgiye uğrattığı masa arkadaşlarının sızlanmalarıyla rakiplerinden aldığı paraları içtenlik ve büyük bir iyilikseverlik içinde geri iade eder ve aynı akşam aynı adamlara verdiği paraların acımasız yenilgisine uğrardı. Kumar masasının canavarları, masa dışında nikotin kokulu katlıklarıyla bir meleğe dönüşürlerdi. Bazen aynı masada iki kardeşin varlığı bile bu amansız yazgıya boyun eğmekten kurtulamaz, ölümcül bir alışkanlığın pençesinde neredeyse şehrin yarısı birbirini tüketirdi. Sokaklarda gözle görülür bir kahvehane ve kumar hiyerarşisi göze çarpardı. Dedeler ve babalar en seçkin köşelerde Poker ve Okey oynar, yanı başlarında orta yaşlı oğullar el altından daha mütevazı masalarda kâğıt oyunları çevirir, yeni yetme genç kuşak daha masumane ve dikkat çekmeyen Tavla, Dama ve Bilârdo masalarında bahisli karşılaşmalara girer, sokak aralarında ise küçük halefler ellerindeki bilyeleri çeşitli oyunlar üretip oynayarak birbirlerinden bilyeler alır, bir yandan kazandıklarını paraya çevirip sigaraya başlarken öte yandan da geleceğin büyük kumar şölenlerine hazırlık yaparları. Şehrin, babadan oğla geçen en popüler mesleklerinden biride işte bu kumar illetiydi. Çok kati bir genelleme yapamasam da en azından o günlerde karşılaştığım bir çok yetişkinin bu uğraşla haşır neşir olmasıdır beni bu düşünceye zorlayan. En azından kesin bir yargıyla söyleyebileceğim tek şey akrabalarımın bu düşünceye kesinlikle uymasıdır. Onlar efsanevî birer kumar prensidirler. Anlaşılmaz bir mitolojik bağlılıkla kendilerinden geçen bu topluluğun ortak yanları ise sorumsuzluk ve katı bir sosyal duyarsızlığın baş döndürücü yıkıcılığıdır. Şüphesiz bu kumar kardeşliğinin en yıkıcı kardeşi ise babamdır bana göre. Gecenin derinliklerinden bütün düşlerin bir birine karıştığı bir saatte kapıdan içeriye girer, geçtiği yerlere yapışkan ve iç bulandırıcı paslı bir mahzen ve kahvehane kokusu bırakırdı. Eğreti ve aceleyle bütün yemekleri bir kapta harmanlayıp ağzında şaha kalkan kasların gürültüsü eşliğinde iştahla yer ve günün bütün kaybını tuvalete şiddetle akıtıp hiçbir şey yokmuş gibi hayatının tek sığınağı olan yere, yani annemin kucağına tünerdi. Annemin bu sonu gelmez işkenceye neden ve nasıl katlanabildiğine kafa yormakla beraber bu direngenliği saygıya değerdi. Araya incitici bir mesafe koymaktan çekinmez, odanın içini bir tayfun çığlığı gibi dolanan horlama sesine, inanılmaz bir sabırla katlanırdı. Çok ender de olsa babamın mucizeyle elde edip masanın bir köşesine yığdığı kumarın yüklü kazancına dokunmadan ve kimi zaman ise tuvaletin pis sularına bırakarak, bütün öfkesiyle yatağına geri dönüp onu kalbindeki şefkatin kollarına alırdı. Babam, aşkın geleceğe ait oynadığı kötümser bir oyundu annem için. Annem, ödülü babam olan bu kader oyununda hiçbir zaman istediğini elde edemedi. Toplumsal kültür bir yana hala kalıcılığını yitirmeyen bir aşkın rahatlığıyla katlanırdı ona. Diyarbakır’ın ilk milletvekillerinden ve belediye başkanlarından olan Şeref Uluğ, yaşlılığın kimsesizliğini paylaşma ve bütün varlıklı insanlar gibi sona yakın yılların acısını giderme umuduyla mahiyetindeki bir köyde bulduğu küçük yaştaki o mağrur ve gururlu kızı, yani annemi evlâtlık seçip yanına almıştı. Belki de ömrünün en güzel anlarını onunla geçirmiş ve hastalığın pençesinde bir sabah vakti gelen genç bir sağlık memuruna onu çaresiz bir üzüntü içinde teslim etmişti. Kasvetli yaşlılığının ona oynadığı oyun öz evlâtlarından daha fazla sevdiği annemim mutluluğuna engel olmasına engel olmamış ve genç âşıklara hatırı sayılır bir miras bırakarak evlenmelerine göz yummuş. Ne var ki; annem ilk gece heyecanıyla aşk yuvasında genç kızlığının titreten canlılığıyla onu beklerken babam bir kumar partisinin sonsuz unutkanlığında gecesini geçirmekteymiş.

