Cumhuriyetın 100. Yılında Nefesler Açlik Kokuyor



Cumhuriyetın 100. Yılında Nefesler Açlik Kokuyor

Katliyamlariyla suçlu akıttığı kanlarla kirli Cumhuriyetin 100. yılı CHP nin yaptığı bir sirk gösterisiyle kutlanmaya başlandi.Akşamsa TV de ilk bir kac dakika izlemeye tahamül ettiğım boğaz gösterisi vardi.Çakma taklit olan boğaz kutlamasi dışı gösterişli özü taklit çakma olan adi Çin malina benziyordu.
Türk mali olan adi çakma cumhuriyete de bu yakisir ancak.

CHP nin dersimli kılıç artığı sirk maymunu Kiliçdaroğlu nun peşinden anitkabire gidip orada yatan putu kutsamaya koşmasi,badam biyikli esans kokulu faşist Türkçü müslümanlarin ilk defa örtülü hatunlariyla haremlik selamlik cumhuriyet balosuna katilma gururlari ve zindanlarin duvarlarina sinmis açlik kokusunun bir arada yaşandığı cumhuriyet kime kutlu olsun.

Biz son on yilimizi bu bozuk cumhuriyeti demokratikleştireceğiz diye heba ettik.Geldığımiz nokta ortada.100.yilinda kardeşlerimizin nefesleri acliktan kokuyor.Cumhuriyetin başı Gül akulaca demeç veriyor,irkçi tekçı mezhepçı başbakani Erdoğan müdahale etmekle tehdit ediyor.

Bu iktidarki 12 Eylül basta olmak üzere tüm darbelerle hasaplaşacaktı güya.Buna inanan bu günkü tabloya gönüllü ortak olan yetmez ama evetçiler vacdanen ne kadar rahatlar.Nikah masasinda bile bu kadar içten evet demedim diyen sözde sendika temsilcileri STÖ sözcüleri,dönek solcular vicdanlari rahattir eminim.

Sömürgeci savcilara ihbar dosyasi sunan I.Güçlü, devletin valisi tarafindan ağırlanan Burkay,AKP nin basin tetikçisi,cemaat ihbarcisi Miroğlu,Ümit Firat,Kizilkaya,Şiwan Perver,Yaşar Kaya ve Hasan Bildiriciye yazdigi cevap yazisiyla onlara kefil olan Ismail Besikçiyi vicdanlariyla başbasa birakiyorum.

Onlarca hapishanede sayilari yüzleri aşan Kürt savaş esirinin başlattiği açlik girevinin hakliligini sorgulamak vicdansizliktir.Taleplerine katilir katilmayiz o ayri bir konu.Ama ayağında terlik karnı tok rahat koltuğa oturup o insanlarin direnişini sorgulamak,bunu danisikli bir oyunmuş gibi sunmak ahlaksizliktir.

Sömürgeci Türk savcilarinin onunde Çeket ilikleyip odasinda çay içip internet köşelerinde bağımsız Kürdistanı savunan milliyetçi oyunlarina karni tok bir toplumuz.Bunun icin “Öcalan görüşe çıkmıyor diye gençlerin olmesine gerek yok”diyenlere asıl biz diyoruz birakin bu oyunları

Gün siyasi iç cekişmeleri,görüş farkliliklarini bir kenara itip zindanlarda ellinci güne varan direnisi sahiplenme günüdür.Sistemi caydirmak demek bir canı yaşatmak demektir.PKK nin zindan gelenegini biliyoruz.Bu geleneğin mirascilarini yanliz birakmamak bir insanlik görevidir.

Kizil türkcu ve yeşil islamci fasiştlerin esans kokusunun Şampanya viski kokusuna karıştığı kirli katil cumhuriyet kutlamalarini tutsaklari sahiplenerek onlara zehir edelim.Siyasi tutsaklar onurumuzdur onurumuzun bu kirli cumhuriyetin 100 yilina kurban edilmesine müsade etmeyecegiz.

Murat Zınar
der.du@hotmail.com

Tezkere ve savaş


Tezkere ve savaş

05 Ekim 2012 Cuma 06:20

ahmetaltan111@gmail.com

Savaşlar her zaman patlayan coşkularla, ateşli nutuklarla, yerleri sarsan marşlarla başlar, ölecek insanları ölmeye göndermek için böyle heyecan fırtınaları yaratılır ama hiçbir savaş o coşkuyla sürmez.

