Örümcek Erkeklil, erkekler


Örümcek Erkeklil, erkekler
Fatma Özcan

Bırak gitsin çocukça aşk talebin, sağ elini kaldırıp bir def et onu. Yalanı yok bilirsin hayatın. İkimizi pek de sevmez hani, tüm canlılara verdiği dertlerden bizimde avucumuza tutuşturduğu oluyor zaman zaman. Hep aradım ve yoruldum artık, Yani sende ara ara kadınların hamam böceklerine benzetirsin ve dert yanarsın bundan. İşte bunlar erkeğim kötü şeyler değil halbuki, yani aradığını bulamadıysan kaçıp uzaklaşmanın neyi yanlış. Örümcek ağlarından kapılmak korkutuyor, hayatın tadı ağzımdayken ölmek garip bir şey gibi geliyor.

Neden zehirle dolsun ki hayat amacım.

Evet sadece kelimelerin gerçekte anlamının üstünde yaptığın mastürbasyon, kıç sallamaların, o yana bu yana kıvırmaların alıyor içindeki onuru. Gerek yok halbuki, biz düz mantıkla da çözeriz bütün sorunları, erkeğim. Bizim cinsel özgürlüğümüz, seninle birlikteliğimiz, paylaşımlarımızın en haz alıcı yanı ve kontrolsüzlüğümüzün biçimsiz yansıması.Halbuki sen de biliyorsun sadece bu kadar değiliz biz. Beş dakikalık bir heyecan tanımlamıyor hayatın tamamını.İstemezsin sıradanlığın bize kattığı basit bir çamurla yoğrulmayı. Sıkılırsın, elin evinin kapı zilini ararken, hep içinde büyüyen kaçışların olur sonra hayatın yarasını taşırsın yanında. Durmasın kapı arkasında dört duvar arasında o bedenini arzuladığın çıplak kadının. Bırak dünyayı görsün kendi çıplak gözleriyle Kamçıla onu,cesurca savaşsın , gözlerini kaçırmasın, kamaştırmasın perdeden sızan o hayat. Cesur savaşçım, sen kadınınla, onun beyaz etine kafanı boşaltıp dinginleşeceksin en yorgun savaşların sonrasında. Korkma sakın,ikinizin buluşmasında daha da gösterişli olacak aşk..Sen değilsin aslında küçük evcilik oyunlarından zevk alan. Oysa bazen elin karnımın boşluğunda dolaşırken istiyordun çocuğunun tekmeler savurmasını. İşten dönen bir erkek hayal ediyordun, terliklerini uzatan ayağına bir kadın. Kadın seni öperek karşılayacak sonra , yemek ve çay keyfinden sonra sen koltuğa uzanıp küçük dünyaları yarattığın edasıyla , o kadının dizini kırıp yanı başında dışarıda olup biteni senin ağzınla dinlemesini istiyordun hayallerinde. Çok ucuzca sadece, senin anlattığın kadar bilmesini, senin görmesine izin verdiğin kadar görmesini hayatı, bencilce hayal ediyordun. Sadece bilmeni istiyorum hayal perest erkeğim, kandırmaca bunlar, kendini kandırıyorsun, beni kandırıyorsun. Sıkılacaksın bir müddet sonra ev hapsinde sinirleri bozulmuş,harap ve bitap olmuş o kadından. Eve giderken ayakların isteklice adımlarını yavaşlatacak. Önceleri pek aldırmayacağın bu duruma ürkerek bir ömürlük zamana hayıflanacaksın. O nedenle örümcek erkeğim, sen beni rahat bırak, kendini rahat bırak, bırak düşünceleri sal bir boşluğa hayatın rahatlığına bir varsın düşlerin

Yani bu sonsuz istekler sadece kırık bir kapı arkasında tozlanmış kafalarımızın eseri. Aslında bırakmalısın erkeğim onlar küçük zamanlarımızı doldursun. Biz beraber daha çılgın işler yapsak. Örneğin kırmızı uçurtmalar savursak rüzgara çocuklarla, özgürlüğün dansına dalsa gözlerimiz. Yalan değil oysa bu söylediklerim,gerçeğin çok yakın ipuçları. Martılardan denizi çala dursun vapurlar. Bizim vapurda olmamız vapuru tuttuğumuzu göstermez ki. Yalım yalım yağan karda bile ihmal etmedik biliyorsun onlara bir lokmalık simitler atmayı.Kaldı ki sen demez misin içimi acıtıyor farkında oldukça bu düzenin zırvalıklarının, paçavrası değiliz hiç birimiz. Seni oynatmasına izin verme,

Artık sokaklarda deli kadınlar da var. Uçuşan etekleriyle koşturuyorlar hayatın içine. Çılgınca şeyler istemek yerine artık yapıyorlar kendiliğinden istediklerini.. Oldukça havalı hepsi, daha cesurca kaldırıyorlar kafalarını. Bu kadınlar neden az konuşuyor diye merakta örümcek erkekler, gözleri neden yanmakta hepsinin, keskin bakışları neden hep üzerlerimizde diye sorularla boğuşmaktalar o kafalar. Oysa bilmedi örümcek erkekler, kafalarında dolaşan ağlardan bir yol yapmayı. Kör düğüm yapıp kadınları astılar kocaman kütüklere. Dirilen kadınlara alışamıyorlar bu nedenle o adamlar.

İşte bu nedenle erkeğim, sen cesur erkelerden ol, sakınma kadınını hayattan. Dolaşsın en kuytu sokaklarda, en girilmez kuyulara atsın kendini, yakın dur sadece ona, ensesinde kokun dolaşsın. Elini uzat, beraberce kovun düzenin sansürünü, defedin tüm korkularınızı. Yapacak bir şey yok…Siz dünyaya güzelleştirilmek ve güzelleştirmek için bırakıldınız.

Anlayın gitsin artık. Siz bir ve ayrı olabilen tek şeylersiniz.

Kabadayının diz çöküşü!..