‘Olacakları biliyordum! ’ diye anlatır her zaman annem ve ekler ‘Ama ona âşıktım!’

Bütün bu kötümser anlatımlarıma rağmen babamın gelmiş geçmiş en iyi yürekli ve güzel söylevlerle insanları baştan çıkarıp istediğine ikna eden insan olduğuna inanırım. Onun planlı bir şekilde insanlara zarar verdiği hiçbir zaman görülmemiştir. Garip bir doğruluk ve dürüstlükle torbasında zehir taşıyan bir dervişe benzer. İyi niyetinde karşısındakini dumura uğratan bir saflık ve zararı çoğaltan bir inandırıcılık vardır. Anneme o ilk gerdek gecesinden sonra sayısız kez aynı tövbeleri etmiş, pişmanlıklarını yenilemiş ve hatta çoğu kez kumar oynamadığı gibi akıl almaz bir savı bile geliştirme cesaretini göstermiştir. Bu dayanılmaz saflığını o kadar ileri götürmüş ki; askerlik yaptığı yıllarda, annem ilk erkek çocuğunu doğurup hayatın bütün zorlukları ve acımasızlığıyla debelenirken, yazdığı mektuplarda para istemek gibi akla hayale sığmayan bir cüretkârlığa bile kalkışırmış. Öyle ya; kumar kardeşliği içinde çakalsı bir kurnazlıkla bir gün olsun kaybın yüzünü görmeyenlerde yok değildi. Hayatında tek bir el bile hile yapmayan babam, masada hile yapmayı kendisince en katı ahlaki kurallarla lanetlerdi; “ Olur mu oğlum hiç, ne kadar ayıp! ” derdi kutsal bir içtenlikle.

