İran’da Bir Devrim Yükseliyor…


İran’da Bir Devrim Yükseliyor…/Siyaves Azeri-Bianettehran-28juin

İran’da neler oluyor? Acaba uluslararası burjuva medyanın bir kısmının halen ısrarla ileri sürdüğü gibi sokak gösterileri İslami rejimi içindeki kanatların güç kavgasının yansıması mıdır? Gösterilerin hzının kesilmemesi, bütün “itidal” ve “barışçıllık” çağrılarına karşın gün geçtikçe radikalleşmesinin basıncıyla burjuva medyanın başka bir kesiminin tonunu değiştirerek “sivil itaatsızlık” olarak adlandırdığı kadife bir devrim midir? Yoksa tanık olduklarımız yeni İran devriminin yükselişe geçişinin ilk adımları mı?torture

1979 devriminde üç sınıf
İran’daki halk ayaklanmasını doğru çözümleyebilmek için öncelikle geçmişe ve 79 İran Devrimi’ne kısaca bakmamız gerekir. 1979 İran Devrimi özünde sol karakterli demokratik talepler içeren toplumsal bir hareketti. 79 Devrimi 1960’larda dönüşümünü tamamlayan İran’daki kapitalist ekonomik sistemin bunalıma girmesi, artan üretkenlik ve gelirden daha fazla pay isteyen, gönenç düzeyinin yükselmesini isteyen işçi sınıfının ve geniş yoksul kitlelerin harekete geçişi temelinde oluştu. Uluslararası kapitalist sistemde kapitalist İran ekonomisinin öteki ekonomilerle rekabet edebilmesi ve sermayenin karlılığını sağlaması ancak ve ancak ucuz emek cenetti oluşturmakla olanaklıdır. İran’da monraşinin diktatörlüğü sermayenin karlılığı için gerekli “ucuz emek, suskun işçi” zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Bu devrimin en belirleyici yönü işçi sınıfının toplumsal bir sınıf ve güç olarak ilk kez bağımsız biçimde siyaset sahnesine çıkmasıydı. 79 Devrimi’nde İran’da üç sınıfsal hareket karşı karşıya geldi. Bir yanda yönetimde olan Batı yanlısı burjuvazi, bir yanda siyasal İslamcılar ve ulusalcılardan kendini Marksist niteleyen çeşitli örgütlere geniş bir yelpazeden oluşan Batı karşıtı ulusalcı-dinci burjuva hareketi, bir diğer yandaysa siyasal örgütlülükten yoksun olsa da işçi sınıfı yer almaktaydı. (1)

Dünya burjuvazisisinin İslam Cumhuriyetitazahorat17juin
79 Devrimi’nin yazgısını anlayabilmek için o dönemin uluslararası siyasal dengelerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Soğuk Savaş döneminde Arap-İsrail çatışmasından Güney Amerika’daki darbeler bütün siyasal hareketler iki rakip kutup arasındaki çekişme üzerinden tanımlanıyordu. Bu, bütün bu hareketlerin bu iki kutuplunun taraflarından birinin yandaşı olması anlamında değil, siyasal karşılaşmaların bu iki kutbun karşılaşması zemini üzerinde gerçekleştiği, dolayısıyla da bu çekişmenin izini taşıdığı anlamına geliyor. Batı burjuvazisi açısından Ortadoğu’nun göbeğinde, ABD’nin o deönem en büyük bölgesel müttefiği ve jandarması İran’da sol karakterli bir devrimin gerçekleşmesi, İran’ın şu ya da bu şekilde karşı kutbun yanına geçmesi kesinlikle önlenmesi gereken bir durumdu. Jeopolitik konumu ve enerji nkaynaklarının denetimi açısından önemi düşünüldüğünde İran’da sol bir devrim kesinlikle önlenmeliydi. Ayrıca, İran’da olası sol bir devrimin etkilerinin İran’la sınırlı kalmayacağı açıktı (siyasal İslam’ın yükselişinin etkilerinin de İran’la sınırlı kalmadığı, Kuzey Afrika’dan Filistin’e, Afganistan’dan Türkiye’ye kadar siyasal İslamcı hareketlerin yükselişine yol açması gibi). İşte böyle bir ortamda Batı burjuvazisi 79 İran Devrimi’ni bastırmak ve burjuva rejimini korumak için son kartını, siyasal İslam’ı sahneye çıkardı. Şah’ın 78 Eylül’ünde kitlelere ateş açarak bastırmayı umduğu ama bastıramadığı devrimi Batı’nın gizli ve açık desteğini alan İslamcılar 1981’de kanla bastırarak yenilgiye uğrattı. İslam Cumhuriyeti burjuvazinin “devrimci dönemlerde devleti”ydi. (2)

Ancak, yenilgiye uğrasa da 79 Devrimi toplumsal ve siyasal olaylar ve olgulara damgasını bastı. İslam Cumhuriyeti burjuvazinin siyasal ve ekonomik bunalımına olağanüstü bir yanıt olarak ortaya çıktığından geçici karakterinden sıyrılamadı. Burjuvazi açısından bu yönetim sermayenin doğal işleyişi için gerekli ortamı sağlayamazdı. Öte yandan, 79 Devrimi’ne yol açan nedenler -ekonomik ve siyasal bunalım-olduğu yerde duruyordu. Kapitalist toplumun “olağan” üstyapısına dönüşemediğinden rejim hem kendi içinde hem kitleler nezdinde meşruiyeti sürekli sorgulanan bir olguya dönüştü. Meşruiyeti ve yeniden üretilmesi olağan biçimde gerçekleşemeyen İslam Cumhuriyeti bu yüzden sürekli baskı, işkence, idam ve süngü gücüne dayanarak ayakta durabilirdi. Devrim yenilse de İslami karşı-devrim toplumu Şah dönemi gibi susturamadı. Bir anlamda, İran’da siyasal erk sorunu asla toplumun gündeminden düşmedi.

İslami rejime karşı direniş
İslami rejime karşı direniş 1997’de önemli bir adım attı ve rejimi devirme hareketi kitlesel boyutlar kazandı. Hatemi yönetimi o dönemde, yükselmekte olan rejimi devirme hareketine karşı İslami rejimin bir manevrasıydı. Amaç “reform” söylemiyle İslam Cumhuriyeti’ne zaman kazandırmak, kitlesel hareketi pasifize etmekti. Ancak halk reform yanılsamasına kapılmadı ve reform söylemini çabucak açıp geride bıraktı. 97 Temmuzu’nda İslami rejimi titreten 6 günlük ayaklanma halkın “ılımlı”, sulandırılmış, “güler yüzlü” İslami yönetimin hiç biri biçimini istemediğini açıkça duyurdu. Amaç yönetimin bütünüydü, insanlar İslam rejiminin devrilmesinden daha azına razı olmayacaklarını gösterdiler. Hatemi’nin yönetime gelmesi başka bir olgununda göstergesiydi: Başından beri farklı çetelerden oluşan ve kendi aralarında çekişen İslami yönetim içindeki çatlak halka hareketi sonucunda büyümekteydi. Rejimi devrime hareketi yükseldikçe yönetimdekilerin kendi aralarındaki it dalaşı da keskinleşiyordu.

Yükselen rejim karşıtı kitlesel hareket ve “reform” hokkabazlığının da mayasının tutmaması ve tarih çöplüğüne gömülmesi karşısında İslami rejimin tek bir yolu vardı: Şiddette başvurmak. Ancak bunun için de rejimin kendi içindeki çatlakları doldurması ve birlik görüğntüsü sunması gerekiyordu. Ahmedinejad işte rejimin böyle bir zorunluluğunun sonucuydu. Sözde rejimi birleştirecek, halk karşısında tek vücut olarak çıkacak, kılıcını üztten kuşanarak kitleleri korkutup geri püskürtecekti. Ancak rejimi devrime hareketi böylesi “kadife darbe” girişimleriyle bastırılabilecek cinsten değildi. 1 Mayıs, 8 Mart, 7 Aralık (İran Üniversite Öğrencileri Günü) dolaylarında yoğunluğu artırılan ve toplumu terörize etmeye amaçlayan kamuda toplu idamlar, recm cezaları, İslami Muhafızlar ve polisin boy boy “toplumsal huzur” operasyonları rejimi devirme hareketini durduramadığı gibi rejimin zaafını daha da gözler önüne serdi ve rejimden toplumsal nefreti pekiştirdi.

İran’daki rejimi devirme devrimci hareketinin bir özelliği de sol karakteridir. Radikal özgürlük ve eşitlik talepleri çerçevesinde oluşan bu hareket “öz”ünde sol bir harekettir. Rejimi devirme devrimci hareketinin başını kadınlar, gençler ve işçiler çekiyor. İşçilerin, kadınlar ve gençlerin özgürlük, eşitlik ve gönenç taleplerini karşılayabilen, bu taleplerin oluşumunda, radikalleşmesinde ve geniş kitlelerin beklenti düzeyinin yükselmesinde belirleyici payı olan hareketi işçi komünizmi hareketidir.

1979’dan kalan hesap
Başta sözünü ettiğim üç sınıfsal hareket günümüz İran toplumunda da sahnededir. Son “seçim” maskaralığını ve yükselmekte olan devrimci hareketi anlamak için sözünü ettiğimiz bu etmenleri göz önünde tutmalıyız. Rejim açısından sorun bir ölüm kalım sorunudur. Rejim içindeki farklı kanatlar arasındaki çekişme hangisinin rejimin sürekliliğini sağlayabileceği çerçevesinde gerçekleşmektedir. Reform balonunun çoktan söndüğü bu durumda rejimin biricik alternatifinin yine Ahmedinejad olacağı gün gibi ortadaydı. Geçen hafta Cuma Namazı hutbesinde, Hameneyi bir gerçeği istemeden dile getirdi: Sokakta seçime hile karıştırıldığı bahanesiyle gösterilerde bulunanlar sandıktan Musevi de çıksa yine aynı şeyi yapacaklardı. Yükselen devrimci hareket ayrıca Hameneyi’yi ve İslami yönetimi son kartını oyunun en başında oynamaya zorladı: Şiddette, olağanüstü yöntemlere başvurmak. Hameneyi konuşmasında halka ultimatum vererek gösterilere devam etmeleri durumunda üzerlerine ateş açılacağını beyan etti. Ne var ki bu tehditler de işe yaramadı. Cumartesi günü sokaklara çıkan ve halen eylemlerini sürdüren kitleler savaşa çıktıklarını biliyorlardı. Böyle bakıldığında devrimci yükselişin savunmada değil saldırıda olduğu görünmektedir. Bu, gün geçtikçe radikalleşen sloganlarda ve eylem biçimlerinde de kendini göstermektedir.

Devrimci yükseliş rejimi çatlattı
Bir noktayı asla unutmamak gerekir: İran’daki bu devrimci hareket ilk güğnünde bile rejim içi çekişme çerçevesinde gerçekleşmedi veya onun yansıması değildi. Tersine, gerek seçimden önce gerek sonrasında rejim içinde dozu zaman zaman artan çatışma bu devrimci hareketin yansımasıdır. Nasıl ki hareket Hameneyi’ye rejimin sonunun startını verme ve rejimi bir bütün olarak halkla karşı karşıya getirmeye zorladıysa artık esameleri okunmayan ve kaile alınmayan Musevei veya ötekileri de tasarlamadıkları siyasal konumlara yerleştirdi. Musevi-Rafsancani çetesi ilk günlerde oyların yeniden sayımından söz ediyorlardı. Devrimci hareketin yükselişiyle bu talep seçimlerin iptalının ve uluslararası gözlemciler gözetiminde yeniden yapılması talebine dönüştü. Ancak mevcut devrimci hareketin ufku böyle isteklerle sınırlanamayacak ölçüde geniştir. Rejim oyların yeniden sayılması veya seçimin iptal edilmesini ilk gün kabul etseydi bile halk bunu haklı olarak kendi zaferi sayacak aynı biçimde hareketini sürdürecekti.

Devrimci yükselişin baskısını uluslararası burjuva medyasında da görmek olanaklıdır. Başta bu hareketi ısrarla Musevi yandaşları ile Hameneyi-Ahmedinejad çetesi arasındaki çekişme olarak niteleyen medya, örneğin BBC ve CNN, artık bu hareketin rejimin tamamını hedef aldığını belirtmekteler. Ancak, burjuvazinin çıkarlarına uygun biçimde bu hareketi yolundan saptırmak için, devrimci yükselişi kitlesel sivil itaatsızlık olarak adlandırıyorlar. Ne var ki bu “kedidir, kjedidir” düzeyindeki “çözümlemeler” her gün Tahran ve diğer İran kentlerindeki sokaklarda yalanlanmaktadır. “Kahrolsun Diktatör” sloganıyla başlayan devrimci hareket, önce rejimin bütünlüğünün temsili olan Hamaneyi’yi hedef alarak “Kahrolsun Hameneyi”ye, sonra da kitlesel gösterilerde atılmaya başlayan “Kahrolsun İslam Cumhuriyeti”ne, “Silahlanacağımız Günü Kolluyoruz” ve “Kahrolsun Besici”ye yükseldi. “Kahrolsun Taliban, İster Kabül’de olsun İster Tahran’da” veya Tahran’ın merkezinde, İslam Cumhuriyeti’nin başkentinde cami yakılması da bu radikalizmin, devrimci hareketin sadece Hamneyi veya Ahmedinejad’ı değil bütün rejimi ve siyasal İslam’ı hedef aldığını gösteren göstergelerden bazılarıdır.