Kabadayının diz çöküşü!..
31 Mart 2011
AHMET KAHRAMAN

Meydanı boş, karşısındakini zayıf görünce, pazularını şişirerek “heyheylenen”, ama güç karşısında yerlere kadar eğilip, “elini ver, öpim abi” diyen kof kabadayıları, “haddini bil, aksi halde bildirirler” anlamında uyaran, “büyük lokma ye, ama iri laf etme” sözü vardır.

Kabadayılığın Batılı anlamı, Kürtlerin deyimiyle “çi dibe bira bibe” karşılığı ile “şövalyelik”, öteki anlamıyla, yeke yek düelloculuk olan mertliktir.
Ama bu geleneğin hiç uğramadığı, kapan kurma ve pusuculuğun “mertlik” sayıldığı yaşama biçimlerinde, “düellocu ruh” yerini kof, içi boş, gülünç “kabadayılığa” bırakır. TC’nin Güney Kürdistan’a kabadayılanması, bu minval üzere, Ezop (Aisopos) masallarındaki kertenkelelerin, kayalıklara konup kalkan kartallarla yarışına benzedi. Kartalların konduğu doruklara ulaşayım derken, dibe yuvarlanan kertenkelelere…

Kürdistan’ın gün yüzünü görmemesi için, ırkçı Baas rejiminin yıkılışı sürecinde, Amerikalılarla şantaja varan pazarlıklar yaptılar. Başaramayınca kabadayılanıp, “başlarına çuval geçirme” ile sonuçlanan, çeteliğe başladılar.

Sonra, hiçbir şey olmamış, onurları çuvallanmamış gibi doğrulup, sövmeye başladılar. Dün Erbil’de, şamarı yeyince diz çöküp, “elini ver, öpim abi” tablosunda, Kürdistan bayrağı altında seyrettiğimiz Recep Erdoğan o zaman yine TC Başbakanıydı. “Seni yiyeceğim” dercesine dişlerini sıkarak, Kürdistan için “kırmızı çizgilerini” açıklıyor, “federasyonu savaş sebebi” ilan ediyor, “Arjantin’de de kurulsa Kürt devletine karşı çıkarız” diyordu. Liderler “aşiret reisi” tanımlamasıyla kendince aşağılıyordu.

Recep Erdoğan, bu arada görmemiş, aşamalarından geçmemiş, dünyayı tanımamış, bilmemiş biri olarak, Çin’den Amerika’ya, Afrika’dan Britanya’ya kadar, yeryüzünün bütün yerli halklarının, aşiretten devlete evrildiğinden, ayrıca bir aşirete mensubiyetin yerli anlamlı, “soyum, köklerim belli” demek olduğundan habersizdi. Onun için “aşiret” bağlarını küfür sanıyor, Kürdistan liderlerini “aşiret reisi” tanımlamasıyla kendince aşağılıyordu.

Genelkurmay Başkanı, “Süleymaniye’de bayrakları dalgalanıyor, merkez bankalarını da kurdular, seyirci kalamayız” diye gürleyince, savaş tamtamları çalmaya başlıyordu. Ardından PKK varlığı bahanesiyle, gül bahçesinde gonca dermeye gideceklermiş gibi “sınır ötesine ordu gönderme” adıyla “savaş kararı” alıyorlardı.

Emekli generaller, televizyon kanallarında harita üzerinden hücum ve işgali tamamlayacak ilerleme hamlelerini anlatıyor, hayali zaferi peşin ilan ediyorlardı. Türk ordusu kış ortasında, “Zemheri Zürafası” misali hücuma geçiyor, fakat karlar arasında birden bire beliren gerilla güçleri karşısında, Hitler ordusunun Moskova önlerindeki akıbetine benzer geri çekiliyordu.

“Zorun faydasızlığı” anlaşılınca, sonraki süreçte, “ver öpim abi” taktiği devreye konuyor, TC hizmet ve mal ihraç etmeye başlıyordu. TC Başbakanı Erdoğan dün, bir kaç yıl öncesinin tehditkarı değil, görmeye bile tahammül edemediği Kürdistan bayrağı altında, adeta “elini ver öpim” diyen konumda, şirinlik gösterisinde, “yatırım” adıyla, kendince “yardım etmekten” söz ediyordu.

Erdoğan “yatırım” diyordu, fakat öbür yatırım “üretimse” eğer, bunların hiçbiri yoktu. TC, inşaat hizmeti ve ticaretten para kazanıyordu.

Vücut dili ve davranış biçimi, Kürdistan adını telaffuz edememesi ise, nezaketsizliğin doruğu idi. Diplomaside muhatap makamıyla anılıyor, oysa Erdoğan, Federal Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani’nin titrini yok sayıyor, “sayın Barzani” demekle yetiniyordu. Daha önce Barzani’yi Ankara’ya davet ettiklerinde, konuşma platformuna Kürdistan bayrağını koymayan Erdoğan, Erbil’deki konsolosluk açılışında da tahammülsüzdü.

Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’nin, diplomatik kurallarının dışında, askeri üniformalı olması, bu tutumuna cevap mıydı, bilemiyorum.

Bir başka nezaketsizlik: Bir süre önce Yunanistan Başbakanı Papaendreu’yu davet etmiş, gezi sürerken de Türk savaş uçakları ülkesinin hava sahası egemenliğini çiğnemişlerdi. Nezaketsizlik şaşkını kesilen Papaendreu, doğrudan “bu ne terbiyesizlik” değil, ama konuşma kürsüsünden, “bunun anlamı ne?” diye sormuştu. Barzani “bunun anlamı ne?” diye sordu mu bilinmez, ama Erdoğan Erbil’deyken Türk ordusu dağları bombalıyordu.

Öte yanda gezi, Recep Erdoğan’ın “seçim kampanyasını yanlış yerde” başlatmasının resmiydi. Resmin en çarpıcı karesi İbrahim Tatlıses’le samimiyetini dile getirme anlamında, sağlığı hakkında rapor vermesiydi. Ama seçim vaaddi de olsa TC yalanlarından birini itiraf etmesi “tarihi” idi.