Kapıldığı lanetin yasalarına inat ve özveriyle direnen babamın yine de bir çakal olarak yaşamaması, bizim için kazancı kaybından daha kötü olan bir Pyrus Zaferi gibidir. Çünkü inanılmaz saflığının iksiriyle duygusal yaratıklar yaratmıştır. Ama yinede ben onun içindeki cehennem ateşine direnen anlaşılmaz derinliğe hayranım ve yeryüzünde duygusal bir yaratık olarak dolaşmak bana hala büyük bir zevk verir. Sanırım hepimiz hala aynı şeyleri yapıyoruz ve annem dışında da kimse babamın söylediklerine kulak asmıyor. Ve hala babam ruhunda ve kumar masalarındaki günlük kayıplara göğüs gererken, annem de hayatının ilk ve son oyunundaki yenilgiye katlanmaya devam ediyor. Onun hayatında kazandığı tek oyunun annem olduğu kuşku götürmez. Çünkü annem büyük bir işgüzarlıkla ve inatla, babamda dâhil olmak üzere bütün çocuklarını büyütmüş, yapabildiğinin en iyisini yapmış, kumar ve düzenbazlar imparatorluğundan kurtarabildiği cüzi bir mal varlığıyla kendi kalesinin hâkimi olmayı becerebilmiştir. Dedemin bıraktıklarından arta kalan koyun sürüleri ve arazi parçalarıyla hayvancılık yapmış, bol kazançlı bir çiftçi olup çıkmış. Onunla on iki yaşına kadar kadınlar hamamına ve çay partilerine katılmakla birlikte, hasat yapılarak ürünlerin paylaşıldığı, hayvanların kırpılıp yünlerinin depolandığı, peynir ve kavurma imal edilen dönemlerinde de hep beraberdim. Sözü bütün saygın kişilere geçerdi. Yanında büyüdüğü asilzade aile geleneği değil de buna uygun işgüzar duruşuydu saygı yaratan. Hasat zamanı kılı kırk yarar, bütün karmaşık hesapların altından ustalıkla sıyrılıp çıkar, ağaların bütün ayak oyunlarını hissedip gerekli stratejilere karar verirdi. Kayıp ve kazancı iyi hesaplardı. Köy odalarında onlarca ağanın içinde başköşeye kurulur, dokuz köyün ağası gibi yaşardı. Hesaplardan arta kalan zamanlarında taş kafalı, kan düşkünü aşiret kavgalarını barıştırmak için çabalar, sözlü kızların kuytu köşelerdeki kaçamak sevişmelerinin bıraktığı onarılmaz izleri örtmek için ilk gece törenine katılır ve ilk sevişme sonrası, odalardaki çarşaflara parmağından akıttığı kanlarla yeni hayatlar yaratırdı. Birçok namus cinayetini bu akıl almaz yöntemlerle önlediğini bilirim. Aşkı hiçbir zaman bulamadığı için, ulaşabildiği ve gidebildiği her yerde bulduğu her kutsal aşkın çöp çatanlığını yapmaktan büyük bir mutluluk duyardı. Aşk ve iyilikten yoksun herkes onun deyimiyle ‘Orıspiydi’ Çevresinde iş paylaştığı ortaklarıyla sarsılmaz dostluklar yaratmıştı. Öyle ki bir süreden sonra hesaplar kazanca ve çıkara göre değil sevginin ve vicdanın yasalarına göre işlemeye başlamıştı. Annem yardım gerektiren konularda ve zamanlarda hiçbir zaman ortaklarını yalnız bırakmadı. Kürt karakterinde kırk beş yıl boyunca ortağıyla kanlı bıçaklı olmayan tek çiftçidir beklide annem Hiçbir erkeğin alamadığı riskler alır, çoğu zaman bundan başarıyla çıkar, başarısız anlarında ise pişmanlık duymazdı. Hastalığı duygusallık olan ailemizin en başarılı üyesi oydu kuşkusuz.

Her şey bir yana hasat zamanlarında ürünü satışa hazırlanmak için *Patos yapılırken etrafına topladığı yaşlıların ay ışığındaki çılgın özgeçmiş hikâyelerine, ayın ılık bir meltem, tezek ve tandır kokularıyla birleşip tütsülenen havayla daha bir düşsel hale geldiği gecelerdi. Dam yataklarında cin ve periler dünyasına ait anlatılan masallar tam bir şölen sayılırdı benim için. Ben, hayatıma en güzel ve en acımasız biçimde çöken mistik ve hayal sapkınlığıma uygun gecelerin tadını çıkarıp, o harikulâde maceralarla kendimden geçerken, annemin hiç yoktan gözyaşları içinde kalmasına hiçbir anlam veremezdim. Özgün olmayan ve genelde rastlanabilen çok yaygın bir yaşam alışkanlığı olsa gerek, annem hayatı boyunca bulup üzülecek bir şeyler bulma konusunda uzmandı. Her ne kadar kürdün kavimsel yazgısında bunu destekleyen sayısız olay ve çok güçlü gerekçeler olsa da, annemin bunu hiç yoktan nedenlere bağlaması yıpratıcı olmuştur. Çok sevdiği ve gece gündüz yasını tuttuğu bir yakını göksel bir mucizeyle dirilse o, karşısına geçer ve çok zayıflayıp yıpranmış olduğu için ağlayarak, dünyasını daha zengin bir kedere boğabilecek kadar tuhaftır.