Kitlelerin arzusu: Özgürlük ve eşitlik
İran’da yükselmekte olan devrim bir kez daha siyasal erk sorununu en acil gündem maddesi olarak toplumun önüne yerleştirmiş durumdadır. Burjuvazinin farklı kanatları bu sorunu halkın başı üzerinden çözmek istemektedir. Bu yüzden bir yandan rejim içindeki kanatlar bir uzlaşmaya varmaya çalışmaktadırlar. Rejimin taktığı ve umudu devrimin yorgun düşerek hız kesmesi, sonra şiddetle bastırılması ve bazı göstermelik düzenlemeler ve reformlarla işin bağlanmasıdır. Rejim içindeki ve dışındaki Batı yanlısı burjuvazi ise kadife devrimi benzeri bir durumla “regime change” gerçekleştirip halkı evlerine göndermektir. Geniş halk kitlelerin, işçilerin, kadınların ve gençlerin özgürlük ve eşitlik istekleri ve arzularının gerçekleşmesinin en uygar yoluysa devrimin başarıya ulaşmasıdır. 79 Devrimi’nin aksine bu kez bu özgür ve eşit toplum kurma arzusu gerçekleşebilir: 79 Devrimi’yle yönetimden indirilen Batı Yanlısı nasyonalist hareketin daha radikal, daha keskin talepleri olan bir devrim yoluyla yönetime geçebilmesini olası değildir. Öte yandan, Batı karşıtı, Ulusal-İslamcı hareket bizzat devrimin konusu olduğundan rejimin devrilmesi durumunda yönetimde kalması söz konusu değildir. İslam Cumhuriyeti’ni devriecek kitleler sulandırılmış İslami bir yönetim sınırında durmayacaktır. Ayrıca, işçi sınıfı hareketi, 1979 Devrimi’nin tersine bugün siyasal örgütüne sahiptir. Bu örgütlülüğü sayesinde talepleri geniş kitlelerin taleplerine dönüşmüş durumdadır. Günümüz İran toplumunda “Yaşasın Özgürlük, Eşitlik” geniş kitlelerin arzularını dillendirdikleri slogandır.

Hiç bir devrimin zafere ulaşacağı kesin değildir ama devrimler yenilgiye uğramaya da mahkum değillerdir. Öncelikle işçi sınıfının kitlesel biçimde bu harekete katılması gerekmektedir. Nasıl ki 1979 Devrimi’nde Şah rejiminin belini işçi sınıfının kitlesel grevleri kırdıysa, yükselmekte olan bu devrimin başarısı için de işçi sınıfının özgürlük ve eşitlik bayrağıyla devrimci harekete var gücüyle katılması gerekmektedir. İşçi sınıfı devrimci yükselişin koşullarının yaratılmasının başını çeken toplumsal güçtür. Bu yükselişin öncü sarsıntılarını işçilerin 1 Mayıs, 8 Mart veya diğer kitlesel gösterileri ve grevlerdeki sloganlarında ve yayınladıkları bildiri ve bildirgelerde gömrmek olanaklıdır. İşçiler İslam Cumhuriyeti ve sermaye düzeninin devrilmesinin özgür ve eşit bir toplum oluşturmanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu topluma gösterdiler. İran-Khodro’da kitlesel devrimci hareketi desteklemek için 3 vardiyada iş bırakma eylemi, İran Özgür İşçi Sendikaları Birliği ve Vahed Otobüs İşçileri Sendikası’nın bildirigeri de işçi sınıfının sürmekte olan devrime katılımın ilk adımları arasında yer almaktadır. İran’da yükselmekte olan devrimin başarıya ulaşması işçi komünist önderlerin becerisine ve insiyatifine, halkı doğru taktikler çerçevesinde örgütleyebilmesine ve devrimin saptırılmasını önleyebilmesine bağlıdır. Bu durumda, devrimi başarıya ulaştırabilmesi İran işçi sınıfı, gençleri ve kadınlarının yanı sıra radikal, özgürlükçü uluslararası güçlerin de desteğini gerektirmektedir. (SA/EK)
_______________________________________________________

(1) Bu konuda ayrıca “İran Devriminin Yazgısı ve Yükselmekte Olan Devrimin Karakteri” başlıklı yazıya bakın. 1979 Devrimi’nin parlak bir çözümlemesi içinse Mansur Hikmet’in “Yenilmemişlerin Tarihi” adlı makalesine bakın. İslami karşı-devrimin karakteri ve İslam Cumhuriyeti’nin özgüllükleri için “Burjuva-Emperyalist Karşı-devriminin İki Kanadı” başlıklı makaleye (İngilizce) bakın.

(2) Bu konuyla ilgili Mansur Hikmet’in “Devrimci Dönemlerde Devlet” makalesine bakın

Yenilmeyenlerin Tarihi: 79 Devrimi Anısına Birkaç Söz

Mansur Hikmet

Son yıllarda İran muhalefetindeki solcular arasında bir “gözden geçirme” veya “revizyon” sürecinin gelişmekte olduğu söylenmektedir. Bu kesimin özellikle yurt dışında yayımlanan çok sayıda yayınlarına bakıldığında buna benzer bir şeyin gerçekleşmekte olduğu ortaya çıkıyor ancak “gözden geçirme” sözcüğünün bu süreci dile getirmek için uygun bir terim olduğu kuşkulu bir durum. Yakın çevre içinde, gerçeğin dile getirilmesinin kimseyi rahatsız etmediği durumlarda, bu bir pişmanlık süreci olarak adlandırılabilir. Ancak kamuoyunun önünde, özellikle bu günlerde siyasal doğruluğun (political correctness) at koşturduğu alanda “yenilikçilik” daha uygun bir karşılık gibi görünmekte. Genel olarak devrim ve devrimcilik kavramları özel olaraksa 79 Devrimi bu yenilikçilik sürecinin ilk kurbanları arasındadır.

Her ay 79 Devrimi’nin geride kalan, yaşlanmış devrimcilerinden oluşan topluluklar ve hareketler içinde örgütlenen kişilerce yığınla makale ve yazı yayımlanmakta. Bütün bunları izleyip okumak ve bunların yazarlarının uğraşılarıyla düşünsel dünyaları ile boğuşmak hem boşunadır hem de oldukça güç. Ancak sözünü ettiğimiz “yenilikçilik” sürecinin ne anlama geldiğini görmek güç değildir. Örneğin psikologların yöntemlerinden biri olan “çağrıştırma” kullanılarak bu edebiyatın devrim kavramı gibi anahtar sözcüklere tepkisi ölçülebilir. Elde edilen görüntü kuşku bırakmayacak açıklıkta olacaktır. Devrim: Aşırılık; Devrim: Şiddet; Devrim: Despotizm; Devrim: Yok oluş.

Neden olmasın? 79 Devrimi’nin bu geride kalanlarından hangisi gözlerini kapatıp geçen 17 yılı düşündüğünde tatlı şeyler anımsayabilir? Milyonlarca insan en gerici, en vahşi bir rejimin altında yaşamaya mahkum edildi; mutluluğun yasak olduğu, korkuya, yoksulluğa ve yalana dayalı bir toplum oluşturuldu; bu toplumda kadın olmak suç, yaşamak ceza ve kaçış olanaksızdır. Bütün bir kuşak, nüfusun belki de yarısından çoğu gözlerini dünyaya bu cehennemde açtı, bu kuşağın bundan başka bir anısı da yok. Başka birçok insan içinse en canlı anı kana bulanmış onlarca onurlu insanın unutulmayan yüzleridir. Bu kabusun başlangıcı 79 yılı, devrimin yılı değil mi?

Bazıları için 79 Devrimi’nin kötü sonunun bu “yenilikçilik” sürecine bir katkısı olmuş olabilir. Ancak ne bu pişmanlığın yaygınlığı ne de günümüz yenilikçilerinin sivri dilleri ve histerileri 79 Devrimi’nin yenilgisiyle açıklanabilir. Bir köprünün yakınında oturmuş yenilgiye uğramış bir ordunun dönüşünü izliyor gibisiniz. Bu yenilenleri hüzünlü, donuk, sessiz ve çöküntü içinde görmek beklenmeyecek bir durum değil. Ancak bu topluluk yumruklarını sıkıyor. Daha dikatlice dinlediğinizde bir marş mırıldanıyor gibiler. Evet, yanılmıyorsunuz, bunlar savaşmaya geliyorlar, kendi “yutları”, “üsleri” ve “kalleri” veya bir zamanlar öyle sanıp öyle adlandırdıkları şeyler ile savaşmaya geliyorlar. Bunlar dünkü “kendiler”inden ve “kendi gibiler”inden öç almaya geliyorlar. Kalenin içinden dışarı bakan biri için bu kesinlikle ürkütücü bir görüntüdür.

Dünkü yandaşları tarafından bu denli acı biçimde yolcu edilen yenilmiş devrim ve hareketlerin sayısı çok değil. Örneğin Meşrutiyet Devrimi, Petrol Ulusallaşma Hareketi, Allende yönetimi dönemi, Portekiz Devrimi ve İngiliz maden işçileri grevi öncüleri ve katılımcıları için her zaman saygın bir konumu olmuştur. İran’ın dünkü devrimcilerinin günümüzdeki yenilikçiliklerinin nedenlerini başka yerde aramak gerek. Gerçek bu son yılların, 79 Devrimi sonrası yılların uluslararası çapta daha önemli olayların gerçekleştiği yıllar olmasıdır. Bu son yıllarda artık yalnızca Varşova ve NATO paktlarının en yalancı sözcülerinin propagandalarında ve en alık yandaşlarınca “sosyalist dünya” diye nitelenen Doğu Blok’unun yıkılışı bütün dünyayı sallayan siyasal, toplumsal bir depremdi. İki kutuplu bir dünyaynın, ekonomi ve üretimden bilim ve sanata kadar her şeyinin on yıllar boyunca bu karşıtlık çerçevesinde oluşan dünyaynın kutuplarından birinin elenmesi yeterince altüst ediciydi. Ancak düşünsel ve zihinsel alanda belirleyici olan dünya egemenlerinin ve uşak sözcüleri ve ajitatörlerinin geniş sürüsünün üniversitelerde ve medyada Doğu’nun yıkılışını komünizmin yıkılışı, sosyalizm ve Marksizm’in sonu olarak sunabilmeleri gerçeğiydi. Gerçi bu cambazlığın hepsi altı yıldan fazla süremedi, günümüzün bütün verileri bu kandırma döneminin sona erdiği yönündedir. Ancak bu altı yıl dünyayı sarstı. Bu, sosyalizmin sonu değildi ancak sosyalizmin sonunun nasıl bir kabus olabileceğinin ipucuydu, sosyalizmin çağrısı olmaksızın, sosyalizm umudu ve sosyalizm “tehlikesi” olmadan dünyaynın nasıl bir bataklığa dönüşebileceğinin göstergesiydi. Dünya çapında, egemen olsun yönetilen olsun, herkes için sosyalizmin değişimi çağırıştırdığı ortaya çıktı. Sosyalizmin sonunu tarihin sonu adlandırdılar. Sosyalizmin sonunun eşitlik beklentisinin sonu, özgür düşüncenin ve ilericiliğin sonu, gönenç beklentisinin sonu, insanlık için daha iyi bir yaşam ummanın sonu olduğu ortaya çıktı. Sosyalizmin sonunu orman yasalarının ve ekonomide, siyaset ve kültürde zorbacılığın dolayımsız egemenliği olarak anlamlandırdılar. Hemen ardından faşizm, ırkçılık, erillik, kavimcilik, din, toplum karşıtlığı ve zorbalık toplumun bütün gözeneklerinden fışkırmaya başladı.