Ölüm, keder, ekonomik sıkıntı, pahalılık ve baskı gelir savaşla birlikte.

Savaşta insanlar ölür.

Gazetelerde garip bir savaşkanlık var.

Eğer yazılanlara bakarsanız, gidiyoruz, yeniyoruz, geliyoruz.

Osmanlı döneminde Girit için böyle savaş naralarının atıldığı bir dönemde Babıâli’nin önünde “savaş yanlısı” bir gösteri yapılmış.

Sadrazam, “göstericilerin hepsini askere alın” emrini vermiş.

Emri duyan kalabalık bir anda kayboluvermiş.

Böyle bir emir de şimdi çıksa, “önce gazeteciler gidecek savaşa” dense, ertesi gün o gazeteleri görmek isterim.

Savaşa gitmeyecek olanın, savaşa gidecekler adına ateşli nutuklar atmasını her zaman ahlaksızca buldum, her zaman da ahlaksızca bulurum.

Savaşlara hep savaşlarda ölmeyecek olanlar karar verir.

Savaşta ölmeyeceğine emin olan insanlar da el çırparlar.

“Savaş, savaş” diye bağıranları tutup sormak isterim, “sen savaşa gidecek misin”, “hayır” derse, “ne bağırıyorsun öyleyse” diye sormak isterim.

Ölecek sen değilsen, başkasının ölüme gitmesini nasıl böyle sevinçle isteyebiliyorsun?

Türkiye’nin ordusunun sizin sandığınız kadar güçlü, Suriye ordusunun sizin sandığınız kadar güçsüz olmayabileceğini hiç mi aklınıza getirmiyorsunuz?

Bir Türkiye-Suriye savaşının bölgede nelere yol açabileceğini hiç hesap ettiniz mi?

Bu savaşın bir “mezhepler savaşı” olarak algılanması hâlinde bunun içeride ve dışarıda ne tür sonuçlar verebileceğini hiç düşündünüz mü?

Böyle bir savaşta Türkiye’nin komşuları Rusya, İran, Irak’ın tutumlarının ne olacağını aklınızdan geçirdiniz mi?

Sanırım bizim gazetecilerin pek düşünmediklerini dünya düşünüyor.

Dünyadan “durun” sesleri yükseliyor.

Böyle bir savaşın Ortadoğu’da, hatta dünyada bir savaş yangınına dönüşebilme ihtimalinin farkında aklı başında olanlar.

Ama Türkiye’yi savaşa çekmek isteyenler olduğu da açık.

İkide birde bizim topraklarımıza düşüp, insanları öldüren bombaların sadece “dikkatsizlikle” açıklanması zor.

Türkiye’nin zaten “düşen uçaktan” bu yana çok huzursuz olduğunu bilen Suriye’nin bombalar konusunda çok daha özenli davranması gerekirken, bu bombaların bu topraklara düşmesini kim sağlıyor?

Kim Türkiye’nin savaşa girmesini isteyebilir?

Bu savaşın sonuçları ne olur?

Öyle “gideriz, yeneriz, geliriz” gibi bir savaş olmama ihtimalinin çok yüksek olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerek.

Suriye’nin çok kuvvetli bir hava savunma sistemi olduğu zaten yazılıp çizildi.

Bizim o kadar güçlü bir hava savunma sistemimiz olmadığı da çok söylendi.

Suriye’nin elinde “kimyasal silahlar” bulunduğu da iddia ediliyor.

Sınır bölgelerindeki şehirleri hava saldırılarına karşı gerektiği gibi savunabilecek miyiz?

O şehirler bombalanırsa, bir de kimyasal silahlar kullanılırsa ne yapacağız?

Suriye diktatörü Esed’in çok sıkışık bir durumda olduğunu, koltuğunu koruyabilmek için her çılgınlığı yapabileceğini düşündüğümüzde, her ihtimali de hesaba katmak zorundayız.

Bazen ülkelerin bütün olumsuz ihtimallere rağmen savaşa girmek zorunda olduğu durumlar vardır, öyle durumlarda her kaybı göze alırsın.

