İnfazların sırrı Özel Harp’te


İnfazların sırrı Özel Harp’te
Taraf / HELİN ALP – Istanbul – 31.12.2009

Günlerdir aramanın yapıldığı Özel Harp Dairesi, Susurluk Raporu’nda da yer aldı. Öldürülen Kürt işadamları için infaz emrinin bu birim tarafından kararlaştırıldığı ve ifa edildiği belirtiliyor

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast soruşturması kapsamında aranan ve eski adı Özel Harp Dairesi olan Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı’na ilişkin iddialar, Kürt işadamlarına yönelik cinayetleri yeniden gündeme getirdi.

Ergenekon Davası’nın görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen Susurluk Raporu’nun “devlet sırrı” gerekçesiyle gizlenen 12 sayfasında yer alan bilgiler bu cinayetlere ışık tutuyor. Gizli bölümlerde Kürt işadamlarına yönelik suikastlar ve Özel Harp Dairesi’nden söz ediliyor. Raporun 75-77-78. sayfalarında Kürt işadamı Behçet Cantürk’ün öldürülmesine ilişkin bölümde şöyle deniyor: “Kim olduğu ve ne yaptığı aşikâr olmasına rağmen devlet, Behçet Cantürk’le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havava uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir…”

1990’lı yıllarda kaçırılan Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay gibi birçok kişi faili meçhul cinayete kurban gitti. Aradan yıllar geçmesine karşın cinayetler üzerindeki sis perdesi kalkmadı.

Aramalardan sonuç çıkabilir
Diyarbakırlı Behçet Cantürk, 14 Ocak 1994 tarihinde şoförü ile birlikte Sapanca’da ölü bulundu. Cantürk şakağına sıkılan tek kurşunla öldürülmüştü. Cantürk ailesi adına konuşan Avukat Mehmet Celal Baykara’ya göre Özel Harekât’taki aramalar, bazı belgelerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Cantürk ve Medet Serhat’ın dosyasının Kadıköy ve Sapanca savcılığında bekletildiğini belirten Baykara, “Ergenekon sanıkları ile dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile Mehmet Ağar’ın ifadelerinin alınması yönünde talepte bulunduk. Bir buçuk yıldır yazılı ya da sözlü hiçbir sonuç almış değiliz. Ergenekon soruşturması bu bakımdan çok önemlidir. Özel harekattaki aramalarda bazı belgelerin ortaya çıkma ihtimali var” dedi.

Kim adına işlendiği belli değil
Cantürk’ün arkadaşı ve aynı zamanda avukatlığını da yapmış olan Medet Serhat da Cantürk’ten 11 ay sonra 12 Kasım 1994 tarihinde, İstanbul Erenköy’deki evinin önünde öldürüldü. Medet Serhat’ın oğlu Rumet Serhat babası öldürüldüğünde 16 yaşındaydı. Babasının öldürülme nedenini “şahsi menfaatleri için devletin adının kullanıldığı adi cinayetler” olarak açıklayan Serhat, şunları söyledi: “Babam ve şoförümüz öldürülürken annem ağır yaralı olarak kurtulmuştu. Çok travmatik bir durumdu benim için. Kimsenin yaşadıklarımı yaşamasını istemiyorum. Ergenekon Davası son zamanlarda bizim için çok önemli fakat bir buçuk yıldır üç kere müdahil olmak için başvurduk. Bu davalar demokratikleşmenin önünü tıkayan davalardır.”

Suçu varsa cezasını çekseydi
Eski DEP Milletvekili Mehmet Sincar ise 1993 yılında faili meçhul cinayetleri soruşturmak üzere gittiği Batman’da uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü. Taraf’a konuşan eşi Cihan Sincar, şunları söyledi: “Bir insanın suçu varsa hukuk var, suçu neyse cezasını çekebilir. Yeni yıl için tek dileğim bir anne olarak kimsenin ölmemesi. Eşimin katillerinin bulunmaması Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir ayıbıdır. Bu bir siyasi cinayettir. Kimseyle bir düşmanlığı olmayan bir milletvekiliydi. İstenirse gerçek katilleri ortaya çıkarılır.”

Umudumuz Ergenekon davası
Öldürülen Kürt işadamlarından Savaş Buldan’ın eşi BDP Milletvekili Pervin Buldan, özellikle 91-94 yılları arasında terörle mücadele adı altında binlerce kişinin faili meçhul bir şekilde öldürüldüğünü söyledi. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve Bakan Mehmet Ağar’a yönelik suçlamalarda bulunan Buldan, şunları söyledi: “4 Kasım 1993’te Başbakan Tansu Çiller ellerinde PKK’ya haraç veren işadamlarının ve sanatçıların listesi olduğunu açıkladı ve ‘onlardan hesap soracağız’ dedi. Bu açıklamadan sonra cinayetler işlendi. Susurluk Komisyonu tarafından açıklanan rapor, sansürlü olarak yayımlandı. Aslında bu raporlarda kimlerin hangi cinayetleri işlediği ve nasıl vurduğu yazıyor. Bu cinayetlerin çözümü için Türkiye’nin eline fırsatlar geçti. Bunlardan en sonuncusu da Ergenekon Davası’dır. Bu dava çektiğimiz acıları dindirmez ya da gidenleri geri getirmez ama karanlık olayları açığa çıkaracak olması bakımından önemlidir. Özel hareket ya da başka güçler, ne olursa olsun bu karanlık olayların açığa çıkması gerekir.”