Bütün dünyada bu serüvenin ardından başlayan “yenilikçilik” dalgası görünmeye değerdi. Uluslararası bir pişmanlık ve yalakalık yarışında dünkü değerler ayaklar altına serildi, dünkü ilkeler lanetlendi ve dünkü erekler alaya alındı. Aşağılıklık ve teslim olmak yaşamın anlamı olarak üste çıktı. Yeni düzenin aydınlarının tövbecilik kültürlerinde hemcinsleri için daha iyi bir yaşam isteyen, varolan durumun değişmesi gerektiğini ve değişebileceğini düşünen, insanların eşitliğine inanıp onları daha iyi bir geleceğe çağıran, dünyadaki yazgıları ve paylarını etkilemek için insanların toplu çabasının gerekliliğinden söz eden, devlet ve toplumu bireyin yaşamı, gönenci ve özgürlüğü konusunda sorumlu sayan herkes, bin bir tribünden hayalci, eskimiş, aklı kıt ve ayakları yere basmayan diye nitelendi. Umutsuzluk usun göstergesi sayıldı, insanlığın yüce ereklerinden vaz geçmek gerçekçilik ve uzgörüşlülük olarak adlandırıldı. Ansızın, işe yeni başlayan herhangi bir jurnalistin, kürsüsünü yeni kapan yeni yetme herhangi bir akademisyenin ve herhangi bir emekli albayınVoltair’le Rousseau’dan Marx’la Lenin’e kadar modern dünyanın düşünsel devlerinin yanıtını verbildiği, son birkaç yüz yılda yüz milyonlarca insanın çabasının, özgürlükçülük ve eşitlikçilik sorununun bütününün “tarihin sonu” görkemli kalesine varma yolu üzerinde boşuna harcanmış zamandan başka olmadığı ve en kısa sürede unutulmaları gerektiği ortaya çıktı.

Dünkü devrimciler işte bu uluslararası atmosfer bağlamında 79 Devrimi ve genel olarak devrimcilik konularını “gözden geçirme”ye başladılar; elde ettikleri sonuçlar 79 Devrimi’nin yenilgisinden çok birkaç yıllığına günün modasına dönüşen ideallerin ve ilkelerin uluslararası çapta alaya alınmasından kaynaklanıyordu.

Tarihi hep fatihlerin yazdığı söylenir. Ancak yenilenlerin yazdığı tarihin her zaman daha yalan ve daha kokuşmuş olduğunu eklemek gerek. Çünkü bu ikincisi yas, teslim ve kendini kandırma giysisi giymiş ilkinden başka bir şey değil. Tarih değişimin hikayesiyse gerçek tarih yenilmeyenlerin tarihidir. Hala değişim isteyen ve değişim için çabalayan hareketin ve insanların tarihidir. İnsan toplumu için istedikleri ülküleri, umutları gömmek istemeyenlerin tarihidir. İlkeleriyle ereklerinin seçiminde seçenekleri olmayan ve varolanın iyileştirilmesi için çabalamak zorunda olanların tarihidir. 79 Devrimi fatihlerle yenilmişlerin her ikisinin tarihinde İslam ve islamcılığın yükselişi yolunda bir basamak ve bugün İran’da egemen olan durmun nedeni sayılmaktadır. Ancak gerçek tarihte 79 Devrimi özgürlük ve gönenç için yapılan ancak bastırılan ve imha edilen bir devrimdi.

Devrim sonrası İran’daki felaketler bunlara yol açanların hesabına yazılmalıdır. Halkın monarşi rejimini, bu rejimin temellerini oluşturan ayrımcılığı, eşitsizliği, baskıyı ve hor görülmeyi istemeyip buna karşı ayaklanmaya hakkı vardı. Yirminci yüzyılın sonunda insanların kral, Savak (gizli istihbarat servisi), işkenceci ve işkence yerleri istememeye hakları vardı. İnsanların itirazlarının ilk belirtileriyle onları katletmeye kalkışan orduya karşı silahlanmaya hakları vardı. 79 Devrimi özgürlük, adalet ve insanlık onuru için bir hareketti. İslamcı hareket ve yönetim bu devrimin ürünü olmadığı gibi bu devrimi bastırmak için bilinçlice seçilen bir silahtı, şah rejiminin güçsüzlüğü ve çöküşü tescil edildiğinde bu silah ortaya çıkarıldı. Yaygın görüşlerin tersine İslam Cumhuriyeti varlığını başta camiler ve düşük rütbeli mollalar ağına borçlu değildi. Bu rejimin kökü insanlar arasında dinin güçlü olması değildi, bu rejimin temeli şiiliğin gücüne, insanların modernizme ilgisizlikleri, Batı kültüründen iğrenmeleri, şehirleşmenin aşırı hızı veya “demokrası ıdmanı” eksikliğine dayanmıyordu. Bu saçmalıklar yarım yamalak “oryantalistler”in ve medya yorumcularının profesyonel kariyerlerine yarayabilir, ancak iğne ucu kadar bile gerçekle ilgisi yok. İslamcı hareketi düne kadar şah rejimini kollayan ve Savak’ını eğiten aynı güçler 79 Devrimi sahnesinin önüne sürdüler. İran devriminin radikalizasyon potansiyelini ve sola dönme olasılığını bilen, petrol endüstrisi işçilerinin grevinden derslerini alan aynı güçler. Soğuk Savaş’ın dönemeçlerinde yeşil kuşağa gereksinimleri vardı. İran devriminin “İslamcılaşması” için para harcandı, taslaklar çizildi, oturumlar yapıldı. Diplomatlardan, Batılı askeri danışmanlardan demokrasi dünyasının her zaman şerefli jurnalistlerine dek binlerce kişi gerici, marjinal, küflenmiş ve İran siyasal tarihinde soyutlanmış bir hareketten bir “devrim önderliği”, 79 İran’ı kentli ve yeni endüstrileşmiş toplumu için bir yönetim alternativi yaratabilmek için aylarca ter döktüler. Humeyni hazretleri Necef’ten, Kum’dan, yol üzerindeki köylerin eşek sırtındaki mollalarının eşliğinde değil Paris’ten, devrimin uçuşuyla geldi. 79 Devrimi İran yoksun halkının asal itirazlarının cisimleşmesiydi, ancak “İslam Devrimi” ve İslamcı yönetim Soğuk Savaş’ın, o günkü dünyanın en modern siyasal denkleminin ürünüydü. Bu rejimin mimarları Batılı güçlerin stratejistleri ve siyasetçileriydiler. Bu aynı kişiler bugün bir daha kültürel görecilik bataklığı içinden kendi yarattıkları canavarı “Doğu ve Müslüman toplumun” doğal ürünü ve “İslam Dünyası” halkına layık bir yönetim olarak meşrulaştırıyorlar. Batı’nın bütün ekonomik, siyasal ve propaganda olanakları 79 Devrimi’nin aylar öncesinde ve sonrasında bu rejimi kabul ettirmek ve ayakta tutmak üzere seferber edildi.

Ancak İran’da gerçekleşebilen bu toplumsal mühendislik olayının özü İran içindeki koşullar ve durumun ve siyasal, toplumsal güçlere dayanıyordu. Bu işin gerçekleşmesi için yeterli ölçüde materyal bulunuyordu. İslamcı hareket bütün bölge ülkelerinde mevcuttu. Ancak İran olaylarına değin hiçbir uğrakta bu hareket bu ülkelerin siyasi sahnesinde ilgiye değer siyasal bir akıma ve baş oyunculardan birine dönüşmemişti. İslamcı (karşı) devrimi İslamcı hareketin cılız gücüyle değil İran muhalefetinin siyasal asal geleneklerinin omuzları üzerinde yarattılar. İslamcı karşı devrimi her şeyden çok işçiden ve komünistten korkan ve bütün ömrünü monarşı pelerini ve din abasının altında tırnaklarını kemirmekle geçiren Milli Cephe’nin ulusal ve sözümona liberal geleneğinin omuzları üzerinde yükselttiler. Bu gelenek bütün tarihi boyunca İran’ın siyaseti ve kültüründe dine karşı yarım yamalak seküler bir itirazda bile bulunabilmiş değildi. Bu hareketin önderleri ve şahsiyetleri İslamcı hareketle ilk bi’at edenler arasındaydı. İslamcı karşı devrimi ne pahasına olursa olsun Amerika karşıtlığı ve uluslararası kampını güçlendirmesi varoluş felsefesini oluşturan ve İslamcı rejimi, halkın ve özgürlüğün başına ne getirdiğinden bağımsız olarak, manevra yapmak ve manipülasyon için verimli bir alan olarak gören Tudeh Partisi’nin omuzları üzerinde kurdular. İslam rejimini, gençlerin ve öğrencilerin itirazlarının ilk ortamlarını oluşturan İran’ın sanatçı ve aydın toplumunun büyük bölümüne egemen olan modernizm karşıtı, “Batıcılık” karşıtı, zenofobik, geçmiş tapınmacısı ve İslamzede soysuz geleneğinin omuzları üzerinde kurdular. Humeyni kazandı, hurafeci bazı insanlar yansımasını ayda gördükleri için değil geleneksel muhalefet ve bu soysuz ulusal ve gerici kültür gerçekte İran çağdaş siyasal tarihinin en ithal ve en uydurma şahsiyeti olan onu “İran yapımı”, kendilerinden ve Batı karşıtı bulduğundan ve alkışlamaya başlamasından dolayı. İslamcı karşı devrim itiraz hareketleri alanında insiyatifin petrol endüstirisi ve büyük endüstri işçilerinin modernist-sosyalist hareketinden İran geleneksel muhalefetinin eline geçmesinin ürünüydü. Humeyni personajını ve İslam Devrimi senaryosunu Batı’dan teslim alıp gerçekte ayaklanan halka satan bunlardı.

Bütün bunlara karşın İslamcı hokkabazlık 79 Devrimi sürecinde ancak bir duraksamaya neden oldu. Şubat ayaklanmasının hemen ardından gelen olaylar devrim dinamizminin halen yerinde olduğunu gösterdi. İnsanların, dillerine ne dolandırıldıysa, İslam için değil özgürlük ve toplumsal gönenç için alanlara indiklerini ve alanlarda kaldıklarını gösterdi. Sonunda 79 Devrimi, birçok devrim gibi, hile ve oyunla değil oldukça kanlı bir bastırmayla yenilgiye uğratıldı. 11 Şubat 79 ile 19 Mayıs 81 ( *) arası süre İslam ve İslamcı hareketin bunca yatırım ve çabayla şah rejiminin çaresizlik içindeki müvekkileri için satın alabildiği süreydi. Tabii bundan fazlasına da gereksinimi yoktu. İran’ın gerçek tarihinde 19 Mayıs 7 Ağustos’un (**) yanında yer alır, onun sonraki halkasıdır. Humeyni, Bazergan, Sencabi, Medeni, Foruhar, Yezdi, Benisedr, Recai ve Beheşti Muhammedrıza Pehlevi, Amuzgar, Şerifimami, Bahtiyar, Oveysi, Azhari ve Rahimi’nin ardından, birbiri ardından sahneye çıkıp devrimin ve halk itirazının yolunu kesmeye çalışanlar olarak sıralanmaları gereken adlardır. Monarşi rejimi ve rengarenk piyonları itiraz hareketinin art arda gelen darbeleri karşısında yenildi. Buna karşı İslamcı yönetim süre alıp gerici güçleri yeniden yapılandırdı ve halk devrimini en kanlı biçimde bastırdı. Her iki rejimin gündemi aynıydı.