Bugünkü durum öyle bir durum mudur?

Savaş kaçınılmaz mı?

Suriye’nin ve Esed’in Türkiye’yi gözü kestiği, kışkırtıcı davranışlardan pek kaçınmadığı, savaş ihtimalinden pek çekinmediği anlaşılıyor.

Çaresizlik onu böyle bir çılgınlığa zorluyor olabilir.

Ama Türkiye o kadar çaresiz değil.

Akılla hareket edebilir.

Hükümet dün Meclis’ten bir savaş tezkeresi geçirdi.

Bence, bu bitmeyen ve bitmeyecekmiş gibi gözüken “bombalara” karşı “tehditkâr” bir adım atmak zorundaydı hükümet; savaşı önleyebilmek için bazen savaşı göze alabileceğini de hissettirmek gerekir.

İnsanları ölürken tepkisiz kalamazdı.

Ama Meclis’in verdiği bu “savaş iznini” de fazla rahat kullanmamak gerekir.

İnsanlarımızın öldürülmesini başka insanlarımızın ölümüyle durdurmak son çaredir, bundan önce “savaşı istemeyen” dünyanın gücünü kullanmak, Suriye’ye dünyanın baskı yapmasını sağlamak çok daha akıllıca bir çözüm olur.

Savaş başladıktan sonra durdurmak çok zordur.

Başlamadan önlemek daha kolaydır.

Dışişleri’nin böyle bir sonucu elde edebilmek için uğraştığı anlaşılıyor, doğru olanı yapıyorlar.

Hem tezkere çıkarıp, hem dünyayı harekete geçirmeye uğraşıyorlar.

Gazetelerin ve gazetecilerin de her halde savaşı durdurmak için hükümete yardımcı olması gerekir.

İnsanları kışkırtmak, savaşın getireceği acıları onlara anlatmamak, ölümü alkışlamak, bu ülkeye ve insanlara yapılacak en büyük kötülük olacak.

Savaşta insanlar ölür.

Ölmeyecek olanların, ölümü alkışlamaları ise insanlığın en büyük sefaletidir.

Yaşar Kemal: Benim ailem de mübadele yaşamış


Yaşar Kemal: Benim ailem de mübadele yaşamış

Yaşar Kemal, ‘Bir Ada Hikâyesi’ dörtlemesinin son kitabı ‘Çıplak Deniz Çıplak Ada’yı, edebiyata nasıl başladığını ve dünyanın gidişini anlattı.

Yaşar Kemal’in, Yapı Kredi Yayınları’nca yayımlanan “Bir Ada Hikâyesi” adlı dörtlemesinin son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada” 5 Ekim Cuma günü okurlara ulaşıyor. Savaşlardan, kırımlardan, sürgünlerden arta kalan insanların, Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alan “Bir Ada Hikâyesi”, bir yandan bir Yaşar Kemal klasiği olarak karşımıza çıkarken bir yandan da diliyle, kişileriyle ve yarattığı doğayla Yaşar Kemal’in romancılığında önemli bir yeniliğe işaret ediyor.

Yaşar Kemal, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, “Karıncanın Su İçtiği” ve “Tanyeri Horozları” adlı ilk üç kitabı izleyen “Çıplak Deniz Çıplak Ada”nın yayımlanışı dolayısıyla YKY tarafından yapılan röportajda, edebiyata nasıl başladığını, bu son dörtlemenin nasıl doğduğunu, dünyanın bugün nereye gittiğini anlattı. Burada, Yaşar Kemal’in sorulara verdiği yanıtlardan bir seçki sunuyoruz.

‘Tek düşüm daha güzel yazmak’

Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok âşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hâlâ yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam tesadüftür – bir destancı olurdum. 16 ya da 17 yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim. (…)

Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?