KCK: Önümüzdeki süreç zafer ve özgürlük sürecidir


KCK: Önümüzdeki süreç zafer ve özgürlük sürecidir

ANF10:43 / 31 Aralık 2009 BEHDİNAN – KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, 2009 yılının tasfiye planlarının serhildanlarla boşa çıkarıldığı bir yıl olduğunu belirterek, “Hareketimiz ve halkımız açısından önümüzdeki süreç bir zafer ve özgürlük sürecidir” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, yeni yıl vesilesiyle bir mesaj yayınlayarak, büyük direniş, mücadele, siyasi kazanım ve çarpıcı gelişmelerle dolu 2009 yılını geride bırakıp, 2010 yılını büyük başarı umutlarıyla karşıladıklarını kaydetti. KCK mesajında, “Öncelikle Önder Apo’nun, gerillanın, zindanda direnen yoldaşlarımızın, serhıldanlaşan halkımızın ve tüm çalışanların yeni yılını özgürlük mücadelesini daha da yükseltme sözü temelinde kutluyor, şehitlerimizi saygıyla anıyoruz” dedi.

“2009 yılını, Türkiye ve Kürdistan siyasal gündemini Kürt halkının özgürlüksel gelişimi belirlemiştir” vurgusunun yer aldığı KCK mesajında şunlar belirtildi:

YEREL YÖNETİM SEÇİMLERİNDEKİ ZAFER YENİ DÖNEMİN BAŞLANGICI OLMUŞTUR

“KCK, Önder Apo’nun ahlaki- politik toplum ve demokratik çözüm perspektifi temelinde yerel yönetim seçimlerinin Kürtlerin siyasi zaferiyle sonuçlanması, mücadelemizde yeni bir dönem başlatmıştır.

Önderliğimizin perspektifleri temelinde Özgürlük Hareketimizin tek taraflı çatışmasızlık kararını açıklaması, ardından Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini amaçlayan yol haritasının hazırlanması, barış elçilerinin gönderilmesi ve halkımızın yükselttiği serhıldanlar 2009 yılını Önder Apo’nun özgürlüğü temelinde Kürt sorununa kilitlemiştir. Kürt sorunu, çözümü ve Önder Apo’nun özgürlüğü ilk kez bu kapsam ve içerikte gündeme gelmiş, Türkiye toplumu açısından da, demokratikleşmenin esasları Kürt sorunu ekseninde gündemleşmiştir. Kürt halkının izlediği demokratik özgürlükçü politik çizgi süreci belirleyen ve yönlendiren bir konumda olmuştur. Özgür Kürdü kabul etmeyen faşist rejim; tam bir özel savaş politikasıyla, halkımızın üzerinde psikolojik, kültürel, ideolojik, siyasi ve faili meçhul cinayet biçiminde saldırılarını yürütürken, tek taraflı eylemsizlik konumunda bulunan gerillaya karşı operasyonlarını aralıksız sürdürürken, Önderliğimiz üzerinde de ölüm hücresi projesini devreye koyup inkar ve imha politikasını topyekün saldırıya dönüştürmüştür.

DEVLET VE HÜKÜMETİN SEÇİM PLANI BOŞA ÇIKARILDI

Türk devletinin Kürdistan’ı ve Kürtleri AKP eliyle yeniden fethetme anlamını yüklediği yerel yönetim seçimlerinde, Kürt halkı siyasi tercihini ve iradesini ortaya koyarak, hem Türk devletinin hem de AKP hükümetinin yerel seçim planını bozmuştur. Yerel yönetim seçimlerinde ortaya koyduğu iradeyle, halkımız 2009 yılını özgürlük, demokrasi ve ulusal-demokratik birlik yolunda önemli bir yıl haline getirerek demokratik siyasal kazanımlarını ileri bir aşamaya vardırmıştır.

SİYASAL HAMLEYE KARŞI TASFİYE KONSEPTİ

AKP hükümeti ve Türk devleti, Önderliğimizin, hareketimizin ve halkımızın başlattığı siyasal hamleyi boşa çıkarmak için, önce Kürt açılımı, ardından demokratik açılım, sonradan da milli birlik ve kardeşlik projesi adlı tasfiye konseptini ortaya koymuş, bunun iç, bölgesel ve uluslar arası ayaklarını da yaratmaya çalışmıştır. Kürdistan özgürlük hareketi karşısında yaşadığı zorlanmayı aşmak, Kürdistan’da yeniden meşruluk zemini yaratmak için geliştirdiği bu tasfiye planı kitleler nezdinde deşifre olunca, Önder Apo şahsında Kürdistan özgürlük hareketine ve halkına karşı 17 Kasım darbesini gerçekleştirmiştir.