Bu ikili dünyanın akıl sır erdirilmez yasaları bir yana, bekli de babam benim için karşıtına dönüşme yasasının tuhaf bir örneğidir. Daha çok küçük yaşlarda doğruluğun ve hakikatin tek göstergesi olan babam, yaşamdaki tavrıma ait çok müteşekkir olduğum yöntemler edinmem konusunda kutsal görevini yapmıştır. Şöyle ki; bütün çocuklar en yakınlarındaki gücün taklidini hedeflerken, benim için hakikat, babamın yaptığı ve söylediği şeylerin tersini yapmak olmuştur. Babama benzediğime dair aile sohbetleri her ne kadar beni içinden çıkılamaz derecede huzursuz etse de, belli yönleriyle kaçınılmaz ve aklıselim görüşler olarak kabul görmüştür her zaman. İkimizde tutkulu ve içinden çıkılamaz bir alışkanlığın esiriydik. Onun tutkulu alışkanlığı kumar benimkisi ise arkadaşlıktı… O kumar için sorumsuzluğu büyütürken ben bunu, arkadaş sayesinde yapıyor ve belli bir yere kadarda ikizleşiyorduk babamla. Bu çok güçlü bir birleşmeyle birlikte talihli bir ayrılmada sayılır. Sorumsuzluğumun sınırı ailemle sınırlıydı. Aslında insana tutunmanın çok özel bir biçimiydi arkadaşlık. İlkokula başladığım yıllara kadar hayaller çöplüğümde sayısız dostlar edinmiştim. Gerçeğe dokunduğumda beni çarpan toplumsal şiddetin sarsıntısında dokunabildiğim ve son nefesime kadar tutunmaktan vazgeçmediğim tutkulardı onlar. Babam, ondan nihaî olarak ayrılacağım o güne kadar; yani tam yirmi yıl boyunca bıkıp usanmadan aynı şeyleri yineleyip durmuştu. Profesyonel bir kumar mahkûmunun üretebileceği en güzel sözlerdi bunlar; ‘Hiç bir kazanç gelecek için bir garanti değil… Hayatla kötü bir oyun oynuyorsun ve kaybedeceksin!’

Sabahlara kadar bir heykel inceliğinde, soğuk hava ve dondurucu iskemlelerin yarattığı kramp dehşetine katlanan, cüzdanın bir yüzünde boz bir Kurt diğer yüzünde ise düzgün çizimli bir Atatürk portresini, gecelerin korkulu resmiyeti olan Polislere duygusal bir serenat için hazırda bekleten, yitik bir saflığın gösterebileceği belki de en sağduyulu sözler…

“Hayatla kötü bir oyun oynuyorsun. Çünkü gerçeğin çok ötesindesin ve hep kaybedeceksin”

Mutluluğun; yedi kâğıt arasına çekilen joker olmayacağına babama, dostluğun ise verilen büyük sözler ve paylaşılan olağan üstü anılardan sonra hayatın gerçekliği adına silinip giden yüzler olmaması gerektiğini arkadaşlarıma bakarak karar verdim.

harunahmet-@hotmail.com

GÜNDEM 02 TEMMUZ


GÜNDEM 02 TEMMUZ
ANF* Milletvekili sayısı artan BDP, kendilerine Meclis Genel Kurul’unda, MHP’nin yanında ve arka sıralarında yer verilmesine itiraz edecek. Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, “Dalga mı geçiyorlar, ideolojisi farklı iki parti aynı sıraya oturur mu? Üniversitelerde bile ideolojisi farklı olanlar aynı sırada oturmaz” diye tepki gösterdi

* AKP iktidarı geçen yıl Alevi açılımı çerçevesinde ilk kez bakan düzeyinde katıldığı Sivas’taki törene bu kez katılmıyor. Geçen yıl Alevi açılımından sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik başkanlığındaki heyet, Sivas’a giderek Madımak Oteli’ne karanfil bırakmış ve “gelecek yıl da gelme” sözü vermişti

* Sivas Katliamı’nda yaşamını yitiren Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok, Sivas Katliamı’nın bir kırılma noktası olduğu görüşünde. Ona göre, “Katliam bu nedenle herkesin hayatını değiştirdi.”