Bana hep sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir tek şey biliyorsam o da yaşamım boyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. (…)

‘Mübadeleyi yazdım’

Bizim köyümüzde okul yoktu. İlkokulu okumak için Kadirli’de bir akrabamızın evine gittim. Bir süre orada kaldım. Ama o evde kalmak istemediğim için okula kendi köyümden yürüyerek gidip gelmeye başladım. Yürürken hep bir köyden geçiyordum. Bu köyle ilgili bazı şeyler duymuştum. Bu bölgeye yabancı insanlar gelmiş, yerleşmişler. Sıtmadan ölmüşler, etraftan çeşitli kötülükler görmüşler. İlkokulun sonuna kadar o köyden hep geçtim. Hep hikâyelerini duydum, dinledim. Biraz büyüdüm, ilkokulu bitirdim. Köyün önünden tekrar geçtim. Büyük bir baca gördüm. O bacayı Ceyhan ırmağından topladıkları taşlarla yapmışlar. Kalın yüksek bir baca…

Ortaokula geldiğim zaman Hemite köyünde babamın akrabalarından, annemin de arkadaşı bir kadın bana o köyde ne olduğunu anlattı. Birlikte ormanın içine gezmeye gittik. “Bak oğlum” dedi ve devam etti: “Burada göçebeler, mübadiller vardı. Bunlar Yunanistan’dan gelen Türklerdi. Böyle üç köy vardı Anavarza’nın yanında. Çok güzel köyler.”

Bu köyü, hikâyesini öğrendim. O köye yerleştiklerinde çok güzel evler yapmışlar, köyü güzelleştirmişler. Etraftaki köylüler bu insanlara zulüm yapmışlar. Bu insanlar “Bir gün gideceğiz” deyip gitmişler. 15-16 yaşıma geldiğimde bu insanların nereye gittiklerini bulmaya çalıştım. Bulamadım. Bulamadığıma çok üzüldüm (…).

Ben “Bir Ada Hikâyesi” romanlarımda mübadeleyi yazdım. Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van’a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu’da gezmişler, Çukurova’da bu köye yerleşmişler. Bu mübadele hikâyesini bu hırsla yazdım. (…)

‘İnsanlığın sonu…’

Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler altüst olmuş. İnsanı insan yapan birçok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek veririm. Çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir, yürek paralar. Yılan kabuğunu değiştirirken yerine başka bir kabuk gelir, eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerin yerine ise o çapta bir değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Bugünkü dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş gidiyor. Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe yaklaşıyor korkarım. (…)

Bir yazarın sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden farklı sorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi bilmelidir. Ancak insanların macerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir. Yazar böyle bitirmek istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.

İdris-i Bitlisî:’Mevlana’ mı ‘iblis’ mi?- Ayşe Hür


İdris-i Bitlisî:’Mevlana’ mı ‘iblis’ mi?- Ayşe Hür

Idris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim ile Kürt beylerinin arasını bulup, 300 yıl sürecek sorunsuz Osmanlı-Kürt işbirliğinin temellerini atmıştı.

Kimine göre 90, kimine göre 30 yıldır kanayan Kürt yarasına deva bulmak için geçen yıl oturulan Oslo masasını ayağa kaldırma konusunda esinlendirici olur umuduyla eski günlerde yaşanan başarılı bir müzakere hikâyesi anlatmak istiyorum.

Kürdistan coğrafyası, 15. yüzyılda sırasıyla her ikisi de Sünni Türk(men) hanedanları olan Karakoyunlular ve Akkoyunluların egemenliğinde yaşamıştı. Fatih Sultan Mehmed’in 1473’te Otlukbeli’nde yendiği Akkoyunluların sonunu 1501’de Şii Safevilerin 14 yaşındaki lideri Şah İsmail getirmişti.

Tebriz’den İstanbul’a

Doğu sınırındaki bu gelişmeler Osmanlı’yı Dersim ve Kürdistan’la ilgili özel politikalar geliştirmeye yöneltti. Bu politikaları uygulayan kişiyse 1501’den beri Osmanlı sarayında yaşayan İdris-i Bitlisî oldu. 1452 ile 1457 tarihleri arasında doğduğu anlaşılan İdris-i Bitlisî’nin eğitimi ve etnik kökeni üzerine çelişkili bilgiler var. Türk çevreleri İdris-i Bitlisî’nin Kürt kökeninden hiç söz etmedikleri gibi, bazen Türk olduğunu bile ileri sürüyorlar. Bir arşiv belgesinde ise İran’ın Rey şehri yakınlarındaki Sülukan nahiyesinde doğduğu yazılı. Kürt çevrelerinde ise Hakkâri veya Bitlis Kürtlerinden Hüsameddin Ali adlı bir ulemanın oğlu olduğu kabul ediliyor.