KONSEPTİN AMACI KÜRTLERİN BİRLİĞİNİ PARÇALAMADIR

Halkımızı oyalamayı, beklentiye sokmayı, aldatmayı ve birliğini parçalamayı hedefleyen bu konsept, Önderliğimizin hazırladığı yol haritasını vermemekle, halkımızın en doğal taleplerini görmezden gelmekle, Önderliğimizi ve hareketimizi muhatap kabul etmemekle, gerillaya yönelik operasyonlarını yoğunlaştırmakla, birçok alan savaş bölgesi ilan edilmekle, metropollerde halkımıza karşı linç uygulamaları geliştirmekle hayata geçirilmek istenmektedir.

17 KASIM DARBESİ

17 Kasım Darbesi, aldatamadığını, oyalayamadığını, parçalayamadığını ezme uygulaması olmuştur. Bu darbe, Önder Apo’ya ölüm hücresi, DTP’ye kapatma, belediye başkanlarının tutuklanmasıyla tam bir siyasi soykırım biçiminde sürdürülmüş, buna karşı demokratik tepkilerini ortaya koyan halkımıza karşı da katliam provalarıyla karşılık vermiştir. 12 Eylül faşizmini aratmayan yoğun kitle gözaltıları ve tutuklamalarıyla halkımızın özgürlük iradesi kırılmak istenirken, bunun yerine ise bir işbirlikçi-hain siyasi koruculuk devreye konulma hedeflenmektedir. Önder Apo’nun ölüm hücresine atılmasıyla başlayan bu yoğun tasfiye süreci, hızından hiçbir şey yitirmeksizin, daha kapsamlılaşıp derinleşerek sürdürülmektedir.

Saldırılar sadece Kuzey Kürdistanla sınırlı kalmamış, Doğu Kürdistan’da İran devleti, halkımız üzerinde baskılar geliştirip, Kürt gençlerini idam ederken, Suriye Türk devletinin paralelinde halkımızın siyasi iradesini kırmak ve tasfiye etmek için, yoğun baskı, tutuklama politikasını uygulamıştır.

SALDIRILARA ARALIKSIZ SERHİLDANLARLA KARŞILIK VERİLDİ

Tüm bu saldırılar karşısında halkımız, hem demokratik konfederalizmi inşa temelinde örgütlülüğünü ve birliğini güçlendirip, sürece aralıksızca sürdürdüğü serhıldanlarla karşılık vermiştir. Vermeye de devam etmektedir. Yenilmeyen, geriletilemeyen hem nicelik büyümesini sürdüren hem niteliksel bir gelişmeyi yaşayarak düşmanın her türlü saldırılarına karşılık verebilecek bir başarı düzeyini yakalayan gerillaya, yenilmeyen, aldatılamayan, birliği parçalanamayan, iradesi kırılamayan, gelişmesi durdurulmayan bir serhıldan halkı ortaya çıkmıştır.

HALKIMIZ KİMLİKSİZ, ONURSUZ YAŞAMAYA TAHAMMÜLÜ OLMADIĞINI GÖSTERMİŞTİR

Ortadoğu’nun en eski halklarından biri olan Kürt halkı, özgürce, kendi kimliğiyle demokratik koşullarda yaşamayı hak etmiş bir halk olarak, böyle bir yaşamı tüm saldırı ve engellemelere rağmen örgütlülüğünü, birliğini geliştirme temelinde inşa etme kararlılığındadır. Yaklaşık kırk günden bu yana Türk devletinin psikolojik terör, yoğun şiddet, baskı ve sokak infazlarına karşılık Kürt halkı serhıldanlarını aralıksız olarak sürdürme örgütlülüğünü ve iradesini göstermeye devam etmektedir. Halkımız her türlü bedeli vermeyi göze aldığını, sömürge statüsünde kimliksiz, onursuz yaşamaya artık bir an bile tahammülünün olmadığını ve yaşamayacağını herkese bir kez daha çarpıçı bir biçimde göstermiştir.