Recep Erdoğan Erbil’de, “şu an, Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı inkar politikalarına son veriyoruz” diyerek, yalan, dolan dolambacında, inkarı resmen itiraf ediyordu. Bu da, insanlık adına bir ilerleme idi.

Yandaş Türk medyası, Güney Kürdistanlıların seçmen olmadığını unutarak, Erdoğan seçim desteği aldığını haykırıyordu. Ama “kardeşim” dediği Suriye diktatörü Esad için “özel destek” isteyip, istemediği konusunda suskundu, yandaşlar…

Ayrıntılar bir yana gezi, bir kabadayının diz çöküşüydü. “Ver öpim abi” diyerek, bükemediği bileğe sarılması…

akahraman61@hotmail.com

Ellerin dert görmesin Sebahat


Ellerin dert görmesin Sebahat
Hasret Birsel-Rojeva kürdistan
Panzerler Yargılansın

İnanılmaz bir olay, Sebahat Tuncel bir polis memuruna tokat atmış. Vay “vatan hani” devletin “masum” emir kulu olan,`, üstelik bir yanı Kürt, bir yanı Arap, karısı ise Türk olan bir mozaiğe kıymış, vay “bölücü” vay.

Ne var kendi kendime konuşuyorum. Kaç kişi Sebahat!Tuncel`e bunları söyledi diye düş kuruyorum. Gerçi bu kadar kibar olmamışlardır, ama ben cümle oportünistliği yaptım.

Tabi bir de benim gibi eline koluna sağlık. İki gözümsün diyenler var. Ah birde hafiften ıskalamasaydı o tokat çok güzel olacaktı. Yıllardır kulağımızı tırmalayan “Osmanlı tokadı yedin mi hiç” sözüne iadeyi tokat oldu bu.

En çok da Hakkı Devrim`in yüzünü görmek isterdim Sabahat Tuncel`in haysiyetini eğilir bükülür sözcüklerle sorgulamıştı bir yazsında. Öylesine öfkeliydi ki, şu satırları kaleme almaya çekinmedi.

“Türker Alkan dün, benim de adını yeni öğrendiğim Kürt siyasetçisi bir hanımdan söz etti: Sebahat Tuncel. Partilerdeki iki eşbaşkandan birinin kadın olması iyi. Benim için siyasetçi Kürt kadınların en güzeli ve faydalısı Aysel Tuğluk’tur, biliyorsunuz. Sebahat Hanım bana, siyasetçi tavırlarıyla tüylerimi ürperten Leyla Zana ile Emine Ayna’yı hatırlatıyor.
Haysiyet Türkçe’de üç kelimeyle tarif edilebilen bir kavramdır: Şeref, onur ve itibar ile.
Haysiyet kavramı bizim dünyamızın da nâdide mücevherlerinin başta gelenidir. Ona özlemimiz işe haysiyyet-i insâniyye’ye ulaşmakla başladı; haysiyyet-i millîyye’yi edinmenin mücadelesiyle meşgulüz. Bu noktada en büyük yardımcımız ancak haysiyyet-i siyâsiyye olabilir. “(25/04/2010 Radikal Hakkı Devrim)

Eminim Sabahat Tunceli`n tokadını en çok Hakkı Devrim yüzünde hissetti. Oh olsun…

Boşuna şiddeti savunuyorsun demeyin. Bengi Yıldız`ın elinde sıktığı taş olmayı ve hedefe ulaşmayı çok isterdim.

Allah aşkına bütün kimliklerinizden sıyrılıp sadece insan olarak bakın. Siz olsaydınız her gün sokaklarınızda panzerler kar maskeli adamlarca vızır vızır gezdirilseydi, anneniz- babanız gözünüzün önünde coplansaydı genzinizi biber gazı yaksaydı panzeri taşlamaz da ne yapardınız? Ne var? Bu şiddet mi? Size göre öyle olabilir, fakat bana göre taş atmak hiçbir şekilde şiddet değil… Oyala, vaatte bulun, beklet taktiği ile devam ederse AKP, siz de, ben de Bengi Yıldız gibi avucumuzda taş sıkacak, “bıçak nasılsa kemiğe dayandı” diyerek taş fırlatacağız. Bir şey istemiyoruz. Doğuştan aldığımız haklarımız gasp edilmiş, onları geri almaya çalışıyoruz. Ve ne yaman çelişkidir ki, gaspçılardan istiyoruz bunu. İşin en ironik yanı ise biz hırsızı bırakmak istiyoruz, ama hırsız bize yapışmış bırakmıyor.

Panzer demişken, Osman Baydemir`in panzerin üzerine çıkıp zafer işareti yapması Kürtlerde sevinç yarattı. Ne garip bir halkız, o katil panzerin üzerine çıkmayı bile bir zafer sayıyoruz. Bana göre bu bir zafer değil. Orada panzer değil de bir kamyonet olsaydı Baydemir, onun üstüne çıkacaktı. Hatta bir işportacının el arabası bile olsa onun üstüne çıkacaktı.

Belki fazla duygusal bakıyorum olaylara, ama Baydemir`in “bizim burada bulunan polislerle bir sorunumuz yok. Bizim derdimiz Ankara ile” demesi içime dokundu. Hele hele bu “belediye aracı nasıl benimse, panzerde benim” sözüne hiç anlam veremedim. Evet bizim vergilerimizle alınıyor o iğrenç savaş aleti. Kurşunun bizim vergilerimizle alınıp çocuklarımızı öldürdüğü gibi, kurşunu sıkanların maaşları da bizim vergilerimizle ödeniyor. Kurşunu ve kurşun sıkanları ne kadar sevmiyorsam, panzer denilen o katili de o kadar sevmiyorum.