Ancak Kürt ve Türk kaynakları İdris-i Bitlisî’nin, çok genç yaşlarında, babasının da kâtip olarak hizmet verdiği Akkoyunlu sarayına intisap ettiği konusunda uzlaşıyor. Akkoyunlu sarayı 1403’ten itibaren Diyarbakır’da (Amid), 1469’dan sonra Tebriz’deydi. Uzun Hasan’ın 1478’deki ölümünden sonra başa geçen Sultan Yakup’un özel kâtibi olan İdris-i Bitlisî, daha sonraki sultanlara da nişancı ve kâtip olarak hizmet vermiş ve Şah İsmail’in Akkoyunluları tarihe gömdüğü 1501’e kadar, yazdığı fermanlar, tezkireler, taziye ve kutlama mektuplarıyla sadece Akkoyunlu sarayında değil, komşu ülkelerin saraylarında da bilinir olmuştu. Rivayete göre etkilediği kişiler arasında Sultan Yakup adına bir kutlama mektubu yazdığı II. Bayezid de vardı.

Yavuz’un Kızılbaş politikası

Sofu bir Sünni olan Bayezid’le İdris-i Bitlisî’yi birleştiren hususlardan biri de Kızılbaş düşmanlığıydı. Şah İsmail, 1501’de Erzincan’a kadar geldiğinde kendisini Sivas, Tokat, Amasya, Antalya, Karaman ve Tarsus’un Türkmen Kızılbaşları karşılamaya gitmiş, II. Bayezid bu büyük göçü endişe içinde izlemiş, Anadolu’daki Osmanlı egemenliğine yönelik en ciddi tehdidin Şah İsmail’den geleceğini hissetmiş olmalıydı.

İşte tam bu günlerde, Şah İsmail’in orduları Akkoyunlu sarayını yerle bir ederken ailesi de zarar gören İdris-i Bitlisî İstanbul’a doğru yola çıktı. Saray ve diplomasi tecrübesi bir yana, geniş kültürüyle II. Bayezid’in işine yarayacak biri olduğu açıktı. Nitekim İdris-i Bitlisî, İstanbul’da büyük kabul gördü ve padişahın emriyle 8 bin beyitlik ünlü manzum eseri Heşt Biheşt’i kaleme aldı. Eserin adı Farsçada ‘Sekiz Cennet’ anlamına geliyordu ve Osman’dan II. Bayezid’e kadarki sekiz Osmanlı padişahının hayatını anlatıyordu. Bu eser Osmanlı devletinin ilk mufassal tarihiydi. Ancak iddialara göre, saraydaki bazı çevreler İdris-i Bitlisî’yi çekemedi, padişahın aklını çeldi ve II. Bayezid bu eser için kendisine vaat ettiği parayı ödemedi. Bunun üzerine İdris-i Bitlisî kırgın biçimde Mekke’ye yerleşti.

Safevilerin Kürt politikası

Şah İsmail 1507’de Ermeni ve Kürtlerin yurdu Erciş ve Ahlat’ı, ardından Dulkadiroğullarının merkezi Maraş’ı fethetmiş, Bitlis’in Kürt hâkimi Şeref Han’ı kendisine bağlamıştı. Diyarbakır’a atadığı adamı, Musul ve Cizre’de kan dökerek Safevi egemenliğini iyice pekiştirmişti. Bunun üzerine 11 Kürt emiri Şah İsmail’e bağlılıklarını bildirmek üzere şahın bulunduğu Hoy şehrine gitmişler ama Şah İsmail bu beylerin sekizini hapse attırmıştı. İşte Safevi-Kürt ilişkilerinin iyice gerildiği bu ortamda II. Bayezid öldü (1512), tahta tarihe ‘Yavuz’ unvanıyla geçecek olan I. Selim çıktı.

Yavuz Selim, Şah İsmail’in II. Bayezid’in izniyle gerçekleştirdiği 1501’deki Erzincan ziyareti sırasında Trabzon valisiydi ve Anadolu Kızılbaşlarıyla Safevilerin ittifakının nelere mal olabileceğini daha o zaman idrak etmişti. Babasının vasiyeti de “Mısırlıdan Osmanlı’nın, Kızılbaştan ehl-i İslamın öcünü alması”ydı. Padişah İdris-i Bitlisî’ye bir miktar para göndererek gönlünü aldı ve saraya geri dönmesini sağladı.