APOCU ÇİZGİDE DERİNLEŞME VE NİTELİKSEL BİR DEĞİŞİM YAŞANMALI

Halkımız, önümüzdeki süreçte demokratik konfederal sistemini daha da geliştirmek ve Önderliğin özgürlüğünü sağlamak için, mücadeleyi daha ileri bir aşamaya vardırma zorunluluğu göreviyle karşı karşıya bulunmaktadır. Özgürlük mücadelesinin ve toplumsal dönüşümün başarısında temel dinamik olan Kürdistan kadını ve gençliği her zamankinden daha fazla hem serhıldanlara hem de gerillaya olan katılımı düzeyini yükseltme temelinde yeni yılı karşılamalıdır. Sistemi, örgütlülüğü ve savunma gücü olmayan hiçbir halkın geleceği de, demokrasisi de ve barışı da olmayacaktır gerçeğinden hareketle, tüm kadro ve çalışanlar sürecin ancak geçen süreçte yaşanan yetersizliklerin aşılması ve daha sonuç alıcı çalışma tarzıyla zafere gidileceğinin bilinciyle Apocu çizgide bir derinleşmeyi ve niteliksel bir değişimi yaşamalıdırlar.

ÖNÜMÜZDEKİ SÜREÇ BİR ZAFER VE ÖZGÜRLÜK SÜRECİDİR

2010 yılı ve süreç Özgür Önderlik, Özgür Kimlik ve Demokratik Özerklik şiarının gerçekleştirileceği bir yıl ve süreç olacaktır. Bunun için tüm parçalardaki halkımız, ulusal demokratik birliğini geliştirmek için ulusal demokratik birliğini bir ulusal ulusal konferansla taçlandırmalıdır. Ulusal demokratik birliğe katılmayan, bunun dışında veya ara yerde duran hiçbir Kürt ve Kürdistanlı kalmamalıdır. Kürt Halk Önderi ve rehin alınan Kürt siyasi temsilciler serbest bırakılıncaya kadar ve ulusal haklarımız tanınıncaya kadar serhıldan süreci, var olma direnişiyle kesintisiz sürdürülecektir. Hareketimiz ve halkımız açısından önümüzdeki süreç bir zafer ve özgürlük sürecidir.

Bu inanç ve kararlılıkla başta Özgürlük Hareketinin tüm alanlardaki militan, kadro, savaşçı, sempatizan ve taraftarlarını 2010 yılını bu perspektif ve kararlılıkla karşılama temelinde yeni yılı bir zafer yılına dönüştürmeye çağırıyor, bir kez daha Önder Apo’nun, halkımızın, tüm yoldaşların, Ortadoğu halklarının ve insanlığın yeni yılını kutluyoruz.

ANF NEWS AGENCY

2009’a PKK ve Kürt sorunu damgasını vurdu


2009’a PKK ve Kürt sorunu damgasını vurdu

Nihat KAYA11:31 / 31 Aralık 2009

HABER MERKEZİ – 2009 yılına Türkiye, ilk başta ‘Kürt’ daha sonra ‘Demokratik’ olan ‘açılımın’ yeni yılda ne getirip, ne götüreceğini hesaplayarak girdi. Ortadoğu, son elli yılın her yılbaşında olduğu gibi, yine İsrail-Filistin sorunuyla, dünya ise her yeri sarmalayan ekonomik krizle girdi. Yeni yılın ne getirip ne götüreceğini kimse kestiremiyordu, ama saatler tam gece yarısını gösterirken herkes aynı anda umudu ve endişeyi birlikte taşıyordu.

Ekonomik kriz dünyada herkesin kapısını ayrı telden çalsa da Ortadoğu’da kan gövdeyi götürüyordu. Türkiye ise sonu nereye varacağı belli olmayan Ergenekon faciasının gölgesi altında Kürt açılımını konuşuyordu. Bu yüzden her yerde endişe hat safhadaydı.

Umut da yok değildi. Çünkü dünyadaki her türlü gelişmenin altında şöyle yada böyle parmağı bulunan ABD’de başkan değişmiş, en önemlisi de ABD tarihinde ilk kez, siyahi biri Beyaz Saray’ın yeni kiracısıydı. Üstelik Irak’tan askerlerini çekeceğini, tüm dünyaya da barış getireceğini vaat ediyordu.

OBAMA ÖNCESİ SON HESAPLAR

ABD’de Başkanlık seçimlerini Barack Hüseyn Obama’nın kazanmasıyla birlikte ABD’nin yeni dönemde dünya ve Ortadoğu genelinde ılımlı bir siyaset izleyerek, sekiz yıllık Bush döneminde askeri yöntemlerle ortaya çıkarılan sonuçları toparlamaya çalışacağı tahmin ediliyordu. Beyaz Saray’ın yeni kiracısının Guantanamo cezaevinin kapatılacağı, ABD askerlerinin Irak’tan çekileceği gibi konulardaki vaatleri bunu söyletiyordu. Bu yüzden de hemen hemen herkes 20 Ocak gününü, Obama’nın ABD Başkanlık görevini Bush’tan devralacağı günü, ‘Belki?’ diye bir beklentiyle gözlüyordu.

İSRAİL GAZZE SALDIRISI

İsrail ise siyasetin dilinin biraz yumuşatılacağı döneme elini güçlendirerek girmek istedi. ABD Başkanlık koltuğuna Obama’nın oturacağının kesinleştiği, ama Bush’un koltuğu daha devretmediği ara dönemden yararlanmak için, 27 Aralık 2008’de Gazze Şeridi’ne yönelik karadan ve havadan “Dökme Kurşun Operasyonu” ismini taşıyan harekattı başlattı. Gazze Şeridi’ni sekiz gün boyunca uçaklar ve toplarla bombaladıktan sonra karadan Gazze’ye girdi.