* ‘’Alevilerin devletçi olması kendi kimliklerine ihanettir’’ diyen KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, Kürt Alevilerin toplumun örgütlenmesi gerektiğine dikkat çekti. Alevilere karşı tarihte yapılan bütün haksızlıkların özeleştirisinin verilmesi çağrısında bulunan Karasu, ANF’ye Sivas Katliamı’nı 18. yıldönümünde Kürt özgürlük hareketinin Alevi toplumuna yönelik politikasını anlattı. Karasu’nun değerlendirmeleri şöyle:

* Son yıllarda Avrupa ülkeleri ardı ardına krize giriyor, Yunanistan’ın ardından İtalya, İspanya, Portekiz ve İngiltere de zor günler yaşıyor. Milyonlarca işçi sokağa çıkıp greve gidiyor. Ekonomik kriz her geçen sosyal olarak da derinleşiyor.

* Salihli İlçesi’ne bağlı Duraselli Beldesi’nde yatırım yapmak isteyen Kürt işadamı Mehmet Şerif Yalçın, Kürt olduğu için önce belde halkı tarafından dışlandı. Kürt işadamını beldede istemeyen halk, belediyenin Yalçın’a ruhsat vermemesi için imzalar topladı, hatta bu amaç doğrultusunda dernek bile kurdular. Bütün bunlara karşı ruhsat alarak beldede işyerleri açan Yalçın’a belde halkı bu sefer de yaptığı hizmet ve katkılardan dolayı onur ödülü verdi.

İşte 33 aydını yakan katillerin AKP’li avukatları


İşte 33 aydını yakan katillerin AKP’li avukatları
ANKARA – 2 Temmuz 1993’te Sivas Madimak otelinde 33 aydını katleden katillerin avukatlığını yapan kişilerin büyük çoğunluğu AKP tarafından önemli görevlere getirilmiş durumda. Yakanlar arasında şu an hapiste bulunan ise yok. Katliamı gerçekleştirenleri savunan avukatların çoğu AKP’nin üst düzey görevleri arasında bulunuyor.

Aydınları diri diri yakan katilere avukatlık yapanlar, dönemim Refah Partisi tarafından korundu, AKP tarafından ise devletin tepesine taşındı. İşte yakanlara avukatlık yapanların listesi:

Av. Şevket Kazan – Eski RP Milletvekili ve eski Adalet Bakanı;

Av. Celal Mümtaz Akıncı – Afyon Barosu Başkanı ve AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi

Av. Hayati Yazıcı AKP’nin Devlet Bakanı

Av. Haydar Kemal Kurt – AKP Isparta Milletvekili

Av. Zeyid Aslan – AKP Tokat Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı

Av. Hüsnü Tuna – AKP Konya Milletvekili

Av. Burhanettin Çoban – Afyonkarahisar AKP’li Belediye Başkanı

Av. Faik Işık – Başbakan Erdoğan’ın ve Süleyman Mercümek’in avukatı

Av. İbrahim Hakkı Aşkar – 22. Dönem AKP Afyon Milletvekili

Av. M. Ali Bulut – AKP Maraş Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi

Av. Bülent Tüfekçi – AKP Malatya İl Başkanı

Av. Halil Ürün – RP kayıp trilyon davası sanığı, AKP Afyon Belediye Başkan adayı

Av. Mevlüt Uysal – AKP İstanbul Başakşehir Belediye Başkanı

Av. Nevzat Er – Eski AKP Eminönü Belediye Başkanı

Av. Suat Altınsoy – AKP Konya İl Başkanı Yardımcısı

Av. Tayfun Karali – İstanbul Büyükşehir Belediyesi Darülaceze Müdürü

Av. Ferruh Aslan – İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın Müdürü

Av. İbrahim Kök – AKP Elazığ Milletvekili Aday Adayı

Av. Ali Aşlık – Eski AKP İzmir İl Başkanı

Av. Bedrettin İskender – AKP Ümraniye Belediye Başkan adayı

Av. Ekrem Bedir – Sakarya AKP Hendek Belediye Meclis Üyesi

Av. Eyüb Karagülle – Eski Saadet Partisi İlçe Başkanı

Av. Faruk Gökkuş – AKP Kâğıthane Belediye Başkanlığı Aday Adayı

Av. Hasan Hüseyin Pulan – AKP İstanbul İl Disiplin Kurulu üyesi

Av. Hurşit Bıyık – AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı

Av. Reşat Yazak – Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi

ANF NEWS AGENCY