İran halkının yarısından çoğu 79 Devrimi’nin bulanık bir anısına bile sahip olmayacak yaştadır. Bunların o dönemki olaylarla ilişkileri 79 devrimcileri kuşağının Musaddık dönemi olayları ve 18 Temmuz (***) darbesiyle ilişkilerine benziyor. Geçmiş ve dokunulamaz olan, görünürde yalnızca kendi çağdaşlarının zihninde canlı ve önemli sayılan bir dönem. O döneme ilişkin anlatılar çoktur ve de çeşitli, ancak tarihsel gerçeğe ilişkin bir şey anlatmazdan önce anlatıcısı ve günümüz dünyasındaki konumuna ilişkili bir yargı bildirmekte. İnsan her zaman geçmişe bugünün pencersinden bakar, bununla bugünkü istemini ve eylemini onaylayacak bir şeylerin peşinde. Bizim yenilikçilerimiz de 79 Devrimi’ne bakışlarında 96 İran’ında bir bayrak yükseltme peşindeler. Ancak bu bayrak hep vardı. Her seferinde kimin, hangi hazırlıklar, hangi zikir ve ayetleri mırıldanarak bu bayrağın altında yer almasıysa ikincil bir sorundur

ISVICRE-SCHWEIZ


bergschweiz

Isviçre’de yasam…
Genel anlamda insanin; dogup büyüdügü yerleri terkedip baska yerlere gitmesinin beraberinde getirmis oldugu sorunlar,gerek ayni ülke içinde gerekse ülke disinda hepimizin malumudur.Bu sorunlari indirgeme de kisinin kendisine tabii ki bazi görevler düsüyor.Bu kendisinin çevresiyle olabilecek problemleri azaltabilecegi gibi çevresinin de onunla olabilecek muthtemel problemleri azaltacaktir.
Isviçre’de yasayan her 5 kisiden biri yabancidir.Yani isviçre vatandasi olmayip isviçrede yasayan kisi olmaktadir.Yabancilarin orani yerlesim birimlerine göre farkliliklar göstermektedir.Örnegin bu oran Cenevre’de % 35, italyan kantonu Ticino’da % 26 iken,daglik bir yöre olan ve endüstrisi fazla olmayan kanton Uri’de % 8 ‘lere düsmektedir.Bu oran Zürich’te % 20’lerin üstündedir. Önce yabanci,avrupali olmayan yabanci olmak,diger avrupa ülkelerinde oldugu gibi;isviçre’de de bir büyük dezavantaj.Bu ne anlama geliyor?Mesela issizligin günah keçileri neden yabancilar oluyor?Ama kimse bu “yabancilar” deyiminin içinde bati veya kuzey avrupali yabancilari kastetmiyor.Bazi yerlesim birimlerinde vatandaslik basvurulari,basvuranlarin milliyetine göre degerlendiriliyor, buna göre de oylama sonuçlarinin nasil olacagi malumdur herhalde?
Bilinen odur ki, bir ülkede ekonomik,siyasi sorunlar oldukça yada büyüdükçe bunun faturasinin çikarilanilabilecegi “günah keçiler” aranir.Bu o ülkedeki etnolojik duruma göre degisir.
Yabancilarin yaptiklari isler,genellikle yerli halkin yapmadiklari,yapmak istemedikleri islerdir.Söz ödevlere gelince,hersey istenebilir ama haklar sözkonusu olunca dislanma basliyor!Yerli yabanci herkesin üzerinde düsünmesi gereken konu bu aslinda.Kimse bu konu beni ilgilendirmez diyemez,degilmi?
Isviçredeki ekonomik ve is pazarindaki durum genel olarak eski senelere onaran düzelmis gibi görünsede,yabancilar için,bilhassa bati ve kuzey avrupali olmayan yabancilar için durum daha da kötülesmektedir.Isçi ve yabanci haklarinin savunulabilmesi için gerçekten iyi çalismalara,organize edilmis çalismalara ihtiyaç vardir.Avrupa sebest dolasim kararinin hayata geçecegi 2006 senesinden sonra;isviçrede Türkiyeli yasayanlar için sorun daha agirlasacaktir.Bilhassa kalifiye olmayan kisilerin is bulmalari daha da zor olacaktir.Federal hükümetin yürürlüge koymak istedigi ” Çember Modeli’nde” yabancilar 3 kategoriye ayiriliyor.Bu Çember modelinin en son halkasinda ise türkiyelilerde bulunmaktadir.Bunlar zor entegre olan kisiler kategorisine,yani istenmeyen kisiler kategorisine konuluyor.Is bulmalari cok zor,ailelerini yanlarina getirmeleri cok zor hale getiriliyor.
Göze batan en büyük adaletsizliklerden biri; farkli maas durumu.Ayni isi yapan kisiler degisik maaslar almaktadirlar.Bu maas farkliliklari yabancilar arasinda daha da belirgindir. “Milliyete göre maas “.Yaz 2000 itibari ile Isviçre’de takriben 1 milyon yabanci uyruklu çalisan yasamaktaydi.Isviçrede çalisan nüfusun 4/1’i yabanci.Tipik yabanci isçi “40 yasin altindaki erkek isçi” karakterini çiziyor.
Gastronomi bransinda hizmet görülen her 2 is saatinin 1’ini yabancilar yerine getirmektedirler.Saglik bransinda çalisanlarin 3/1 ‘ini yabancilar olusturmaktadir.
Yabancilar arasindaki en büyük sorun “egitim ve kalifiye eleman olma” sorunudur.
Isviçrede yasayan bati ve kuzey avrupalilarin yarisi üniversite diplomasina sahiptirler.Isviçrelilerde bu oran % 25 ve güney avrupalilarda (italyan,ispanyol,portekiz) ise % 10 civarindadir.Bu oran türkiyeden gelenlerde daha da düsüktür. Kuzey ve bati avrupalilar genellikle yönetici kademesinde çalisiyorlar.EU ülkelerinden gelmeyenler isviçrelilere göre % 46 daha az maas aliyorlar.Bu kimsenin yapmak istemedigi “kötü” isleri yapan yabancilarin daha da az ücret karsiliginda yinede bu isleri yapmak zorunda kaldiklarindan kaynaklaniyor.Çünkü baska alternatifleri olmadiklari içindir.Bundan dolayi egitime,mesleki egitime çok önem verilmelidir.Birkaç sene içersinde dönecegiz hesabi yapan aile büyüklerinin,çocuklarina yaptiklari en büyük kötülük bence bu olmaktadir.Bu tutum çocuklarin da baba ve anneleri gibi zincirin en son halkasini olusturmalari anlamina geliyor.Agir ve kötü ise düsük ücret. Ama son senelerde üniversite bitiren yada üniversite ögrenimi gören türkiyelilerin sayisi gitgide artmaktadir,bu da gayet sevindirici bir gelismedir.Bu olay ailelerin kültür ve egitim seviyelerinden kaynaklanmaktadir.Isviçre’de zorunlu egitim 9 yillik-egitimdir.
Isviçre’de kim hangi partiye oy veriyor?
SVP
(Isviçre Halk Partisi, sag görüsü benimsiyor,daha çok çiftçilerin ve sag muhafazakar kesimin oy verdigi bir parti) Oy verenlerin orani: % 29 Erkekler, % 22 Kadinlar
SP
(Sosyal Demokratparti, sol görüsü benimsiyor, Merkez sol bir parti)
Oy verenlerin orani: % 22 Erkekler, % 25 Kadinlar
FDP
(Liberaller, sag görüsü benimsiyor, isverenlerin, ve zengin kesimin çikarlari dogrultusunda bir politika güdüyor) Oy verenlerin orani: % 17 Erkeler, % 14 Kadinlar
CVP
(Hristiyan Halk Partisi, Merkez sag görüslü bir parti. Orta Isviçre’de önemli oy potansiyeli var)
Oy verenlerin orani: % 13 Erkeler, % 17 Kadinlar
Grünen
(Yesiller Partisi, son yillarda en çok gelisen Parti)
Oy verenlerin orani: % 9 Erkeler, % 12 Kadinlar
Meslek gruplarina göre oy dagilim:
Vasifsiz Kalifiye Eleman Sosyal Meslek Teknik Meslek Menejerler Serbest Meslek Ciftçiler
%12. %10 %12 %10 %9 %11 %3 Digerleri
%2 %7 %17 %6 %10 %5 %0 Yesiller
%35 %31 %13 %27 %18 %32 %71 SVP
%23 %25 %38 %23 %23 %18 %9 SP
%17 %13 %9 %16 %16 %13 %8 CVP
%11 %14 %11 %18 %25 %20 %9 FDP snow

Isviçre’ye ilgin veriler…
Bugünkü Isviçre’nin temeli 1 Agustos 1292 yilinda atildi.Orta Isviçre Kantonlarindan Uri,Schwyz ve Nidwalden’in bagimsizliklarini korumalari için yaptiklari antlasma,bugünkü Konfederasyonun ilk adimi olmus oluyordu.Daha sonra sirayla diger Kantonlar bu antlasmaya dahil oldular.
Isviçre 26 Kantondan olusan federal bir devlettir.Kantonlar iç islerinde serbest ama Federal Parlamentoda’ birlesiktirler.Her Kantonun ayri bir parlamentosu ve Kanton Hükümeti vardir.Federal Hükümet 7 bakandan olusur.Bu yedi bakan Federal Parlamentodan,milletvekillerinden seçilir.Parlamento 200 üyeli milletvekili meclisinden ve 46 üyeli Senatodan olusur.Seçimler her 4 senede birdir.Isviçrenin yüzölçümü 41’293 km²,bassehri Bern’dir.Halkin % 73,5 ‘u almanca,%20,1’i fransizca, %4,5 italyanca, % 0,9’u retoromanca ve % 1’i de diger dilleri konusur.Kantonlar,alfabetik siraya göre:
Kanton: Katilis Tarihi :
Aargau 1803
Yüzölçümü 1’404 km²,merkezi Aarau ve konusulan resmi dil almanca’dir.Parlamento üyesi:200
Appenzell A.Rh 1513
Yüzölçümü 243 km²,merkezi Herisau,rsmi dili almanca’dir.Parlamento üyesi:65
Appenzell I.Rh 1513
Yüzölçümü 172 km²,merkezi Appenzell,resmi dili almanca’dir.Parlamento üyesi:46
Basel-Land 1501
Yüzölçümü 518 km²,merkezi Liestal, resmi dili almanca olup Kanton Parlamentosu 90 üyelidir.
Basel-Stadt 1501
Yüzölçümü 37 km²,merkezi Basel,resmi dili almanca,Parlamentosu 130 üyelidir.
Bern 1353
Yüzölçümü 5964 km²,merkezi Bern,resmi dilleri almanca ve fransizdadir.Parlamentosu 200 üyelidir.
Fribourg 1481
Yüzölçümü 1671 km²,merkezi Fribourg,resmi dillleri fransizca/almancadir.Parlamento üyesi 130.
Cenevre 1815
Yüzölçümü 282 km²,merkezi Cenevre,resmi dili fransizca’dir.Parlamento üyesi 100.
Glarus 1352
Yüzölçümü 685 km²,merkezi Glarus,resmi dili almancadir.Parlamentosu 80 üyelidir.
Graubünden 1803
Yüzölçümü 7106 km²,merkezi Chur,resmi dilleri almanca,retoromanca ve italyancadir.Parlamento üyesi 120.
Jura 1979
Yüzölçümü 839 km²,merkezi Delémont,resmi dil fransizca,parlamento üyesi 60.
Luzern 1332
Yüzölçümü 1492 km²,merkezi Luzern,resmi dili almancadir.Parlamento üyesi 120.
Neuchatel 1825
Yüzölçümü 796 km²,merkezi Neuchatel,resmi dili fransizca ve parlamentosu 115 üyelidir.
Nidwalden 1291
Yüzölçümü 276 km²,merkezi Stans,resmi dili almanca,parlamentosu 60 üyelidir.
Obwalden 1291
Yüzölçümü 492 km²,merkezi Sarnen,resmi dili almanca,parlamentosu 55 üyelidir.
Sankt Gallen 1803
Yüzölçümü 2012 km²,merkezi St.Gallen,resmi dili almanca,parlamentosu 180 üyelidir.
Schaffhausen 1501
Yüzölçümü 298 km²,merkezi Schaffhausen,resmi dili almanca,parlamentosu 80 üyelidir.
Schwyz 1291
Yüzölçümü 907 km²,merkezi Schwyz, resmi dili almanca,parlamentosu 100 üyelidir.
Solothurn 1481
Yüzölçümü 791 km²,merkezi Solothurn,resmi dili almanca,parlamentosu 144 üyelidir.
Ticino 1803
Yüzölçümü 2812 km²,merkezi Bellinzona,resmi dili italyanca,parlamentosu 90 üyelidir.
Thurgau 1803
Yüzölçümü 990 km², merkezi Frauenfeld, resmi dili almanca,parlamentosu 130 üyelidir.
Uri 1291
Yüzölçümü 1077 km²,merkezi Altdorf,resmi dili almanca,parlamentosu 64 üyelidir.
Waud 1803
Yüzölçümü 3219 km²,merkezi Lausanne,resmi dili fransizca,parlamentosu 180 üyelidir.
Wallis 1815
Yüzölçümü 5254 km²,merkezi Sion,resmi dili fransizca/almancadir.Parlamentosu 130 üyelidir.
Zug 1352
Yüzölçümü 240 km², merkezi Zug,resmi dili almanca, parlamentosu 80 üyelidir.
Zürich 1351
Yüzölçümü 1728 km², merkezi Zürich, resmi dili almanca,parlamentosu 180 üyelidir.
Yeni AHV Numaralari veriliyor
AHV Kartindaki degisiklikler (örnek olarak) Eski Numara Yeni Numara Ad ve Soyad Cinsiyet Dogum Tarihi
648.14.356.114 756.5152.7017.84 HANS MEYER Erkek 25.08.1914
711.03.858.113 756.6132.0550.88 ELISE PETSCH-ZUEFLE Kadin 27.11.1903
342.10.507.118 756.9613.1278.61 ANNA FISCHER-LEUTWILER Kadin 07.01.1910
AHV Kimligimi nasil okurum? AHV Numaralari ne anlama geliyor?
Isviçre’de çalisan veya çalisma müsaadesi olan herkese devlet tarafinda bir yaslilik ve emeklilik karti (AHV) verilmektedir. Gri renkli olan ve üzerinde bir takim numaralar olan bu kart gayet önemli bilgileri içermektedir. Bu kartin üzerindeki kodlarin okunmasi kart sahibi kisi hakkinda bilgileri vermektedir.
Örnegin: AHV Nr.:485.64.326.135
Bu rakamlarin okunusu söyle oluyor:
485:Alfabetik gruba göre aile adi
64:Dogum yili
326:Sifrelenmis dogum tarihi ve cinsiyet
135: 1=Bir alfabetik grupdaki ayni olan dogum tarihlerini ayirmak için kullanilir
3=Isviçre vatandaslarina verilen kod
5=Teknik kontrol rakam
Kartin üzerinde Isimin altindaki karede baska rakamlarda bulunmaktadir.Soldan saga sirayla bu rakamlar su anlama gelmektedir:
1. Sigortalinin dogum tarihi
2. Sigortalinin vatandasi oldugu ülkenin anahtar kodu 3. Sigortalinin bagli oldugu Emekli Sandigi’nin numarasi 4. Kartin hangi nedenle verildigi kod
Sigorta kartinin alt bölümünde çesitli Emekli Sandiklarinin numaralari bulunmaktadir. Telefon kitaplarinin son sayfasinda tüm isviçre’deki Emekli Sandiklarinin bir listesi bulunmaktadir. Kartinizdaki numari bu listedeki numaralarla karsilastirip hangi Emekli Sandigina bagli oldugunuzu bulabilirsiniz.Bu listeyi internette http://www.avs.admin.ch adresinde de bulabilirsiniz.