Operasyon boyunca ölenlerin çoğunun Hamas militanı olduğunu iddia eden İsrail’in gerçek yüzü operasyonun 20. gününde ortaya çıktı. İsrail ordusu tanklarla Gazze kentinin içlerine ilerlemeye çalışırken, kentteki Birleşmiş Milletler merkezi, Kızılay ve medya kuruluşlarının binalarını ve kentin dış kesiminde, içinde 300 hasta bulunan Tel El Hava Hastanesini vurdu.

İsrail hükümeti, 22 gün süren operasyonun ardından, 17 Ocak akşamı ateşkes ilan etti. Barack Obama’nın ABD Başkanlığı görevini devraldığı 20 Ocak günü de geri çekilmeyi tamamladı.

Saldırıda çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 1434 Filistinli öldü, yaklaşık 5 bin 500 kişi yaralandı. İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Gazze’deki sivil ölümlerini “koşulların ürünü” şeklinde normalleştirdi.

DESTEK Mİ TEPKİ Mİ

İsrail’in Gazze saldırısını ABD yönetimi her zamanki gibi ölen sivilleri görmezden gelerek, yumuşak bir dille eleştirirken, ‘saldırıya sebebiyet vermekten’ Hamas’ı suçladı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, İsrail’in askerlerini çekmesi telkiniyle yetindi. İran ve Suriye de dahil İslam alemi İsrail’i ‘terörist’ diye sivri bir dille eleştirseler de Filistinlilerin yanında olduğunu gösteren somut hiçbir adım atmadılar. Suudi Arabistan gibi petrol zengini Arap ülkeleriyse dolar bağışlamayı yeterli gördüler. Batı Şeria’da bulunan Filistin lideri Mahmud Abbas ise saldırı karşısında sessizliğini korudu. Sadece ABD’ye mesaj vermek istercesine saldırıların sürmesi halinde ‘istifa edeceği’ tehdidinde bulundu.

İsrail’e karşı en keskin ve kendisinden hiç beklenmeyen tepkiyi Türkiye verdi. İsrail’in bir insanlık dramına imza attığını söyleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Zulüm ile abat olunmaz. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” dedi. Erdoğan’ın bu sözleri 2009 yılında İsrail – Türkiye ilişkilerine de damgasını vurdu.

DAVOS’UN FATİHİ Mİ?

İsrail’in Gazze Şeridi’ne saldırısının etkileri Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda da hissedildi. 29 Ocak günü Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in katıldığı Gazze panelinde büyük gerilim yaşandı. Peres’e, “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” deyip orayı terk eden Erdoğan’ın sözleri panele damgasını vurdu. Olay ise hafızalara Erdoğan’ın moderatör David Ignatius’a İngilizce söyleyebildiği tek ‘One minute’ sözleriyle kazındı.

Olay iç ve dış kamuoyunda geniş yankı buldu. Türkiye’den böylesi bir tutumu beklemeyen İslam alemi içinde Erdoğan adeta bir kahraman gibi resmedildi. Filistin sokaklarında posterleri taşındı. İran’da Ayetullah Nasir Mekarim Şirazi Erdoğan’a Nobel Barış Ödülü verilmesini önerdi. Türkiye’de ise Erdoğan ‘Davos Fatihi’ diye karşıladı. Müslüman halkların duygularını okşayan Erdoğan’ın bu çıkışını AKP yaklaşan yerel seçimlerin temel propaganda malzemesi haline getirdi.

DİĞER TARAF ‘TUTARSIZ’ DEDİ

Başkan Erdoğan’ın Hamas’ın terör örgütleri listesinden çıkarılması gerektiğine işaret eden sözleri, Cumhurbaşkanı Gül’ün “Hamas Ortadoğu barış sürecine katılmalı” sözüne ve Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’na karşı sergilediği tutuma rağmen İsrail devletinin yaklaşımı beklenenden daha yumuşak oldu.

Türkiye’deyse Altan Öymen gibi bazı kesimler Erdoğan’ın yaklaşımını pek tutarlı bulmayarak, “terör listelerindeki Hamas’la da görüşmekte bir sakınca görmeyen Başbakan Erdoğan, o terör listeleriyle hiç ilgisi olmayan, yasal bir siyasi parti olarak Meclis’te yer alan DTP’yle görüşmeyi nasıl olup da reddedebiliyor?” diye soruyordu.

İsrail ordusunun Gazze’de orantısız güç kullandığına atıfta bulunan Erdoğan’a en sert ve manidar cevap ise “Başbakan Tayyip Erdoğan aynaya baksın” diyen İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’den geldi.