Panzer hepimizin belleğine çocuklarımızı ezen demir yığını olarak kazındı. Hangimiz o lanet panzerin arkasına bağlanıp kasabalarda, köylerde şehir merkezlerinde sürüklenen gerilla cesetlerini unutabildik? O panzer asla bizim olmadı. Bizim olsa katilimiz olmazdı.

Adalet komisyonu kurulsa panzerleri de yargılayın diye dilekçe vereceğim o komisyona.

Gayet ciddiyim, o panzerler, o katiller canım toprağın bağrını çiğnemesin artık.

Osman Baydemir`in, tam tersini düşünüyorum, bizim polislerle ve panzerlerle sorunumuz var.

Hatta halk olarak yüz binlerce dilekçe ile Panzer ve polislerin travmadan kaynaklı psikolojik sorunlar yarattığını, tahrik unsuru olduğunu (ki öyleler) belirten dilekçeler vererek, yargıyı bloke edebiliriz. En demokratik ve zararsız eylemdir bu. Ne yani panzer ve kar maskeli adam görmek sizi rahatsız etmiyor mu?

Ortadoğu yeniden yapılanırken, köşe yazarlarının satır aralarına sinen mesajlardan anlaşılıyor ki diğer üç parçadaki Kürtler birleşse de Türkiye parçası üniter yapının içinde kalacak. İyi, güzel, hoş; sevinip düğün bayram ediyorsunuz. Panzer ve kar maskeli adamlarla daha ne kadar Kürtleri zapturapt altında tutacağınızı sanıyorsunuz? Birliktelik ancak eşit koşullarda olmaz mı? Eşit miyiz? Bize panzer, cop ölüm, sürgün ve zindan düşerken “sen kardeşimsin, kız alıp vermişiz” masalı okumak pek inandırıcı değil.

Yine dağıttım konuyu…

Ez cümle demem o ki bütün Kürtlerin ve ezilenlerin havaya kalkan, ama bir türlü inemeyen eli oldun Sebahat . Bir yanağına tokat atana diğer yanağı çevirme zamanının geçtiğini gösterdin. Ellerin dert görmesin.

Gerçekten panzerler yargılansın değil mi?

hasretbirsel@hotmail.fr

“Dokunan Yanar”


dokunan_yanar direk okumak icin burayi tiklayinizAhmet Şık’ın yazdığı ve çalışma başlığı “İmamın Ordusu” olan kitabı şu anda
“Dokunan Yanar” başlığıyla ekranlarımızda… Kitabın sahte kopyalarının
elektronik ortamlarda dolaştığı şu günlerde, okurların “kitabın aslı”nı okuma
olanağının sağlanmasını demokratik bir görev, düşünce özgürlüğünün savunulması
yönünde bir katkı olduğu inancındayız. Kitabı internet ortamında yaymamızın tek
nedeni ve amacı bundan ibarettir…
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist
değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal
demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı
değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”.
Martin Niemöller1
“Dokunan Yanar”

Ey Tarih, Her Yanım Kasaplar Deresi’dir.. Beni tanı!


Ey Tarih, Her Yanım Kasaplar Deresi’dir.. Beni tanı!

Kürdistan ve Kürtler’in tarihi, zalimlerin zulm talimi yaptığı toprakların çığlığıdır. Horasan’dan(Parthia’dan), Halys Kavsine (Kızılırmak), Kappadokya’dan Kilikya’ya, Zagroslar’a varıncaya kadar kan kokar Kürdistan..

Kürdistan’ım Ben Ey tarih! Tanı Beni!

Unutulmuş bir tarihim var Benim, talan edilmiş zenginliklerim hala iştah kabartır.

Zilan Vadisi’nde binlerce şehidim..

Ali Deresi’nde katliam tanığı.

Kasaplar deresiyim Sêrt’in bağrında.. Toprağım orada örtmüş yüzlerce bedenli “ilk kurşun” kahramanı Mahsun Korkmaz’ımı..

“Bir “hok”um, “dol”um, vadiyim 4. Ordu’da, Van’da”.. Bedenime girmiş 33 kurşunla kirli ellerin kurbanı..

Dersim’de Munzur’um ben.. Çolîg’de Murat Vadisi..

Bir yanım düşmandır.. Öte yanım ihanet..

Zap’ım istilacıya “onbinlere ric’atı”nı yaşatan Ben’im!

Derê Lacî’de binlerce şehit..

Kürdistan’ım Ben ey Tarih Tanı Beni!

Dim Dim Kalesin’nde onbinler’e kafa tutan Xanê Çengzêrrînim Ben.

Baradostî’yim, Tergeverî’yim, Mergeverî’yim, Ûşnû’yum..

Abbasê Farsî’nin düşman bellediği Xan..

Orada,

Onbinlerce şehidim Ben, Zagroslar’daki kuytu bir “Kasaplar Deresi”nde.

Topraklarım kanla yoğrulmuş..

Az mıdır Alamut kahramanlarım.. Moğol Kağanı hilekar Cengiz’in Hilekar oğlu, iç ihanet olmasaydı vurabilir miydi Ben’i..

Gidin sorun Alamut Çayı’na, ne kadar şehidimi yuttu anlatsın size.

Horasan’da ya da tarihte koduğum adla Parthia’da, Zerdüşt’ü kaybettiğim Ateş Mabedi’nde Turani talancı sürülerine karşı duran da Ben’im..

Zap’ta yüzlerce Gerilla siper etti göğsünü hayasız akıncılara.

Gidin sorun Gurbetelli’yi anlatsın size..

Zagroslar’da Lezgîn, Nam-ı diğer Zagros’un efsanevi direnişini duydunuz mu?

Hani O, düşmanı önüne katmışken ardından gelen ihanet bulaşığı kişiliklerin kurşunları ile anıtlaşan komutanı bilir misiniz?

Gaddar bir kışın iki ayında yiyecek hiç bir şey bulamadan baharı yakalayan o iki genç bayanı duymuşluğunuz var mı?

12 Yaşında elinde silahla toprağımı öpen küçük şehidi bil! Bil de irkil!

Kürdistan’ım Ben ey Tarih Tanı Beni!