Amacı Şii Safevilerle Sünni Osmanlı devleti arasında Sünni Kürtlerden bir duvar örmekti. İdris-i Bitlisî, Safevilerle Osmanlı arasında seçim yapmakta zorlanan Kürt beylerini ikna etmekle görevlendirildi. Muhtemelen 1514’ün başında, İdris-i Bitlisî ile 28 Kürt beyi Amasya’da bir araya geldi. İddiaya göre İdris-i Bitlisî yanında Yavuz’un mühürlediği, boş beratlar, bayraklar, hediyeler götürmüştü. İdris-i Bitlisî, beratları ihtiyaca ve talebe göre doldurmaya izinliydi.

Görüşmeler olumlu geçti. Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümüne hâkim olan 28 Kürt beyi değişik imtiyazlar karşılığında Osmanlı devletine bağlı kalmaya söz verdi. İdris-i Bitlisî’nin Kürt emirleriyle yapılan antlaşmanın orijinali elimizde yok ama sözlü tarihle aktarıldığına göre, anlaşmanın temel maddeleri Kürdistan ümerasının atadan, babadan kalma irsi haklarının tanınması; Osmanlıların Kürtlere, Kürtlerin de Osmanlılara bütün savaşlarda destek vermesi; Kürtlerin Osmanlı devletine belli bir miktarda vergi ödemesi veya hediye göndermesi hakkındaydı.

Kılıca karşı tüfek

İdris-i Bitlisî, 20 Nisan 1514’te İran seferi arifesinde Tebriz’e gönderdiği öncü heyetin içindeydi. Heyetin yaptığı çalışmalar sayesinde Yavuz’un orduları Amid’e (Diyarbakır) vardığında şehrin Safevi Valisi ordularını geri çekmişti. 23 Ağustos 1514’te Kuzeybatı İran’daki Çalderan mevkiinde yapılan savaşta, savaşa katılan Lütfi Paşa’nın deyimiyle ‘Rum padişahı’ Yavuz Sultan Selim’in Sünni Türkmenlerden ve Kürtlerden oluşan ve ‘ateş saçan ağaç parçası’ (yani top ve tüfek) kullanan 210 bin kişilik ordusu, Şah İsmail’in Türkmen boylarından oluşan ve sadece mızrak, ok ve kılıç kullanan 28 bin kişilik ordusunu yenmişti.

Tebriz direnmeden teslim olmuş, ama Yavuz sadece dokuz gün kaldığı şehirden Karabağ’a gidecekken, Yeniçerilerin isyanı üzerine Amasya’ya dönmek zorunda kalmıştı. Dönüşte Bitlis ve Diyarbakır Osmanlı egemenliğine girdi. İdris-i Bitlisî, Diyarbakır eyaletini 19 sancağa böldü. Bunlardan 11’ini Osmanlı sarayının tasarrufuna bıraktı. Geriye kalan 8 sancağı ‘yurtluk’ ve ‘ocaklık’ adıyla babadan oğula geçmek üzere Kürt beylerine bıraktı. Bıyıklı Mehmed adlı bir Kürt beyi 1515’te kurulan Diyarbekir Beylerbeyliği’ne tayin edildi.