Türkiye’ye bir uyarı da 20 Ocak günü devralan ABD’nin yeni Başkanı Obama’dan geldi. 16 Şubat günü Cumhurbaşkanı A. Gül ve Başbakan T. Erdoğan ile telefonda görüşen Obama, müttefikler arasında bu tür aşırılıkları istemediğini ima etmişti.

İSLAM ALİEMİNE SOSYAL MESAJLAR

İsrail’in alttan almalarına rağmen AKP hükümeti İran, Suriye, Sudan gibi İsrail karşıtı ülkelerle flört etmeye devam etti.

Her yıl Ekim ayında İsrail’in de katılımıyla düzenlenen Anadolu Kartalı Tatbikatı’na İsrail uçaklarının katılımını engellemek için tatbikatın uluslararası ayağı iptal etti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi İsrail halkına hakareti içeren ‘One minute’ isimli bir dizinin devlet televizyonu TRT’de yayınlamasına izin verdi. AKP hükümetinin İsrail’i kızdıran bu tutumları İsrail’in de Türkiye’ye satmayı planladığı 8 adet insansız keşif uçağı Hero’nun teslimatını geciktirmesine neden oldu.

DEVLET KANALINDA KÜRTÇE YAYIN

TRT’nin Arı stüdyolarında 2009 yılının ilk gününde düzenlenen törenle Türkiye’de yirmi dört saat yayın yapan ilk Kürtçe televizyon kanalı TRT Şeş yayına başladı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kanalın açılışındaki “TRT şeş bi xer be” mesajı ‘tabular yıkılıyor mu?’ diye herkesi heyecanlandırdı. Cumhurbaşkanı Gül ise mesajında, “Herkes şunu görecek ki, herkes bu ülkenin sahibidir, herkes bu ülkenin onurlu, eşit vatandaşıdır ve herkes kendi kültürünü varsa farklılıklarını güzel bir şekilde ifade edebilmektedir” dedi.

Erdoğan TRT Şeş’in herkese hayırlı olmasını Kürtçe sözlerle dilemesine, kanalda Kürtçe yayın yapılıyor olduğunu Gül mesajında açıkça dillendirmesine ve kanal bir tek Kürtçe yayın yapmasına rağmen TRT Şeş resmi kayıtlara ‘Kürtçe yayın yapan kanal’ diye değil, ‘farklı dillerde yayın yapan kanal’ olarak geçti. Bir yıl boyunca bu farklı dilin ne olduğunun ismi bir türlü konulmadı.

‘KAFKA TİPİ YAPILANMA’ TRT ŞEŞ

Devlet kanalında Kürtçe yayın yapmanın ne demek olduğu kısa zamanda anlaşıldı. TRT Şeş’in yıldızı Rojin, kanaldaki işinde üç ayını daha yeni tamamlamıştı ki, aniden “programın için boşaltılmaya, programın kendi kendini bitirmesine çalışılıyor” diyerek istifa etti.

TRT Şeş gerçeği en iyi şekilde dile getiren kanal çalışanlarının altı aylık raporunda şu sözlere yer veriliyordu; “Cazibeli, merak uyandıran, kaliteli yayın yapan bir kanaldan ziyade, yasak savunan, yapılmış olsun diye yapıldı hissini veren, bürokratik mekanizmaların ve küçük hesapların her türlü yayıncılık prensiplerinin önüne geçtiği Kafka tipi bir yapılanma durumunda.”

KÜRTÇE BİR TEK KÜRTLERE YASAK

DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk, Dünya Anadil Günü 23 Şubat vesilesiyle grup toplantısındaki konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yapmak isteyince, Mecliste grubu bulunan partilerin grup toplantılarını canlı yayınlama zorunluluğu bulunan TBMM TV yayını kesti. Üstelik Kürtçe üzerindeki yasakları kaldırdıklarını iddia eden AKP hükümeti, TRT Şeş açılımını bir anda unutarak, Türk’ün konuşmasını provakasyon olarak nitelendirdi.

KÜRTÇE KONUŞANLAR CEZALANDIRMAYA DEVAM ETTİ

Kürtçenin kullanımının önündeki engellemelerin kaldırıldığı iddialarının aksine, yasaklar yargıda da devam etti. Kürtçe konuştukları için onlarca DTP’liye ceza yağdırıldı. En son cezayı ise Kasım ayında İzmir 6. Sulh Ceza Mahkemesi verdi. Mahkeme, 29 Mart Yerel Seçimleri’nde Demokratik Toplum Partisi (DTP) Karabağlar Belediye Başkan adayı Cemal Coşkun ve Gaziemir Belediye Başkan adayı Şeyhmuz Seyhan’ı Kürtçe propaganda yaptığı için 6’şar ay hapse mahkum etti.

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında ise 29 Mart seçimleri öncesi Gün TV’de 15 dakikalık bir programa katılarak Kürtçe konuşma yaptığı gerekçesiyle soruşturma açıldı.