Lice-1996’daki komutan Şehit Cemal’i, Nam-ı diğer Mahmut Gül’ü göreniniz var mı?

Hani “yapraklar açana dek” Kara Kuvvetleri ile, 20 kobrası ile, çok sayıda savaş uçağı ile, maalesef İsrailli pilotları ile, tankları ile, caşları ile yüzbinlik bir güce karşı çarpışan yiğidi,

Ve 300 kişilik bir Gerilla yoldaşını..

Ya “Harunê min westiyayê” diye stranlaştırılan Hüseyin Özbey’i bilen bilir..

Zagroslar’dan tutun Çolîg’e kadar ayak basmadık kaç karış toprak var bu komutanın?

Ah Ahmed Repo, Ah!

Keşke seni hiç görmeseydim.

Vücudunda kurşun girmedik yer kalmayan bu kahramandan korkmayan düşman çılgın olmalı.

Başarmadığı görev bilinmez bu köy çocuğu yiğidin..

O da benim bağrımda şimdi..

Bilmiyor musunuz bu kahramanlık ötesi insanları? Elinize hiç mi almadınız bir şehitler albümünü? O halde siz sadece nefes alıp tabiatı tüketiyorsunuz.. Alın bir Gerilla’yı karşınıza.. Konuşun O’nu ve Onlar’ı.. Ya da bir albüm edinin, hatim indirir gibi huşu içinde okuyun…

Kürdistan’ım Ben.. Onları Ben bastım bağrıma..

Ah şu mart ayı..

Dün ayın 28’i idi. Yani Mahsun Korkmaz’ın Ben’imle, Kürdistan ile düğün günü idi.

Yarın ayın 30’u.. Kadî Kardeşi Seyfi ve yeğeni Sadri bağrıma basıldılar.

Dersim’de tofan olup düşmanın tepesine inen Zilan’ı.. Newroz çıralarını… Çolîg’in Şêx Hüseyn’ini, Hemu Sîya’sını, Rodi’sini, Sıddıq’ını, Yado ile Sevgili Telli’sini bil! Unutma..

Kürdistan’ım Ben ey Tarih! Tanı Beni!

2011-03-29

A Sirac Kekuyon

Erdoğan tipi faşizm artık bir gerçektir-IV


Erdoğan tipi faşizm artık bir gerçektir-IV

Sonuç

Faşizmin Erdoğan tarafından neredeyse aynen kopyalanan diğer temel direklerini ise bu yazıda ortaya koyacağım. Böylece benim, gelişmekte olan bir devleti (TC’yi) esas alan neo-faşizm konusundaki teori demeyelim de, daha gerçekçi ve mütevazi bir niteleme ile, saptamalarımı tamamlayacağım.

Erdoğan Faşizminde Kuvvetler ayrılığı bitmiştir.

Demokrasilerde üç temel güç vardır. Bunlar;
-Yasama
-Yürütme ve
-Yargı

Yasama

Türk Faşist sistemi, 1980 cunta anayasası izin verdiği için aday olarak başvuran kişileri isterse tek başına partilerin genel başkanları elemeye tabi tutabiliyorlar. Bu ilke bütün sistem partileri tarafından benimsenmiştir. Yani genel başkanlar kendilerine muhalefet etme potansiyeli olan aday adaylarını liste dışı bırakabilirler. Fiili duruma baktığımızda bu olanak parti başkanları tarafından tereddütsüz uygulanmaktadır. Böylece meclise giren milletvekilleri aslında genel başkanların kapıkulları gibidirler.

Seçim barajının %10 olması gibi bir adaletsizliği, sistem partilerinin irileri tereddütsüz benimsemişlerdir ve bu barajı indirmek gibi bir niyetleri olmadığını da açıkça ortaya koyarlar. Bu barajı özellikle AKP, Kürdistanlı Demokratlar’ın meclis platformunu kullanmalarını engellemek için istemektedirler. PKK’nin 1970’li ve 1980’li yıllarda hızlı ve ihtilalci bir tarzda ortaya çıkması ve Kürtler’in meclis platformunu kullanmaya başlaması Türk Sistem Partileri’ni endişelendiriyordu. Kürtler’in blok oluşturarak meclise girmeleri de türlü oyunlarla engellenmiş, kendi başlarına ve sadece bilinç patlaması yaşamış olan yurtseverlere dayanarak %10 barajını aşmaları mümkün olmamıştı.

Özellikle AKP döneminde sahtekarlığın esas alınması, hırsızlığın siyasi başarı sayılması ile Erdoğan ekibinin bu baraj hilesine daha sıkı bir şekilde sarılmasına yol açmıştı. Normal bir D’Hont sistemi ile 90 vekil çıkararak sesini çok gür çıkarabilecek olan Kürtler, Türk gerçek sosyalistleri ile de birleşerek bu sayıyı 110-120’ye çıkarabilecek ve Erdoğan faşizminin oluşum sürecini bir dereceye kadar tıkayıp, Kemalist veya Başbuğcu faşizme dönüşü de, sertliğe meydan vermeden, durdurabilecekti. Erdoğan, Askerler ve “ılımlı islamist” bir iktidarı bölgesel çıkarlarına uygun bulan müttefikleri bu “tehlike”yi gördüler ve Avrupalılar’ın görünürdeki itirazlarına rağmen barajı indirmediler.

İşte bütün bu karmaşık süreç, Mecliste bariz bir Türk Sistem Partileri ve bu partilerin liderlerinin sultasını sağladı. Yasama, Türk Faşist sisteminde doğrudan doğruya Şefler’in elindeydi. Ayrı bir denetim gücü olamadı.

Yürütme

Yürütme zaten Şefler’in memurlarından oluşuyor. Erdoğan bakanlar kurulu üyelerini uşağı sanıyor ve onları “benim bakanım” diyerek aşağılıyor. Hiç bir bakan onun söylediklerinin dışında bir görüş üretmeye cesaret edemiyor. Kısacası bakanlar kurulu demek, Erdoğan demektir.