Zerdüşt Öğretisi Öncesi ve Zerdüşt Öğretisinin Aleviliğe Etkisi


meleke_tavus[1]Zerdüşt Öğretisi Öncesi ve Zerdüşt Öğretisinin Aleviliğe Etkisi
Erzincan il sınırları içinde bulunan Ağır Göl, bu bölgedeki Aleviler Kızılbaşlar için kutsal kabul edilir. Yılın beli bir zamanında bu gölü ziyaret eden bölge Alevileri göle adaklar adar kurbanlar keser, hastalar suyunda yıkanarak iyileşmeyi umut ederler. Ağır Gölün güzel de bir öyküsü vardır. Söylenceye göre yoksul bir köylü yaşlı ve işe yaramaz atıyla gölün oradan geçerken dinlenmek amacıyla mola verir. Atını bir ağaca bağlıyan köylü ağaç gölgesinde uyumaya çekilir. Tam bu sırada gölden beyaz bir aygır çıkıp atıyla çiftleşir ve tekrar gölün sularına dalarak kaybolur. Köylü hayretler içinde oradan ayrılır. Ardından köylünün atı bir zaman sonra çok güzel bir tay dünyaya getirir. Tayın güzelliği herkesi şaşırtır ve dillere destan olur. Bu tayın sırını öğrenmek isteyenler bir türlü bunu öğrenemezler. Köylü ertesi yıl tekrar aynı gün gölle gider ve bir önceki yıl olduğu gibi atını bir ağaca bağlıyarak dinlenmeye çekilir. Az sonra gölden aynı yağız aygır çıkar gelir. Ancak bu sefer köylünün atıyla çiftleşmek yerine atın yanında duran tayı da beraberinde alır ve gölün sularında kaybolup gider.

Bu söylence yöre halkı tarafından hala anlatılır. Yöre halkı bu söylenceyi anlatırken süslemekten de geri durmaz. Vurgu yapılan noktalardan en önemlisi köylünün taya sahip olmadan önce mütevazı, kendi hallinde ve iyi bir insan olmasıdır. Ancak köylü dillere destan olan taya sahip olduktan sonra değişir, kendisine verilenle yetinmeyen hırslı ve açgözlü bir insan olur. Bundan dolayı da ikinci sene tekrar aynı yere gider ve yeni bir tay sahibi olmayı ister. Köylü bu değişiminin bir sonucu olarak cezalandırılır.

Bu söylencenin tek başına bir anlamı olmadığını ve bilinen Alevilikle bir ilişkisi olmadığını görmek zor değil. Ancak bu söylencenin benzerlik gösterdiği bir başka söylence var. Bu yanıyla ilginç olan söylence diğer yandan da Kızılbaş Alevilerin inançlarının öğelerini göstermesi bakımından anlamlıdır. İslamiyet’le yakından uzaktan bir bağ kurulması olanaksız böyle onlarca olgu sıralamak mümkün.

Biz şimdi bir başka mitolojik söylenceyi aktararak iki söylence arasındaki benzerliği gözler önüne sererek devam edelim.

“Vata «Harahvati Aredvi Sure» ; yani sulara hükmeden bir tanrıyı ifade eder. Vata’nın Sanskrit karşılığı Saavatidir. Harahvati, dünyayı çevreleyen Vırukuşa denizinden çıkıp, dünyanın merkezindeki yüce bir dağdan vadilere fışkıran mitsel bir nehirdir. Bu denizden her ülkeye su taşıyan başka nehirler de kaynaklarını alırlardı. Bulutların her yıl denizden yağmur bulutları alması, Aryanlar’ın İştrya adını verdiği Sirrus yıldızının işiydi. Mitolojiye göre gökyüzünün bu en parlak yıldızı, her yıl beyaz ve çok güzel bir aygır kılığına girerek Vourukaşa’nın kıyısına iner. Fakat burada onu, kılsız siyah ve çok çirkin başka bir aygırın kılığına girmiş olan yer ifriti Apaşa karşılardı. İkisi, yani iyi ve kötü burada kıyasıya bir mücadeleye tutuşurlardı. Eğer geçmiş bir yıl boyunca insanlar Tiştrya’ya yeteri kadar tapınmış, ona kurbanlar sunmuşlarsa o güçlenir ve kötü ifriti; Apaoşa’yı yenerdi. Ama aksine bu tapınmalar ve kurbanlar savsaklanmışsa iyi ruh yenilir, kuraklık olurdu. Tiştrya’nın galip geldiği zamanlar dünyanın yedi iklim bölgesinde bereketli yağmurlar yağardı.”[1]

Uzun olan bu aktarmaları okuru sıkması pahasına buraya almak zorunda kaldık. Çünkü biri bu gün hala sürdürülen ve Kızılbaşların inançları içinde kabul gören bir söylence, diğeri ise binlerce yıl gerilerden gelen bir inancın söylencesi.

Her iki söylence arasındaki benzerlik ilk bakışta hemen görülmekte. Aradaki farklılıklarda zaman içinde oluşmuş farklılıktır. Geçmiş inançların ve söylencelerin günümüze kadar hiç değişmeden ulaşabilmesi zaten olanaksız bir olgudur. İnsanlar geçmiş inançlarını günün koşularına ve o an inandıkları ve güne damgasını vuran inançları içine aktarırken ve onun içinde eritip harmanlarken onu bire bir yaşatmak gibi bir kaygıları olamaz. O inançlar geçmişte sahip oldukları güçleri oranında bir değişikliğe uğrarlar ve böylece yeni inançlar içinde yaşamaya devam ederler. Bu bir anlamda geçmişin yaşama direnci olarak da tanımlanabilir.

M. Sırac Bilgin’den aktardığımız söylencenin bir başka Alevi Kızılbaş inancıyla da benzerlikler gösterdiğini aktarmadan geçemeyeceğiz. Bu da ; 5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan Hızır – İlyas günü ile olan benzerliğidir. “ Bu gece denizlerin ermişi İlyas’la karaların ermişi Hızır buluşacaklar. Hızırla İlyasın buluştuğu an, biri mağruptan, biri maşrıktan iki yıldız doğar, yıldızlar Hızır’la İlyas’ın buluştuğu yerin üstüne kayarak gelirler, tam Hızır’la İlyas birbirlerinin elini tutarken onlarda birleşirler, tek bir yıldız olurlar. Hızırla İlyas’ın üzerine ışık olup sağrılırlar. Hızır’la İlyas’ın el ele tutuştuğu, yıldızların gökte birleştiği an dünyada her şey durur, akar sular kırp diye oldukları yerde donmuşçasına durur kalırlar, yeller esmez, denizler dalgalanmaz, yapraklar kıpırdamaz, damarlardaki kan akmaz, kuşlar uçmaz, arıların kanatları titremez. Her şey durur, hiç, hiç bir şey kıpırdamaz. Yıldızlar akmaz, ışıklar yürümez. Dünya bir an için ölür. Sonra her şey birden uyanır, dehşet bir yaşam patlar.”[2]

Hızır’la İlyas’ın buluşacağı bu gece öncesinden Kızılbaşların adına “Hızır Orucu” dedikleri üç günlük bir oruç tutarlar. Kızılbaş inançları içinde oldukça ayrıcalıklı bir yeri olan Hızır’la İlyas’ın buluşması inancın temellerinden sayılır. Yine yaygın inanışa göre insanlar inanışlarında samimi kalmışlar ve yeteri kadar dualar ve andaçlar sunmuşlarsa tanrıya bunun karşılığında Hızır tarafında ödüllendirilirler. Bu gece su başlarına gidilir dualarla Hızır’dan bolluk ve bereket dilenir. Evlerdeki tüm yiyeceklerin üzeri açılır. Hızır’ın gelip elini değeceği yiyecekler ve gelip uğrayacağı hanelere bolluk bereket geleceğine inanılır. Genç kızlar ve oğlanlar bu gece sevdiklerini rüyalarında görürlerse her şeyin gönüllerince olacağına inanılır. Kimin ne isteği varsa bu gece dile getirilir ve Hızır’dan bu dileğin gerçekleşmesi için yardım istenir. Çocukluğumuzdan kalan anılar içinde hatırladığımız kadarıyla ev isteyenler çakıl taşlarından bir ev şekli yapıp dileklerini Hızır’a bildirirler.

Burada altını çizemeden geçemeyeceğimiz nokta: Ne Hızır’la, İlyas’ın buluşması ne de insanların Hızır’dan beklentilerini İslâm içinde kalarak açıklamanın olanağının olmadığıdır. Hızır’la İlyas olayının kendisi ve insanların beklentilerinin İslâm içinde kalarak açıklayacağımızı sağlayacak her hangi bir kanıt bulmak olanaksızdır. Ancak bütün bu uygulamalar ve anlatılanlar bölge insanlarının yukarıda andığımız Zerdüşt öncesi inançları ve söylenceleriyle büyük benzerlik içermektedir.

Aleviliğin temel felsefesini yansıttığı söylenen ” Eline, beline, diline sahip olma” anlayışı aşağıda göstereceğimiz gibi Zerdüşt inancının da temel anlayışlarından biridir.

“Bizim dinimizde yemeden bir gün geçirmek günahtır. Bizim için oruç; gözle, dille, kulakla, elle, ayakla işlenen günahlardan uzak durmaktır.”[3] Dr. M Medyalı’nın Antik Kürdistan’da Dinsel yapılanma, Zerdüşt ve Öğretisi adlı çalışmasında yer verdiği Zerdüşt öğretisinin derlendiği ve kutsal kabul edilen kitabi olan Avesta’dan yaptığı yukarıdaki aktarma Alevi inançlarının özü ile bir benzerlik göstermekte ve “eline, beline,diline sahip olma” anlayışı yanı sıra oruç konusunda Alevilerin tutumlarını da aydınlatmaktadır.

Aleviliğin özelliklede Alevi Kızılbaş inancının kaynakları arasıda olan Zerdüşt inancı elbette tek ve öncelikli kaynak değildir. Bu konuda farklı düşünceler ileri sürülmüştür. Yazar ve araştırmacıların politik tercihleri ve savundukları ideolojiler itibarıyla farklı kaynakları öne çıkardıklarını belirtip devam edelim.

Yapılan çalışmalara yol gösteren kaygılar ne olursa olsun ileri sürülen tüm savların beli oranlarda doğru olduklarını teslim etmek gerekir. Aleviliğe kaynak olan eski inanç ve kültürlerin hangileri olup olmadıkları Yaşayan Alevilik açısından pek bir değer taşımaz. Önemli olan Aleviliğin özgün olduğunu kavramak ve bu inanca mensup insanları bir yerlere mal etmeden anlamaya çalışmaktır.

Beli bir düşünceye sahip insanların objektif olmaları oldukça zordur. Aleviliğin kaynakları konusunda olanda budur. Alevi düşünce ve inançları da her düşünce ve inanç gibi kendisinden önce var edilmiş düşünce, inanç ve kültürlerden etkilenmiştir. Değişik zamanlarda değişik düşüncelerin etkisi altında kaldığı da söz konusudur. Aleviliği etkileyen kaynağı bire indirmek diğerlerini yadsımak sanırım Aleviliğe yapılacak bir haksızlıktır. Onun zenginliğini gözlerden uzak tutmak anlamına da gelebilecek bu yaklaşım hiç bir nedenle kabul edilemez. Aleviliği bir kaynaktan etkilendi göstermek, onu bir bütünmüş gibi sunmak Aleviliğe hizmet etmekten uzak bir anlayıştır. Bu tür yaklaşımlar Aleviliğe sadece zarar vermekten başka bir işe yaramazlar.