KÜRT DİLİ VE EDEBİYATI SERBEST, ALFABESİ YASAK

TRT Şeş’in açılışında Arı Stüdyoları’nda bir konuşma yapan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ise İstanbul ve Ankara Üniversiteleri’nde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümleri açmayı planladıklarını söylemişti. Bu konu üniversite rektörleri arasında görüş ayrılığı yaşanmış olsa da icraatın esas sahibi hükümetin de bu konuda samimi olmadığı kısa sürede açığa çıktı. Bir dilin edebiyatının yapılabilmesi için gerekli olan ön koşul yazılı hale getirilmesiyken, İçişleri Bakanı Beşir Atalay Kürtçenin yazımında çok sık kullanılan ‘q,w, x’ harflerini alfabeye eklemeyi gündemlerine dahi almadıklarını açıkladı. Atalay’ın hazırladığı Kürt açılımının yol haritasında da alfabenin değiştirilmesin kesinlikle karşı oldukları net cümlelerle dile getirilecekti.

SORUNA KÜRT SORUNU DİYENLER

Kürt sorununa ilişkin 2009 yılında yapılan konferanslardan ilki 28-29 Ocak tarihleri arasında Avrupa Parlamentosu’nda düzenlendi. 5. Uluslararası AB, Türkiye ve Kürtler Konferansı ismiyle gerçekleştirilen konferansa AP’den ve DTP’den çok sayıda milletvekili ve belediye başkanının yanı sıra Nobel Barış Ödülü sahibi Başpiskopos Desmond Tutu gibi tanınmış birçok sima katıldı. Konferansın sonuç bildirgesinde sorunun barışçıl çözülmesi için Avrupa’nın Kürt sorunu konusunda politika değişikliğine gitmesi, Türk ordusunun sınırötesi saldırılarını durdurması ve İmralı Cezaevi’nin kapatılması istendi. Konferansa Türkiye’den, DTP dışında, hiçbir parti katılımcı göndermedi.

SORUNA İSİM KOYMAYANLAR

Soruna isim koymadan çözüm bulma yaklaşımını benimseyenler ise Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın organize ettiği Abant Platformu çerçevesinde toplandılar. Diyarbakır’da yapılması planlanan ikinci toplantı güvenlik gerekçesiyle iptal edilince, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile Selahattin Üniversitesi ve Mukriyan Araştırma Merkezi işbirliğiyle Erbil’e kaydırıldı. 15-16 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirilen toplantıya Türkiye’den Ali Bulaç, Haşim Haşimi, Abdulmelik Fırat, Ümit Fırat, Altan Tan, Sertaç Buçak gibi şahsiyetlerin katılması toplantının ne amaçladığını açıkça ele veriyordu. AKP milletvekillerinin katılmasını ise Erdoğan son anda “hassa bir süreçteyiz, konferansa gitmeniz doğru olmaz” diyerek engellendi. Kürt sorununu ‘ismini koyarak tartışalım’ diyen DTP ise toplantıya davet dahi edilmedi. Toplantıda ön plana çıkan temel strateji; ideolojik ve kültürel formasyonun Ümmetçilik üzerinden yürütülmesi, pratik politikalar temelinde de ekonomik ve ticari ilişkilerin ön plana çıkarılması şeklinde belirlendi. Toplantıda çıkan en önemli sonuçlardan bir tanesi de 29 Mart yerel seçimlerinden hemen sonra Kürt ulusal konferansının yapılması yönündeydi.

HESAP PKK’Yİ KONFERANS DIŞINDA TUTUMAK

Nisan veya Mayıs ayında yapması planlanan Kürt Ulusal Konferansı’nın katılımcılarının kim olacağı uzun süre tartışma konusu oldu. Türk devleti birçok Kürt partisinin katılımına ses çıkarmazken, KDP ve YNK üzerinde baskı kurarak, PKK, PJAK, PÇDK ve DTP’nin katılımını engellemeye çalıştı. Türkiye’nin bu tutumunun nedeni devletle işbirliği içinde olan Kürt partilerine ‘PKK’nin silah bırakması’ kararını aldırıp, PKK üzerinde ulusal bir baskı yaratma çabası olarak yorumlandı. En önemli hesabın 29 Mart Yerel Seçimleri’ne dönük olduğu iddia ediliyordu. Bu hesabın ‘DTP’yi seçimlerde ağır bir yenilgiye uğratıp, AKP’yi başarılı kılarak AKP’yi uluslararası alanda Kürt sorunun muhatabı olarak yansıtma’ şeklinde olduğu ifade ediliyordu.