Yargı

Yargı ise uzun süre Kemalist ve bağımsız pozisyonunu muhafaza etmeye çalıştı. Bu tutumları ile yargının şefleri, Erdoğan tarafından temizlenmeleri gereken engeller olarak görüldüler. Gerçi olağanüstü yetkili mahkemeler ve savcılar TCK’nın 250. 251. ve 252. Maddeleri “sayesinde” kurulmuşlar ve harıl harıl insan tutukluyorlar, konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, özel hayatın gizliliğine izin vermiyor. Ama bunlar da Erdoğan’a yetmiyor. Av Mehmet Cengiz Türk Devleti’nde hukukun gladyolaştığını söylerken Özel Yetkili Makemeler’in pozisyonunu kastediyor. Bunları istiklal mahkemelerine benzetenlerden biri de benim..Özellikle Kürdistan’daki faaliyetleri itibarı ile hiç bir farkları kalmayacak gibidir.

Yargının bağımsızlığının göstergesi olan ve yürütmenin içinde yer almadığı bir kurulun oluşması gerekir. Bu uygar dünyada böyledir. Ama Erdoğan var olan Kemalist hakimler ve savcılar yüksek kurulunu (HSYK) dahi yıkarak yargıyı tamamen egemenliği altına almayı yeğlemiştir. Türk Danıştayı’nın balyozlanması yoldadır. Türk Anayasa Mahkemesi tamamen kontrol altına alınmıştır.

Kısacası yargının ipleri de Erdoğan’ın ellerindedir. Kuvvetler ayrılığı artık açıkça yok edilmiştir. Faşizmin karekteri bunu emrediyor.

Erdoğan’ın iki ordusu

Faşist şeflerin en fazla üstünde durdukları şey, kuvvettir. Sokağı, sınırı, sınırötesini ve evleri denetim altında tutan gücü elde tutmak faşist şeflerin olmazsa olmazıdır. Erdoğan elbette onlardan geri kalamazdı. Fakat Kemalizm’in kökleştiği ve cumhuriyetin bekçisi olarak yetiştirdiği Türk Ordusu kolay kolay hizaya getirilecek gibi değildi. Bunun için patronun, okyanusun ötesindeki ABD’nin desteği şarttı. Uzun git-gellerden sonra bu destek sonuna kadar sağlandı. Bu desteğe ilk işaret ABD Başkanı Bush’un, Erdoğan’ın yanına aldığı Genelkurmay II. Başkanı Ergin Saygun’u alışılmadık bir şekilde dışarı çıkarıp, “siz askerler başka yerde görüşün” demesi ile kendisini açığa vurdu. Bunun anlamı, “artık size (darbeci Kemalistler’e) ihtiyacımız yoktur” demekti. Bu ziyareti Gül’ün ziyareti izledi ve Washington her konuda Türk Devleti’nin “Ilımlı İslam” ideolojisini artık resmen okşuyordu.

Ardından etkileri kaybetmekte olan Kemalistler’in başta Ankara İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük illerde düzenledikleri büyük “Cumhuriyet Yürüyüşleri” gerçekleşti ve mahşeri kalabalıkları topladı. Bundan cesaret alan Büyükanıt, Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına 28 Nisan muhtırası ile karşı çıktı. Fakat Erdoğan ve ekibi, bir darbeden çekinmelerine rağmen direndiler. Bu belirsizlik bir referandum niteliğinde olan Temmuz genel seçimlerine kadar sürdü. Erdoğan bir kısmı hile ile (Kürt oylarını çalmalarından bahs ediyorum) olmak üzere geniş bir meclis grubuna sahip oldu. Bu arada yeni Duçe, Büyükanıt’la 4 Mayıs 2007’de gizlenen bir buluşma gerçekleştirdi. Buluşmanın içeriğini mezara kadar saklayacağım diyen Erdoğan’ın, bu görüşmeyi “Dönüm noktası olabilir” şeklinde yorumlaması her şeyi açıklar. Ardından aynı sene yapılan Askeri şura toplantısında ihtiyatı elden bırakmayan Erdoğan, Başbuğ’un Genelkurmay başkanı seçilmesine ses çıkarmadı. Fakat artık harekete geçme zamanı idi.

Böylece düğmeye basıldı ve Ergenekon Davası, Balyoz Davası, “ıslak imza, kurutulmuş imza” vs gibi davalar için tutuklamalar başladı. Yüzlerce emekli ve muvazzaf asker gözaltına alındı, önemli bir kısmı tutuklandı. Bunların arasında onlarca general vardı. Bu derecede geniş asker tutuklamaları Türk Devleti’nde ilktir. İran’dan sonra bölgede ikincidir. Başbuğ’un umutsuz çabaları sonuç vermedi. Kemalizm, Türk Ordusu’nda tırpan yemeye devam edecekti ve daha da edecektir. Erdoğan duruma hakim olmuştu..

İkinci Ordusu, Polis ordusudur. Şu anda Erdoğan’ın emrindeki polis sayısı 240 bini aşmıştır (İmamın askerleri). Silahlanma açısından ordunun standar konvansiyonel ağır savaş silahları dışında her türlü silaha sahiptirler. Çok geniş yetkilerle donatılan polisler, bilhassa Kürdistan’da, “sanık” öldürme olayları dahil hemen hemen hiçbir şeyden sorumlu tutulmamaktadırlar. Bir Kürt Milletvekili’nin (Sevahir) legen kemiğinin kırılmasına yol açan polisler dahi soruşturulmadı. Kürdistan’da polisin adam dövmesi, öldürmesi, işkenceye alması tabiidir. Hele Özel tim denilen bir kısım polislerin gözlerinin içine bakmak dahi vurulma sebebi olabiliyor. Faili meçhuller (benim okuduğum bir belgede 20 bini aşıyordu), adam kaçırmalar, rehin alıp fidye istenenler sayılamayacak kadar çoktur. Türk Devleti’nin her tarafında, özellikle Kürdistan’da, kelimenin tam anlamı Korku imparatorluğu hüküm sürüyordu.