Bizim yaşadığımız ve gözlemlediğim bazı noktalar Aleviliğe özellikle Kızılbaşlara Zerdüşt öncesi bölgenin inançlarından olan bir çok inanış biçimi biraz değişerek geçmiştir. Kızılbaşların güneşe olan yaklaşımları bu alandaki en güzel örneklerden biridir. Hâlâ Dersim bölgesi insanları sabah güneşine dualar eder ve güneşin ilk ışıklarının vurduğu duvarı öperler. Dolunayın Fatma Ananın yüzüne benzetilmesi de bir başka ilginç yandır. Zerdüşt öğretisi öncesi bölge inanışlarına göre güneşin yer yüzündeki temsilcisi olan ateş de beli bir kutsallık içermektedir. Ocaktaki ateşin söndürülmemesine dikkat edilir. Ateşe su dökülmez, ateş ile ilgili dua ve bet-dualar Kızılbaşlar arasındaki en ağır dua ve bedduaları oluşturur.

“Ateşin kararsın” şeklinde tercüme edilebilecek “Adırı du sahe biyo” bet duası edilebilecek en ağır beddualardan biridir. Kızılbaş Alevilerde ateş hala kutsallığını korur. Bu bağlamda ocaklarda kullanılan, üzerine kazan, ekmek yapmak için sac konan sacayağı üç ayaklıdır. Bu sacayağının ortalıkta bırakılması gelişi güzel bir yere konması hele hele ayakları havada olacak şekilde yere bırakılması uğursuzluk kabul edilir ve bundan özenle kaçınılır. Bu sacayağının neden üç ayaklı olduğu (bunun dört ve daha fazla ayaklısına biz hiç rastlamadık) düşünülmeye değer. Bu sacayağının kutsala yakın değerinin üç sayısıyla bir ilişkisi olduğunu düşünmek sanırım yanlış olamaz. Alevilerdeki Allah, Muhammet, Ali üçlemesinin kaynağı hakkında da bize bir düşünce vermektedir bu.

Üçle ilgili inanışlar bölgede oldukça yaygındır. “Eski Aryanlar urvanın, yani ruhun ölmezliğine inanırlardı. Ölümden sonra yeni bir hayat başlardı. Fakat urvan ayrıldığı cesedi üç gün terk etmezdi, ki bu üç gün, onların ahretle ilgili inançlarına bakılırsa çok önemli bir süredir.”[4]

Yine üçlü inanışa bir örnek olabilecek bir başka olayda Zerdüşt’ün doğumunu anlatan söylencedir. “Zerathustracılar’un inançlarına göre peygamberlerinin doğumu da üç mucize gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi dünyanın kuruluşu daha henüz tamamlanmadan, yani iyi ile kötü birbirinden ayrı olarak yaşarken ve Ahura Mazda sadece parlak ışıkların bulunduğu makamındayken oradan çıkan şeref dolu ilahi ışıltıdır. Bu ışıltının halesi, daha sonra büyük insanı doğuracak olan Dughdova’ya ulaşmıştı. Bu ışıltı doğuma kadar Dughdova’nın başında bir hale gibi duracaktı. İkinci mucize element, koruyucu ruh idi, ki Vohu Menah tarafından gökyüzünden taşınarak yere indirilmiş ve bir adam boyundaki bir Homa çalısının içine konmuştu. Bu bitki yavruları daima yılan tarafından yenmekte olan bir kuşun yuvasının içinde boy vermiş ve bundan böyle kuşun yavrularını yılandan korumuştu. Homanın içindeki koruyucu ruh Pouyuşasapa, Dughdova ile evlendikten sonra baş melek tarafından bu çalıdan geri alındı. Bu kutsanmış çalı, daha sonra Pouruşasapa’ya malum olan iki melek tarafından Dughdova’ya iletilmesi amacıyla bir asa şeklinde verildi. Dughdova bu asayı doğuma kadar yanından ayırmayacaktı. Bu koruyucu ruh, Dughdova’nın Kutsal Bebek’ini şeytani güçlerin saldırısından koruyacaktı. Üçüncü mucizevi element, büyük insanın Maddi Özü idi. Sütün elementlerinden oluşan bu Öz, su ve bitkiler vasıtasıyla veya baş melekler Xurdar ve Murdat vasıtasıyla peygamberlerin ebeveynlerine intikal etti. Tüm bu mucizevi üçlü, yani: ilahi şeref, koruyucu ruh ve Maddi Öz bir bütünlük oluşturdu ve Peygamberleri Şeytani güçlerden koruyarak dünyayı gelememesini sağladı.”[5]

Bu uzun aktarmaların üçlü inançlara örnek olmasından başka, şimdi sözünü edeceklerimiz olgular için de gerekiyordu. Yoksa okuru sıkmak gibi bir niyetimiz elbette ki yoktu. Bizim yaşadığımız ve gözlemlediğimiz bazı gerçeklere geçmeden Dersim de çok yaygın olarak kullanılan bir öz değişi buraya aktarmak istiyoruz. Dersimliler “Uçan kuş dahi korunmak için varıp bir çalıya sığınır !” derler. Bu özdeyişin kendisi yukarıya aldığımız alıntıda ki olayın özlü anlatımından başka bir şey değildir.

Buradan hemen Alevi Kızılbaş Dedelerinin elinde taşıdıkları Asanın, Pouruşasapa’ya malum olan iki melek tarafından Dughdova’ya iletilmesi amacıyla kutsanmış çalı Homa’nın asa şeklinde verilmesinden başka bir şey olmadığını düşünüyoruz.

Eskiden tanık olduğumuz bir olayda Kızılbaş Dedelerinin Şilan ( Kızılcık) çalılığından yaptıkları bir çember içinden çocukları geçirmeleridir. Böylece onları başlarına gelebilecek kötülüklerden hastalık ve kazalardan korumaya çalışılırdı. Mitolojik Homa çalılığının bu çalılık olup olmayacağı konusunda elimizde hiç bir veri yok ama bu benzerliklerin yinede şaşırtıcı olduğunu hemen söylemek gerekir.

Her Kızılbaş köyünde kutsal olan bir çalılığın olduğu bununda genelde Şilan olduğunu da biliyoruz. Kızılbaşlar bu çalılıklara işenmesini, pislik atılmasını iyi karşılamazlar. Rahatsız olan çocuklar için ip bağlayan Dedelerin çocukların rahatsızlıklarını çoğu zaman çalılığa işediğine yorduklarına tanık olduk.

Homa hala Dersim Kızılbaşları arasında bir tanrı olarak anlam farklılığı geçirmişte olsa yaşamakta. “Kürtçe’nin Zazaki lehçesinde “Allah” yerine kullanılıyor. Halk hala “Homa seni korusun” (Homa twı pawu) “Homa bilir” ( Homa zono) “Homa büyüktür” (Homa pilo), “Homa seni alsın” (Homa twi bigyor) gibi”[6] söylemlerle yaşatmaya devam ediyor.

Havayı temsil eden rüzgar tanrısı Vayu olarak adlandırılırdı ki bugün Zazaca aynı şekilliye hala mevcuttur. Tanrısallığı pek kalmamakla birlikte Kızılbaşlar arasında hala saygın bir yeri vardır. Harmanda samanla taneleri ayırmak içinde olsa onun gücüne gereksinim duyarlar. Ancak geçmişte ki gücü sanırız bununla sınırlı değildi.

Suların tanrısı Tistry. “Batı ve Bilim dünyası bu yıldıza Sirius olarak tanır. O Grekler’in “Köpek Yıldızı”, Mısırlılar’ın “İsis’ın Ruhu” dedikleri yıldızdır. Zaza Kürtleri “Astaré Payızi”[7] der ve çok saygı gösterirler” Suların Alevi Kızılbaş inançlarında etkin bir önemi olduğunu söylemeye dahi gerek yok. Bunu zaten çalışmamızın içinde verdik. (5 mayısı 6 mayısa bağlayan gece Hızır ila İlyasın buluşmasını anımsayın )

Bütün bu ve buna benzer bir çok benzerlik bize Kızılbaşların Zerdüşttan daha çok Zerdüşt öncesi bölgenin hakim inanışlarından etkilendiğini ve bu etkiyi bir şekilde bugünkü inançları içinde erittiklerini göstermekte.

——————————————————————————–

[1] Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim, M. Sıraç Bilgin, sf. 28-29

[2] Yaşar Kemal Binboğalar Efsanesi. Sf. 15-16

[3] Antik Kürdistanda Dinsel Yapılanma Zerduşt ve Öğretisi, Dr.A Medyalı sf 30 (Sed Dar, 1xxxiii)

[4] Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim, M. Sıraç Bilgin, sf. 33

[5] Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim, M. Sıraç Bilgin, sf. 46

[6] Proto-Kürt Bir Peygamber Zerduşt, M. Sıraç Bilgin sf. 26

[7] Proto-Kürt Bir Peygamber Zerduşt, M. Sıraç Bilgin sf. 26

Kaynak:
A Sirac Kekuyon

Kürt sorununda kadın boyutu


Kurdish-lady

Radikal/Oral Çalışlar

Kürtlerin yaşadığı topraklardaki sorunları sıralamaya başladığımızda bu sıralamada en önemli konulardan birisinin kadın sorunu olduğunu görürüz. Kız çocuklarının erken yaşlarda evlendirilmesi, berdel, töre cinayeti, erkeklerin çok kadınla evlenmesi, bu yörenin en büyük acıları arasında sayılabilir. Yoksulluğun, savaşın acısını da en çok kadınların çektiğini biliyoruz.
Son yıllarda Kürtlerin yoğunlaştığı bölgelerde büyük bir değişim yaşandığı da ayrı bir gerçek. Güneydoğu’da ‘düşük yoğunluklu savaş’ın neden olduğu büyük altüst oluş, büyük dramlar ‘Kürt rönesansı’ adını verebileceğimiz değişimi de beraberinde getirdi. Bu bölgede hiçbir şey eskisi gibi değil. Bu ‘Rönesans’ın en önemli boyutunun kadınlar olduğuna şüphe yok. Kadınların ‘var olmak’ için attığı büyük adımlar, yöredeki kültürel, sosyal, toplumsal değişimin en önemli sonuçlarından birisi olarak adlandırılabilir.
Türkiye’nin en çok kadın belediye başkanının olduğu yöreler Kürtlerin yaşadığı bölgelerdir. 29 Mart seçimlerinde DTP’de kadınlar bir il 13 ilçe belediye başkanlığını kazandılar. Yine DTP’deki kural gereği erkeklerin başkan seçildiği belediyelerde yardımcıları mutlaka kadınlardan oluyor.
Bu rakamları ne önemi var diye sorarsanız, Türkiye çapında yüzlerce belediye başkanı olan AK Parti’nin kadın belediye başkan sayısı üç, CHP’nin de iki. MHP’nin ise hiç yok. DTP’deki kadın ağırlığının ortaya koyduğu rakamlar, bu bölgedeki geleneksel kültür düşünüldüğünde iyice anlamlı hale geliyor.
***
Kürtlerin yaşadığı bölgelerde kadınlar hamlelerini belediye başkanlığı ve parti yöneticiliğiyle sınırlı tutmadılar. Birçok sivil toplum kuruluşu içinde de kadınlar önemli bir ağırlık oluşturuyorlar. Ülkemizin en etkili sivil toplum örgütlerinden KAMER (Kadın Merkezi) de asıl olarak Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde merkezileşmiş durumda. KAMER Başkanı Nebahat Akkoç, bağımsız kişiliği, örgütleme yeteneği, bölge kadınlara kazandırdığı olanaklarla bu yöreden sivrilen birçok kadından birisi olarak dikkat çekiyor.
Bu büyük değişim, son olarak DTP’li belediyelerin yaptığı toplu sözleşmelerde de etkisini gösterdi. DTP’li birçok belediye yaptıkları yeni toplu sözleşmelerde kadın konusunda çok ileri sayılacak kararlara imza attılar.
Diyarbakır’ın merkez belediyesi olan Yenişehir Belediyesi ile Belediye-İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği yeni toplu sözleşmede, ‘evli olmasına rağmen ikinci evlilik yapan’ erkeğin maaşının, ilk eşe bağlanması kararlaştırıldı. Ayrıca eşine ve çocuklarına şiddet uygulayanların maaşları da eşe verilecek. Bir dikkat çekici durum da, ortalama yüzde 14 zam öngören sözleşmeye, erkek işçilerden hiçbir ‘tepki’ gelmemiş olması. İstifa eden bir çalışanın sosyal alacakları da, eşinin rızası olmadan kendisine verilmeyecek.
Aynı şekilde, Adana’nın Küçükdikili Beldesi’nin DTP’li Belediyesi ile DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası arasında imzalanan toplu sözleşmeye, ‘Eş ve çocuklarına karşı yükümlülüklerini yerine getirmeyen, şiddet uygulayan işçinin ücretinin yüzde 50’si eşe ödenir’ ve ‘Resmi nikâhsız yaşadığı belirlenen işçinin iş akdi, ihbar tazminatı ödenmeksizin feshedilir’ hükmü kondu.
Şanlıurfa’nın DTP’li Viranşehir Belediyesi ile yine Genel-İş arasındaki toplu iş sözleşmesine de, ‘eşine şiddet uygulayan işçinin yarım maaşı mağdur kadına verilir’ maddesi eklendi. Belediye-İş’in Bismil Belediyesi ile imzaladığı toplusözleşmede de, kız çocuğunu okutmayanların maaşlarının eşlerine verilmesi ve ailesine şiddet uygulayanın maaşlarının eşlerine verilmesi karar altına alındı.
***
Bunlar, uzaktan bakıldığında fantezi gibi görünebilir. ‘Biz Kürtleri biliriz, asıl feodal ilişki onların temsil ettiği kültürde bulunuyor. Öyle söylediklerine, öyle kararlar aldıklarına bakmayın, oralar, en erkek anlayışın egemen olduğu yerlerdir’ diyenlerin ne kadar çok olduğu biliyorum.
Bir taraftan baktığınızda haklı sayılabilecek bu değerlendirmeler, Kürt kimliği temelli siyasi akımın yaşadığı büyük değişimi anlamaya ve açıklamaya yetmiyor. Kürtler, köklü bir değişim yaşıyorlar. Milyonlarcası yerlerinden yurtlarından oldular. Dindarlıkla, kendi milli kimlikleri arasında oluşan benzerlik ve farklılıklarla yeni bir kültürel oluşumun parçası haline geldiler.
Kürt kimliği temelli siyasi hareket, asıl niteliği milli olan bir hareket. Milli hareket Kürtler için bir ilerleme ve modernleşme atılımı anlamına geliyor.
Nasıl 20. yüzyılın başında Türkler böyle bir atılımı yaptıysalar, Kürtler de geç kalmış bir milli kimlik oluşturma sürecinden geçiyorlar.
Bu bir değişim ve sıçrama anlamına geliyor aynı zamanda. Bu değişimin en önemli unsurlarından birisinin kadınlar olması kaçınılmazdı. Evlerine kapalı, erkek egemen kültürün ağırlığı altında yaşayan kadınlar, göçler, savaş, siyasi mücadelenin etkisiyle sahneye çıktılar. Bu nedenle tüm Türkiye’ye göre daha etkili bir kadın kimliği ortaya çıkıyor. Ülkemizdeki modernleşme açısından da bu olgu, çok olumlu sonuçlar yaratıyor. Yaratmaya