Yavuz’un Kızılbaş katliamı

Ama etkileri (travması) günümüze kadar süren bir başka olay daha yaşandı bu sefer sırasında. Yavuz Sultan Selim, gidiş ve dönüş yolunda Şah İsmail’in doğal müttefiki olan Anadolu’nun Kızılbaş halkının kılıçtan geçirilmesini emretmişti. Kendini haklı çıkarmak için de Şeyhülislam İbn-i Kemal ve Müftü Hamza’dan Kızılbaşların kadınları ortaklaşa kullandıkları, Kuran’ı, camileri yaktıkları şeklinde fetvalar çıkartmıştı. İdris-i Bitlisî’nin Selimname adlı eserine göre, 40 ila 70 bin arası Kızılbaş öldürülmüştü. Ancak çeşitli lojistik sorunlar ve Yeniçerilerin gönülsüzlüğü yüzünden Yavuz’un ordusu Kızılbaşlara karşı da mutlak bir galibiyet elde edemeden Eylül 1515’te İstanbul’a döndü. Şah İsmail, ordusunu yeniden topladı ve Türkmen kökenli Kara Han veya Kara Bey diye bilinen adamını Amid’e yolladı. Amid’in Kürt beyi şehri Kara Han’a terk etmeyi reddetti. Bundan sonra taraflar arasında 16 ay sürecek bir kovalamaca başladı. Amasya Anlaşması ilk sınavını Kara Han’a karşı mücadelede verdi. İstanbul’dan gönderilen Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın kuvvetleriyle takviye edilen Kürt birlikleri, Kara Han’ın birlikleriyle Kızıltepe yakınlarında Osmanlıların Koçhisar dediği mevkide karşılaştı. 1516’nın Nisan’ında Kara Han yenildi. Bunun ödülü olarak, aynı yıl kurulan Diyarbakır merkezli Arap Kazaskerliği’ne İdris-i Bitlisî atandı ancak bu görev kısa sürdü.

İddialara göre, Şah İsmail’in hem İran hem Anadolu’daki Kızılbaşlar üzerindeki mistik-karizmatik gücünden çok etkilenen Yavuz’u, benzer bir etkiyi sağlamak için, Kahire’deki İslam halifeliğini İstanbul’a getirmesi için ikna eden İdris-i Bitlisî’ydi. 1516-1517’de Sünni Çerkes ve Türk kölelerin kurduğu Memluk Devleti’ne karşı yapılan Mısır seferi sırasında Yavuz’a, 16 Kürt beyi ve askerleri eşlik etmişti. İdris-i Bitlisî, sefer sırasında Yavuz’un ‘din kardaşlarına’ yapmış olduğu haksızlıkları bir kaside ile padişaha aktarmış, padişah kızmak yerine kendisini iltifatlara boğmuştu.

Osmanlı kaynaklarında ‘Mevlana’, ‘Hakimeddin’, ‘Kutlu Müderris’ diye anılan İdris-i Bitlisî Yavuz’dan iki hafta önce, 18 Kasım 1520’de İstanbul’da öldü. Amasya Anlaşması’nın mimarları erken ölmüştü ama attıkları temel öyle sağlamdı ki Osmanlı-Kürt ilişkileri 300 yıl neredeyse sorunsuz gitti.

Kızılbaş katliamının mimarı mı?

İdris-i Bitlisî bu tarihçe yüzünden bazı kesimlerce ‘İdris-i İblisi’ diye adlandırılıyor. Bu çevreler için Yavuz’un adı da ‘Yezid’. Koyu bir Sünni olan İdris-i Bitlisî’nin Kürt olsun, Türkmen olsun Kızılbaşları ‘zındık’, ‘kâfir’, ‘Mezheb-i na-hak’ diye nitelediği biliniyor. Selimşahname adlı eserinde Kızılbaş katliamlarını ayrıntılı biçimde anlattığı da doğru. Ancak bugün bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, bu katliamlar sırasında İdris-i Bitlisî Yavuz’un yanında değildi.

Yavuz sefer sırasında ordunun yorulduğunu söyleyerek dinlenmeyi öneren pek sevdiği Karaman Beylerbeyi Hemden Paşa’yla nüfuzlu pek çok Yeniçeriyi de öldürtmüştü. Biraz daha geriye gidersek, Yavuz’un tahta geçtikten sonra iki ağabeyini, sekiz yeğenini, üç vezirini öldürdüğünü de biliyoruz. Yani Yavuz, iktidar mücadelesinde kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Ama daha önemlisi, Şii-Kızılbaş düşmanlığı 1736’ya kadar sürecek olan Osmanlı-Safevi çekişmesinin bir türevi olan, köklü bir devlet politikasıydı ve İdris-i Bitlisî’nin bu politikayı değiştirmesi mümkün değildi. Nitekim Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman ve onun oğlu II. Selim dönemlerinin Kürt kökenli şeyhülislamı Ebussuûd Efendi’nin 30 yılda verdiği fetvalarla, Safevilerin ‘beşinci kolu’ gibi görülen Kızılbaş Türkmen katliamı adeta bir rutin halini almıştı. Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşa l606’da sadrazam olduktan hemen sonra bazı kaynaklara göre 100 binden fazla Türkmeni (çoğu Kızılbaştı) kazdırdığı kuyulara diri diri gömdürmüştü. Ondan 50 yıl sonra Köprülü Mehmet Paşa, Celali ayaklanmalarını bastırmak adı altında Kızılbaş Türkmenleri yeniden kılıçtan geçirmişti. Bu tarihçeye bakınca, kabağın neden İdris-i Bitlisî’nin başına patladığını anlamak zor.