Öte yandan Kemalistler’in en büyük silahı olan MİT de ele geçirilmiş, Batı tarafından yetiştirilmiş olan bir Başçavuş eskisi müsteşarlığa getirilmişti. Bu şahıs MİT’i baştan aşağı elden geçirdi ayıkladı.

Basın yayın alanı

Erdoğan hiç bir alanı boş bırakmak niyetindeydi. Bu alanların en önelilerinden biri de basın yayındır. Başta Kürt Basını olmak üzere muhalif bütün basın ve yayın organlarının üstüne gitti. Sayısız tutuklamalar gerçekleştirildi (şu anda 64 gazeteci demir parmaklıkların ardındadır). Bu gazetecilerin öoğunu terörist olarak tutuklatan Erdoğan çok rahattır. Şimdi ise doğmamış bir kitabı tutuklamakla meşgul.

Erdoğan büyük holdingler’in sahip oldukları medya kuruluşlarını da büyük bir baskı altında tutuyor. Mesela Doğan Medya grubuna milyarlarca liralık ceza kestirdi. Yandaşı ve ideologu olan Medyayı ise besledi, korudu. Bunların arasında en önemlisi olan Zaman Gazetesi’nin tirajı 800 Bini aşıyor. Tv’ler alanında da işler böyle. Zorla elkoyduğu ATV’yi bir hısmına “hediye” etti. Öte yandan yerden mantar biter gibi TV istasyonları doğdu. İnsanların kafaları masallarla dolduruldu.

Basın ve yayın dünyası en fazla Kürtler’e ve onların Lideri Sayın Öcalan’a karşı kullanılmaktadır. Her komplo süslenerek veriliyor, yapay gündem yaratılarak kitleler yanlışa yönlendiriliyor. Şehit Anneleri denilen her şeye maydanoz bir şebeke oluşturulmuş, kutsal yaratıklar iöiş gibi sağa sola saldırtılıyor, Sebahat’ın tokatı bile bunların propaganda alanına sokuluyor.

Görüldüğü gibi tamı tamına faşist bir yönetim oturtuluyor. 12 Haziran Seçimleri bu rejimin oturtulacağı dönemeç olacaktır. Kemalistler’in Kılıçdaroğlu denilen çifte dönek (Kürt döneği, Alavi döneği) kişiliğin elinde daha da batarken “Ilımlı İslam” (siz saldırgan okuyun) doğdu doğuyor..

Duçe Erdoğan sinsidir.

Erdoğan Faşizmi bugünden direnişle karşılanmazsa yarın çok geç olacaktır..

2011-03-28

A Sirac Kekuyon

‘İmamın Ordusu’nda neler var?


‘İmamın Ordusu’nda neler var?

Ahmet Şık’ın kitabı Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle de polis teşkilatında örgütlendiği tezini belge ve anlatımlarla aktarıyor.

Ahmet Şık’ın kitabı Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle de polis teşkilatında örgütlendiği tezini belge ve anlatımlarla aktarıyor.

Ahmet Şık’ın 3 Mart sabahı evine polis baskını yapıldığı andan ‘İmamın Ordusu’ adlı kitapta ne olduğu konuşuluyor.

Ahmet Şık, kitap hazırlık çalışmaları sürerken evine baskın yapılmış, tutuklanmış, operasyonun ‘Kitapla ilgisi yok’ açıklaması da bizzat savcılık tarafından yapılmıştı.

Gazeteci Ertuğrul Mavioğlu kitapta neler olduğu Radikal’de anlattı:

“‘İmamın Ordusu’nu basmayı planladığı iddiasıyla İthaki Yayınevi’ne, Ahmet’in avukatı Fikret İlkiz’e, eşi Yonca’ya ve Radikal gazetesine geldiler. Buldukları her yerde ‘İmamın Ordusu’ kitap taslağına el koyup sildiler. Kitap yok edilmeye çalışıldığına göre okurun bunun içindekileri öğrenme hakkı tartışılamaz.

Bilgisayarımdan silinen kitap taslağı ile ilgili zihnimdekileri tarttım. Okuduğunu bildiğim başka kaynaklarla konuştum. Bu bilgilerden yola çıkarak, İmamın Ordusu kitabına ilişkin herkesin hiç değilse bir fikir sahibi olabileceği bu yazıyı yazmaya karar verdim.Telif hakkıyla korunan basılmamış bu kitaptaki her şeyi ortalığa dökmek değil amacım. Kitap nasılsa bir gün basılacak ve herkes ayrıntıları okuyacak. Yazdıklarım, belki sanal ortamda “Ahmet Şık’ın kitabı bende de var” diyen yaklaşık 70 bin kişiye orjinal gelmeyebilir. Cümlelerim bilmeyenlere.

İŞTE O KİTAP

Kitabın giriş bölümünde tüm laiklik söylemlerine karşın devlet ile İslam arasındaki ‘ihtiyaç’ ilişkisi anlatılıyor. Ve şimdi laik kanadın ‘İslami tehlike’ dediği akımların, 12 Eylül döneminde cuntacılar tarafından palazlandırıldığı gerçeğine yapılan sıkı bir vurgu. Kitapta yapılan tespite göre, sol ve sosyalist akımların tasfiyesi karşılığında İslami hareketin palazlandırılması, ABD’nin ‘yeşil kuşak’ projesiyle doğrudan bağlantılı.