Zat-ı Şahane’nin kadını


Harem[2]Zat-ı Şahane’nin kadını

Benisa Erdem

Tarih: 26 Haziran 2009 Cuma

Olaylar, zamanın derinliklerine ne kadar gömülürse gömülsün, bellek ve bilinçaltı o derinliklerde unutmak istediğiniz her şeyi canlı tutuyor.

Geçmişin hatırası olmasaydı, değişimin pek farkına varmazdı insan. Bu sözü hep sevmişimdir, ayrıca, içimizdeki bilinmeyene doğru yol alırken, içgüdüsel ve özgür bir zihinle, geçmişle bu günü kurgulayıp, çarpıştırmak misali…

Evimin duvarında asılı duran, yaldızlı Osmanlı işlemeli oval aynanın önüne her geçişimde, ayna bana hep sağda, solda duyduğumuz ya da okuduğumuz gibi, zengin ihtişamıyla Padişahların hareminde ki esir düşmüş yüzlerce kızları, kadınları anımsatır dururdu…

Bu gece farklı bir şey olmuştu . Akla hayale gelmeyecek büyülü bir dünya açılmıştı gözlerimin önünde . Özel ilgi duyduğum, haremin gizemli ve merak uyandıran atmosferinden canlanan görüntülerdi gördüğüm . İhtişamlı parıltılarla, haremden olduğunu sandığım kadın portresinin, bana söyediği ilk söz

– Siz kiminle konuştuğunuzu biliyormusunuz, karşınızda Zat-ı şahane nin kadını bulunmakta.

Dünyada öyle yüzler vardır ki, insan bir türlü sen diye hitap edemez ve delice bakışı kanımı dondururken; Osmanlı imparatorluğunun düştüğü bataklıktan çıkamayarak yaşadığı son dönemin sefaletini de, kısaca zihnimden geçiriyordum. Nasıl bir zevk, nasıl bir acıydı, yalnızca bir dakika süren düşüncemden sıyrılıp tekrar aynaya döndüm.

Portrenin arka kısmından görebildiğim kadarı ile, duvar diplerinde kedi gibi sürtünen, inleyen kadınlar kızlar var dı.

Sizin süretinizde, korkuyu, hüznü görüyorum, dedim.
Bana cevap verdi:

-Haklısın, tıpkı enkazların yuvarladığı çatlaklardan çıkan, rüzgarların uğultusuna benziyor sesimiz, içimizden dua bile edemiyoruz, ne bulduysak onunla yetinmeye çalışıyoruz . Görüyorsun deği lmi? bize hapis hayatı yaşatıyorlar. Bizim suçumuz gunahımız ne? Az önce çapulcu kopuk takımı saraya saldırdı, yağmaladılar, değerli buldukları her şeyi alıp götürdüler. Hem adın ne senin? Tanıtmadın kendini.

Altı yüz yıldan fazla, bu topraklarda hüküm sürmüş bir neslin son mensuplarından, Osmanlı hanedanlarının sürgüne gönderildiği günlerden, Cumhuriyetin ilanından sonra kalan eşlerinden birinin 10 mart 1924 Salı günü akşamı hapis hayatı yaşadığı, fer-iye sarayından haremin son günlerinin soğuk ve karanlık bir köşesinden, çıkmışlardı karşıma.

Kendisin canını sıkmamın yanısıra , tam olarak ne cevap verdim bilmiyordum. Ama aramızda kurduğumuz iletişime güvenerek, son dönemlerini ne yaşadıklarını ,kendilerine ne olduğu hakında merakımı gidermek amacıyla, sorularıma cevap alıyordum. Osmanlı İmparatorluğu, benim için hep bir giz oldu, diyebilirim. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu tarihi, değişen dünyayı anlamadan anlaşılacak gibi değildi ve bunun yanı sıra da, tarihçilerin bu güne dek yeterli anlatıkları söylenemezdi, o nedenle 1922 yılında saltanatın, 1924 yılında ise halifeliğin kaldırılmasının ardından, Osmanlı sarayındaki varlığını korumakta olan, Harem mensubu bir kadının, dramatik sonunun yanı sıra, kendisine hayat veren Sultan II Abdulhamit i, bir pınar gibi parlayarak, bana anlatışını ilgiyle dinliyordum.

Sultan II Abdulhamit , sürgüne gönderildiğinde, eşlerinden bazılarını da yanın da götürdü. Öldükten sonra tekrar buraya döndüler. Hala buradalar bilirsin, küçük kızlara olan düşkünlüğünü, bu gördüğün Behice hanım. II Abdulhamitin son eşlerinden, dedesi yaşındaydı. 17 yaşındaki Behice hanımı görünce çok beğenir, kararını şu tarafta oturan, Müşfika kadınefendiye iletir. Müşfika kadınefendi, kendisine ortak olacak cariyeye (Behice hanım )gönülsüzce gidip, Padişahın arzusunu küçük kıza iletir. Zavalı genç kız ne yapacağını şaşırır, ağlamaklı gözlerle bakarak, Muşfika kadınefendiye:

-Ben Padişahınızla evlenemem”, yaşım çok küçük, hem ben annemi, babamı, özledim onları isterim der.

Bu yanıtı, kabul etmeyen Sultan’a da, aynı şekilde yalvarır. “ Sen ancak babam olabilirsin demiş,” ancak sonuçta evlenmiş. Ama asıl bilmen gereken , Sultan II Abdulhamit dönemin de, Harem cariyerlerle doluydu, koşular değişip, dışarıdan cariyeler in getirilmesi güçleşince, İstanbul ve çevresinde kız bulunması yoluna gidildi. Sonrası malum, bu gördüğün ayakta duran, Naciye Hanım. sürgünden yeni döndü. Burada yaşamıyor, bizi ziyerete gelmiş. Zaten Haremdeki kadınlarının bir çoğu kapıya konuldu. Bir kısmıda da burada;

– Arkan da, pencerenin önün de oturmuş ağlayan kim? yanındakiler de çok güzel ve gençler;

– Sultan V.Mehmet Reşad ın eşleri; Tahta çıktığın da altmışbeş yaşındaydı. Ağabeyi Sultan II Abdulhamit in kardeşi olurlar. Ayrıca II Abdulhamit, Sultan Reşat ı sürekli takip etirirdi ve gözleri mavi diye de, nazarından korkardı. Korktuğu için de onunla hiç görüşmezdi. Sultan Reşad iyi niyetli , yumuşak karakterli bir padişahtır. Bu sözüyle de tarihe geçti. “Bizde fukara olduk bulgur yiyoruz, olmuştur”.

-Yüzlerce hizmetkar, onlara ne oldu?

Çoğu ailesine akrabalarına sığındı. Yaşlı olanları ise, zabitler tarafından kapının önüne konuldu. Bir kısmı hala burada, bize hizmetlerini sürdüyorlar.-
-Salına salına yürüyen, çevresinde hizmetkarları olan Harem ağası mı?
-Evet, istiyerek bizimle kalanlar. Daha doğrusu gidecek yeri olmayan Harem ağaları, bazen sırrakadem basarlar. Musandıraya çıkmıştır deriz ,biliriz nerde olduklarını. Musandıraya çıkmak, Haremağalarına özgü ilginç bir adettir. Şöyle anlatayım, Haremağası kendisini yirmidört saat odaya kilitler, hapseder yani, başına gelenlerden dolayı ağlayıp sızlarmı, kafasını mı dinler, kendilerini rahatlatırlar mı, bilinmez Ama kimse onları arayıp sormaz, rahatsız etmez Odasından çıkan haremağası, hizmetindeki hanımlara, boyunlarında mavi kurdela bağlı birer hindi hediye gönderir. Bu da adetendir.

Bu ağalar çok uzak yerlerden ve mühtelif vasıtalarla saraya getirildiler. Bir ağanın tahsiline ve terbiyesine çok itina edilirdi. Bu şekilde aheste, aheste yürümeleri, nazik olmaları ve çok iyi sır saklamarı aldıkları eğitimden dir. Bir çoğu, bedenlerinin ve yüreklerinin erkek olduğunu hissederek yaşar . Dunyanın en seçkin ve güzel kızların bulunduğu bir dünyada, Haremde birlikte yaşayıp, aynı havayı solumak, onlara aşık olmak, coğunun verem hastalığına yakalanarak ölmesine neden oldu, Kısacası özgür bırakıldılar. Bir kısmı aşk yaşadıkları cariyeleri de yanlarına alıp gittiler. Evlenenlerin de olduğu söylenir.

Ayrıca Osmanlı imparatorluğun en kara bahtlı Padişahının, Vahideddin efendi olduğunu biliyor muydun? İstanbulu terkedince, kadınları devrik Padişahı hiç yalnız bırakmadılar. Hepsi onunla birlikte sürgündeydiler.İtalya da, parasızlık yüzünden yaşamları çekilmez hale gelmiş. Manava, kasaba, devlete, borçları birikmiş elektirikleri bile kesilmiş.

-Aklın nerede senin ; beni dinlemiyorsun.,

Neyse, taş ve çimin arasında, sıkışmış yüreğimin, bu saaten sonra senin çok işine yarayacağını düşünmüyorum zaten. Son olarak söyleyebileceğim tek şey, çaresizlikten daha tadsız bir şeyin olmadığıdır.

– Haklısınız biliyorum, insanın soluğunu kesiyor sanki…

Benisa Erdem
benisaadet@hotmail.com

2009 Luzerner mit Fest der Superlative



Luzerner mit Fest der Superlative
Obwohl das Wetter anfangs nicht ganz mitspielte, wurde das erste Luzerner Fest ein Erfolg. Auch die Musik liess viele Herzen höher schlagen.
Am Samstag ging das erste Luzerner Fest über die Bühne. Weil man das Altstadt- und das Seenachtsfest zusammen legte, wurden sehr viel mehr Besucher erwartet. «Wir rechnen mit 100 000 Fest besuchern», sagte OK-Präsident Rainer Jöhl vor dem Fest. Schliesslich kamen weit über die erwartete Zahl.