Kürtleri böldü mü?

Bazı çevrelerse (özellikle Sünni Kürt çevreleri) İdris-i Bitlisî hakkında ikiye ayrılmış durumda. Bazı araştırmacılar, Osmanlıların 1514’ten 1517’ye kadar sadece 4 yılda topraklarını ikiye katladığını, İslam Halifeliği unvanını da alarak bu koca devleti en az 300 yıl çok debdebeli bir şekilde koruduğunu, bunda Kürtlerin büyük payı olduğunu düşünüyor. Buna karşılık 1514 Amasya Anlaşması’nın Kürdistan’ın Osmanlılar (daha sonra da Türkler) tarafından sömürgeleştirilmesinin başlangıcı olduğunu, o tarihe kadar bağımsız yaşayan Kürtlerin Osmanlı’ya asker ve vergi veren tebaaya dönüştüğünü söylüyorlar. Dolayısıyla İdris-Bitlisî’yi Kürtleri devlet kurmaktan alıkoyan, bölüp parçalayıp Osmanlı’ya tabi kılan, Kürt askerlerini Osmanlı uğruna telef eden, (en hafifinden) bir ‘işbirlikçi’, (en ağırından) bir ‘hain’ olarak görüyorlar.

Bazı araştırmacılarsa, ‘büyük stratejist’ diye övdükleri İdris-i Bitlisî’nin ve Amasya Anlaşması’nın, dağınık ve birbiriyle çatışma halindeki irili ufaklı Kürt aşiretlerinin, beyliklerinin, emirliklerinin, Osmanlı ve Safeviler gibi iki büyük güç arasında ezilmesinin önüne geçtiğini düşünüyor. Onlara göre, bu anlaşmalardan Kürtler de kazançlı çıkmış, sayıları zaman içinde 400’e varacak olan Kürt ‘mirlikleri’ Osmanlı devletinin siyasal, idari ve askeri sisteminin önemli bir parçası haline gelmişler, Kürt egemenleri kendilerine ayrılan alanlarda otoritelerini pekiştirirken, bir daha savaş yüzü görmeyecek olan Kürt şehirlerinde sosyal, kültürel ve ekonomik canlanma yaşanmış, Kürt etnik-kültürel varlığı varlığını korumuştu. Üstelik bu süreçte, Kürtler edilgen değil, etkin aktörler olarak devletin politikalarını da etkilemişlerdi.

Kaba hatlarıyla özetlediğim Yavuz Sultan Selim İdris-i Bitlisî işbirliğinin Osmanlılar ve Kürtler için ne anlama geldiği, İdris-i Bitlisî’nin ‘Mevlana’ mı, ‘iblis’ mi, ‘Osmanlı stratejisti’ mi yoksa ‘hain Kürt’ mü olduğu gibi sorulara muhtemelen her okur farklı cevaplar verecektir. Ben kendi payıma, “Tarihsel olayları dönemin şartlarıyla değerlendirmek gerekir” ve “Tarihte ne olmuşsa öyle olması gerektiği için olmuştur” demekle yetiniyorum. Ama bu hikâye yeni Oslo süreci için esinlendirici olursa ne mutlu bize!

Özet Kaynakça:

Mehmed Bayraktar, İdris-i Bitlisî, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991; V.L. Menage, “Bidlisi, İdris”, The Encyclopedia of Islam, London, 1960, s. 1207-1208; Ahmet Özer, Kürtler ve Türkler, Hemen Kitap, 2009; Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Nizamı Alem’in Gayri Resmi Tarihi, Su Yayınevi, 1999; Şakir Epözdemir, 1514 Amasya Antlaşması, Kürt-Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisî, Peri Yayınları, 2005.

Radikal