Kitapta sadece 12 Eylül döneminde değil, farklı dönemeçlerde de Fethullah Gülen cemaatinin uyumuna dikkat çekiliyor. İlk siyasi tedrisini ‘Komünizmle Mücadele Derneği’nde görmüş bir kişi açısından anormal bir durum da değil bu. Yeni Asya gazetesinden Mehmet Kutlular’ın uzun bir röportajından yer yer alıntılara da bu nedenle yer verilen kitapta, 12 Mart Muhtırası sonrasında devletin Gülen cemaatini desteklediği, aynı cemaatin 28 Şubat sonrasında ise Refah Partisi’ne karşı alternatif yapılmaya çalışıldığı anlatılıyor. Fethullah Gülen’in bu konudaki bir röportajından aktarılan pasajlarda, 12 Mart’tan sonra tutuklanmış ve yedi ay hapis yatmış olmasına rağmen Gülen’in devlete bağlılığında herhangi bir eksilme olmadığı vurgulanıyor.

Kitapta Fethullah Gülen’in hayatına ilişkin de uzun anlatımlar yer alıyor. Erzurumlu bir vaizken giderek küçük bir devletçik haline dönüşen bir cemaatle ilgili Ahmet Şık’tan çok önce yazılmış pek çok yazı ve kitapta da var bu bilgiler. Bu bilgiler arasında ilginç notlar da var elbet. Başta Yeni Asya çevresindeyken daha sonra ayrılıp Necmettin Erbakan’a yanaşan Gülen’in daha sonra onunla da bir savaşa girişmesi, MHP ile çatışmalar yaşaması vb. gibi olgular, cemaatin nasıl ince ince örgütlendiğine dair ayrıntılar.

Kitapta cemaatin temellerinin 1966 yılında atılması anlamına gelen Akyazılı Vakfı’nın kurucuları arasında olan Nurettin Veren’in bazı itiraflarına da yer veriliyor. Bu itiraflar arasında telefon dinleme kayıtlarının bizzat cemaat tarafından tutulduğuna ilişkin bazı iddialar var. Kitap, bu itirafların yalanlandığı bilgisini aktardıktan sonra, Işık Evleri örgütlenmesi, Gülen okulları ve Sızıntı dergisinin cemaat tarafından nasıl kullanıldığına dair bazı tespitlere yer veriyor. Kitapta, medyanın Gülen cemaati için önemi, Zaman gazetesi, Samanyolu TV gibi yayın organlarına yapılan vurgular da var.

Kitapta Susurluk döneminde Gülen’in aldığı tutum, ayrı bir başlık halinde. Aktarılan bir röportaja göre Fethullah Gülen, Susurluk’un daha derinlere gitmesinin, milli birlik ve beraberliğe zarar vereceği inancında.

PERSONEL DAİRESİ’NDEN BAŞLADI

AKP iktidarı döneminde Gülen cemaatinin bakanlıklar ve bürokrasi içinde nasıl hızla örgütlendiği anlatılıyor. Ve tabii yıllardır içten içe kaynadığı bilinen Emniyet teşkilatı içinde de. “Emniyet cemaatin silahlı birimi mi?” sorusu ortaya atılıyor ve yanıtı aranıyor. Polis okulları, İstihbarat, Organize Suçlar, Personel gibi birimlerde kitabın iddiasına göre Gülen cemaati tavan yapmış. Kitabın adının ‘İmamın Ordusu’ olmasının asıl nedeni de burada.

Kitaba göre, Gülen cemaati Emniyet içindeki örgütlenmesine Personel Dairesi’nden başladı. Ardından İstihbarat Dairesi. Çünkü İstihbarat Dairesi, teknik takip, izleme ve dinleme faaliyetleri konusunda son derece stratejik bir konumdaydı. Bunun için de yetişmiş insan gücüne ihtiyaç olduğu kesin. Kitabın buna dair de bir iddiası var: Işık Evleri’nde yetiştirilen gençler sistematik bir biçimde, polis kolejleri ve polis akademisine alındı. Bu gençlerin polis yapılması ve sonra terfi etmelerinde çeşitli oyunlar da söz konusu, kitaba göre. Sınav sorularının çalınması, hileli kuralar stratejik noktaları ele geçirmek için.

Kitapta çeşitli dönemlerde kaleme alınmış raporlar da var. Örneğin, 1991’de, başmüfettişlerin hazırladığı ‘hileli kura’ raporu, polis akademisindeki Gülen cemaatinin örgütlenmesiyle ilgili. Sonraki yıllarda yazılmış benzer nitelikteki raporların ardından açılan soruşturmaların ciddi bir yaptırıma yol açmadığını da okuyoruz. Ufak cezalar ise silinivermiş.

Kitapta cemaatçi polislere yer açmak için başka polislere yönelik ayak kaydırma operasyonları yapıldığı da yazılı. Kimliği belirsiz ihbarlar, kimi polislere kurulan tuzaklar anlatılıyor kitapta. Bazı polislere itibarsızlaştırma, rütbe düşürme yöntemleri kullanılarak bir yandan tasfiyeler yaşanırken, bir yandan da cemaatle ilişkili olduğu iddia edilen polisler kıdemlerine bile bakılmaksızın hızla terfi ediyorlar. Kitapta tüm bunlar isimler verilerek yazılıyor. Bu örnekler arasında Hanefi Avcı, Sabri Uzun, İsmail Çalışkan, Celalettin Cerrah ve Emin Aslan’a komplo düzenlendiği iddialarıyla ilgili oldukça geniş ayrıntılar da kitapta yer alıyor.

AHMET ŞIK’I KİMLER SORUŞTURUYOR?

Kitapta nasıra basmış olması ihtimali bulunan bir ayrıntı, kritik görevlerdeki kimi isimlerin Hrant Dink cinayetindeki rollerinden ötürü doğrudan suçlamaların odağında olmaları. ‘İmamın Ordusu’nda konu edilenlerin bir bölümü, aynı zamanda Ergenekon soruşturmalarını yürüten isimler. Bugün Ahmet Şık’a yöneltilen ‘Ergenekon örgütüne yardım’ suçlamasının kaynağı da büyük olasılıkla burada gizli. Ahmet Şık kitabında kime kimlerin, ne zaman ve nerede nasıl tuzaklar kurduğunu ve bundan nasıl lehine sonuçlar çıkardığını anlatmış ayrıntılı olarak.”