OK-Präsident Rainer Jöhl zeigte sich beeindruckt: «Die vielen Helfer und Festbesucher sind ein eindrückliches Bild» Die Stimmung sei vom ersten Moment an super gewesen. «Es ist einfach wunderbar»,

TÜRKLERIN ATASI ATILLA VE BARBARLIKLARI


Dıgıdık dıgıdık uygarlık*
Avrupalı takımın toplumsal belleğine ‘Türk’ kavramıyla ilgili ilk olumsuz imge, Atilla’nın çapulcu ordularıyla karşılaştıkları 450’li yıllarda düşmüştür. Şimdi bu sözler üzerine, bu satırların yazarına nefretle karışık bir tutku besleyen MM, yani Mürteci Milliyetçi kesimin internet yoluyla yağdıracağı mesajları görür gibiyim: “Vay, ulu hakan Atilla’ya sen nasıl çapulcu dersin!” diye naralanacaklar. Oysa Atilla, günümüz babalarının beslediği çapulcu çetelerinden birkaç kat daha fazla adam besleyen, büyücek bir mafya babasıydı, o kadar. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”, düsturundan hareket edersek, tarihte Atilla’nın ordularıyla yaptıkları ile Alaattin Çakıcı’nın, Kürşat Yılmaz’ın, Dündar Kılıç ya da herhangi bir mafya babasının faaliyeti arasında yalnızca çap farkı görürüz.

Nedir Atilla’nın becerileri? Şimdiki Macaristan’da barbar kral Rugas’ın yerine geçer geçmez, ilk işi rakibi ve kardeşi Bleda’yı temizlemek olmuştur. Çevresine topladığı çapulcu ordularıyla Balkanlar’a saldırmış, haraç veren kentlere dokunmayıp, haraç vermeyi kabul etmeyen ülkeleri yağmalamıştır. Örneğin 2. Theodose’dan iki kez haraç alıp, Bizans’a ilişmemiştir. Fransa’da Metz kentini yağmalamış, haraç ödeyen Troyes kentini rahat bırakmıştır. İtalya’da Aquilleo, Milano, Podova bölgelerini talan edip, Papa Birinci Leon’un verdiği haracı cebe atınca, Macaristan’daki inine dönmüş, döner dönmez ölmüş, öldükten hemen sonra da kurduğu sözümona imparatorluk darmaduman olmuştur. Yasalar mı yazdırmıştır Atilla? Saraylar mı yaptırmıştır? Kayıtlı kuyutlu, gelenekli görenekli devlet falan mı kurmaya çalışmıştır? Yok canım. Vergi bile toplamamıştır. Çapulcu ordularıyla ayakta tuttuğu ekonomi sistemi, BAŞKASININ KURDUĞU sistemden haraç, başkasının uygarlığını yağma ve birikimini talana dayalıdır. Bizdeki mafya babalarının bir ‘Milli Cürüm Federasyonu’ çatısı altında birleştiğini düşünün, işte öyle bir şeydir Atilla’nın haraç imparatorluğu.

Atilla, bir Hun mafyası imparatorudur. Ancak bizim kitaplar, Atilla’nın Hunların başına geçmiş bir Türk olduğunu yazarlar övünerek. Batılılar mı çıkarmıştır da biz onlardan mı ithal etmişizdir Atilla’nın Türklüğünü, yoksa biz mi sahip çıkarak inandırmışızdır Batı’yı, Atilla’nın Hunları yöneten bir Türk olduğuna, bilmiyorum doğrusu. Bildiğim ve emin olduğum tek gerçek, her Batılı’nın bilinçaltında, Türk sözünün önce Atilla’yı çağrıştırdığıdır. Atilla deyince de Avrupa’yı kasıp kavuran, yangın yerine çeviren bir yağmacı barbarı anımsarlar. Zaten bizim Türkiye’de yaşayan ve Orta Asya’daki etnik kökenleriyle ilgisi alakası olmayan Türk milletinin, niçin ve ısrarla, ne kadar çekik gözlü Moğol, Hun vb. varsa hepsini atalarımız diye bağrına basmasını, yakıp yıkmaktan oluşan tarihlerine sahip çıkmasını, övünmesini ve onun bunun malını iç etmekten oluşan cengaverlik becerileriyle böbürlenmesini asla anlayamayacağım. Aslında anlıyorum da, ‘insan’ olarak kabullenemiyorum anladıklarımı. Yoksa aynı Türkiye, bugünün çetecilerine, çapulcularına, mafyacılarına ve katillerine de ‘Türkiye seninle gurur duyuyor!’ diye bağırıyor. Değişen bir parametre yok, dünden bugüne. Bu parametrelere ters düşen ve aykırı kalanlar, aslında böylesine açık seçik bir sürüngenliğe hâlâ hayret eden bizleriz, yani bir avuç düşüngen insan.

Şimdi bayram değil seyran değil, eh, Şeker Bayramı da bitti, niye bizim MGK, durup dururken Atilla’yı öptü, diyeceksiniz. Daha öpmedim. Yarını bekleyin.

Mine.G.Kirikkanat

QESMER TRT 6/Senin Kürtçe’ne kurban olmişkır Gülo!!!


AMED – – TRT Şeş’i izliyormusunuz? Hani Kürtlerin gözünü boyamak için yerel seçimler öncesinde AKP iktidarınca alelacele altyapısı ve yasal dayanağı olmadan yayına sunulan, Kürtçe konuşanların, seçim çalışması yapanların, yakınlarıyla cezaevinde Kürtçe konuştukları için cezalandırılan yada yargılananların olduğu bir ülkede, devletin resmi kanalında 24 saat yayın yapan TRT Şeş.d5ee521d-1

Kanalın ismi ve içeriği Kürtçe ama Kürtçe demeye bin şahit ister. Hele bir de özellikle Siverek’li Güler Işık’ın “Dengê Roni” programını izlediğinizde.

Kürtçe Kürtçe olalı, Türkçe Türkçe olalı ne böyle bir zulüm görmüş, ne bu derece bozulmamıştır inanın.

Gülmek, saçınızı başınızı yolmak için bu programı mutlaka izleyin, kahvaltıda, öğle yemeğinde bir de yatarken.

Dengê Roni programının gece yarısı tekrarı da var unutmayın.

Programda yemek tarifleri, biçki-nakış püf noktaları, makyaj tekniklerinin yanısıra, “keşfedilmemiş cevher” sanatçıları da görmeniz mümkün.

Hele yemek tarifleri, yapılışları evlere şenlik. Ne yemeği yapan, ne programı sunanın dilinden bir şey anlayabiliyorsunuz. Ama anlamasanız bile ister Türk olun, ister Kürt olun gülme garanti…

Bir “Tirşik” yada “Meftune” tarifini izlerken, “Tuz atmişkır”, “Şiv pır sıcax olmış buye”, “Lezzeta wi çok baş buye” diyaoglarına rastlarsınız.

Komedi filmlerini izlemenize gerek yok. TRT Şeş’in karşısına kurulun yeter…

Gülo’nun yemek tarifi, biçki-nakış püf noktası, sağlık, makyaj tekniklerindeki “Anlamişkır”, “Uygulama yapmişkır” , “Rahatlamişbuye”, sözleri de cabası.

Hele bir de Kürtlerin çok merak ettiği ve hayatlarının her anında mutlak unutmamaları gerektiği ve de uyguladığı “Biyoenerji” ve “Akupunktur” tedavileri ve ekrana çıkartılan Tarzanca konuşan “uzman”ların Kürtlere önerileri…

Herşeyimiz tamam da, biyoenerji ve akupunktumuz eksikti.

Çepik, zepik. Çepikê mezin demekten başka bir şey gelmiyor akla inanın…

TRT Şeş’te bir ara yine çok bilmiş “Kürt cevherlerinden” birini çıkarmışlardı, Kırmızı Şapkam yani “Kumma mina Sor” diyeceğine, “Kunamina Sor” demişti.

ANF NEWS AGENCY

Kenan Evren intihar edecekmiş, et kardeşim, geç bile kaldın!


30548
Hadi ÖZIŞIK
hadi.ozisik@internethaber.com
Kenan Evren intihar edecekmiş, et kardeşim, geç bile kaldın!
26 Haziran 2009 Cuma
Kenan Evren, “Yargıılanırsam intihar ederim” diyor Ertuğrul Özkök’e… 12 Eylül komutanlarının yargılanmasını önleyen Anayasa’nın 15. maddesine sarılıyor Paşa…

Diyor ki:

-Halk yüzde 92 gibi rekor bir sayı ile bizim hazırladığımız Anayasa’ya oy verdi. Darbecilerin yargılanmasını engelleyen 15. madde de oylandı. Halka gidelim, halk yargılanmamıza karar verirse, ben yargılanmadan intihar ederim.

Valla hiç umurumda değil Evren’in intihar edecek olması!

Paşa, haklı olabilir o dönemde kardeş kardeşi boğazlıyordu. İnsanlar sokağa çıkamıyordu. Sokaklar kan gölüydü. Ama bu kargaşa, bir gecede bitti. Nasıl oldu bu? Türkiye’yi karıştıran o günlerin bitebilmesi için askere ihtiyaç var idiyse, asker neden bekledi, niçin müdahale etmedi. Kenan Evren, “Şartların oluşması için bekledik” dedi, hangi şartlardı bunlar…

Paşa intihar edecekmiş!

Etsin!

12 Eylül’de cezaevinde gerçekleşen işkenceleri hatırlasın Paşa ve hiç beklemeden o günlerin utancıyla intihar etsin! Kürt diye başı bok kovasının içine sokulan insanların cezaevi çıkışından sonra canına kıymasını hatırlasın ve yargılamayı beklemeden intihar etsin Evren Paşa.

Geç bile kaldı!

Türkçe bilmiyor diye, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan insanların Kürtçe konuşmasını yasaklayan, bu güzelim ülkeyi onlara dar eden, sonra da başımıza terör belasının sarılmasına neden olan Evren Paşa, çok bile bekledi. Şimdiye kadar intihar etmesi gerekiyordu. O’nun dönemindeki işkence izleri hala sürüyor. İnsanlar, kör ve sakat. İnsan dışkısı yiyen insanlar utanç içinde.

Terörü sonlandırmış hazret… Terörü sonlandırırken başka bir terörün öncüsü oldu. Masum insanlar sorgu sual edilmeden asıldılar. “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek övündü bu zat-ı muhterem. Şimdi halkın kendisini aklamasını bekliyor. Ve intihardan söz ediyor.

Hiçbir şey ama hiçbir şey, Evren’in açtığı yaraları kapatamaz. O yüzden Kenan Evren’in yargılanması veya intiharı bu saatten sonra işe yaramaz. CHP doğru yolda. Keşke olsa, keşke 12 Eylül’de çanımıza ot tıkayan, başımızı bok kovasına sokan bu zihniyet yargılansa. O kapı açılsın yeter ki… Kenan Evren’in intihar etmesi umurumda bile değil!

Michael Jackson hayatını kaybetti


michael43HABER MERKEZİ – Pop müziğinin gelmiş geçmiş en önemli ve aynı zamanda en tartışmalı isimlerinden Michael Jackson geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.

Los Angeles Times gazetesi ve AP’nin geçtiği habere göre 50 yaşındaki şarkıcı Los Angeles’taki evinde geçirdiği kalp krizi sonucunda kaldırıldığı hastanede öldü.

Rengini değiştirmesiyle ve son yıllarda dibe vuran yaşamıyla adından söz ettiren 50 yaşındaki starın hayranları UCLA hastanesinin önüne toplanmaya başladı.

Uzun süredir sahnelerden uzak olan Jackson, önümüzdeki ay Londra’da vereceği bir dizi konserle sahnelere geri dönmeyi planlıyordu.

Hayatı boyunca 13 Grammy ödülü alan şarkıcının, toplam albüm satışlarının şimdiye kadar 750 milyonu bulduğu tahmin ediliyor.

2005 yılında çocuk tacizi suçlamasıyla yargılanıp, beraat ettikten sonra inzivaya çekilen ünlü şarkıcının sağlığı konusundaki endişeler uzun süredir dile getiriliyordu.

29 Ağustos 1958’de ABD’nin Indiana eyaletinin Gary kasabasında doğan Michael Jackson, 9 çocuklu bir ailenin 7. çocuğu idi.

4 erkek kardeşi ile birlikte ilk kez sahneye çıktığında Michael 6 yaşındaydı. Girdikleri yetenek yarışmasından birincilikle çıkan Jackson kardeşler bir anda çok satan bir grup haline geldi.

Michael Jackson ilk solo albümünü 1972’de çıkardı ve 1982’de çıkardığı “Thriller” albümü ile şöhretin zirvesine ulaştı. ABD’de 21 milyon satan albüm, dünya çapında da en az 27 milyonluk satışa ulaştı.

ANF NEWS AGENCY