YEREL SEÇİMLERE DOĞRU

Tüm bu hesapların arasında 29 Mart Yerel Seçimi maratonu başladı. AKP, DTP’nin elindeki belediyeleri de almada iddialıydı. AKP Genelbaşkanı Erdoğan, kendine o kadar güveniyordu ki; Diyarbakır’ı kast ederek ‘kaleyi alacağız’ diyebilecek kadar ileri gidebildi. DTP’yse Kürt sorununun muhataplarından biri olduğu kadar Türkiye partisi olduğunu da kabul ettirmek için elindeki belediye sayısını hem arttırmayı hem de batıdan bazı belediyeleri kazanmayı hesaplıyordu. AKP seçim propagandasını Ortadoğu’nun kanayan yarası Gazze ile Kürt sorunu üzerinden yaptığı için çekişmenin çetin geçeceği bekleniyordu. Bu yüzden de propaganda çalışmaları hem erken başladı hem de kimi yerlerde etik ölçülerin dışına çıkıldı.

Kemik oylarını koruma çabasındaki CHP ve MHP’nin, geçmiş seçimlerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da varlık gösteremediği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, birde konu Kürt sorunu olduğunda, AKP, DTP çekişmesinde AKP’ye arka çıkacakları tahmin ediliyordu. Bu yüzden de Kürt illerinde ciddi bir seçim çalışması yürütmediler. Hatta birçok yerde aday dahi göstermediler. Bu şekilde ‘Beyaz Kürtler’ diye tabir edilen devlet yanlısı Kürtlerin oylarını bölmeyerek, AKP’ye dolaylı destek sundular. Bu tutum ile Kürt sorununun varlığını inkar eden partiler AKP çatısı altında, Kürt sorunu Türkiye’nin temel sorunudur diyen DTP’ye karşı seçim yarışına girdiler. Bu da 29 Mart yerel seçimlerinin ‘referandum’ olarak yorumlanmasına neden oldu. Erdoğan CHP ve MHP’nin bu tutumu seçimlerden sonra ‘biz Türkiye’nin 81 vilayetinde varız. Ya siz?’ diyerek suiistimal etmeyi ihmal etmeyecekti.

Devletin parasıyla halktan oy istendi

Seçim yarışı aslında Gülen cemaatine yakınlığı ile bilinen Kimse Yok Mu derneğinin 2008’den itibaren Batman ve Diyarbakır başta olmak üzere Kürt illerinde eşya dağıtması ile başlatılmıştı. Sivil toplum kuruluşu gibi görünen bu dernek, İslam’ın yardımlaşma ve sadaka kültürü kisvesi altında özünde AKP propagandası yapıyordu. Seçimler her yaklaştıkça AKP bu yardım kampanyasının dozajını arttırdı. Devletin sosyal yardım fonuyla temin edilen yardımlar kimi yerde belediyeler, kimi yerde valilikler, kimi yerde sivil toplum kuruluşları eliyle dağıtıldı. Ekmek, kömür, yol, kırtasiye yardımları ile başlayan kampanya gıda maddeleri ve beyaz eşya dağıtımına kadar vardırıldı. Devletin vatandaşına yardımıymış gibi yansıtılan eşya dağıtımı, Türkiye genelinde yürütülüyormuş izlenimi verilmek istense de, esasında Diyarbakır, Dersim, Batman, Bingöl, Siirt, Bitlis, Van, Adana gibi AKP’nin kazanamama riski bulunun illerde yoğunlaştırıldı.

Seçmen listelerinde yüz binlerle ifade edilen hayali isimin tespit edilmesi ise seçimlere gölge düşüren hususlardan bir başkasıydı.

KCK EYLEMSİZLİK KARARI VERDİ

Yapılan her türlü propaganda ve karalama yetmezmiş gibi bazı basın kuruluşları çeşitli asparagas haberler yayınladılar. Seçimlere sandık kaçırma gibi yasa dışı hilelerinde karıştırılacağı hissine kapılan Koma Ciwakên Kürdistan (KCK), hem seçmenin rahat koşullarda geçmesi hem de kendi cephesinden seçimlere yönelik adil ve etik olmayan hiçbir müdahalenin gelişmeyeceğini garantilemek için 21 Mart Newroz Bayramı ile 29 Mart Yerel Seçimler arası dönemde tek taraflı eylemsizlik kararı verdiğini ilan etti.

SANDIKLAR DOĞRUYU SÖYLEDİ

29 Mart günü Türkiye’nin her tarafında seçimler sakin bir ortamda başladı. Fakat günün ilerleyen saatlerinde sandık başlarında yaşanan kavgalar duyuldu. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde sandık başında yaşanan kavgalarda 6 kişi öldü, onlarca kişi de yaralandı.

Seçimin ilk sonuçları açıklanmaya başlandığındaysa AKP başta olmak üzere birçok parti hayal kırıklığına uğradı. AKP iddia ettiği %47’nin çok gerisinde %38.8’de kalırken, CHP % 23.12, MHP %16.07, DTP %5.63 oy aldı. AKP’nin Kürt illerindeki oy oranı, 2007’ye kıyasla Van’da 19, Mardin’de 17, Adıyaman’da 16, Siirt’te 13, Hakkari’de 13, Batman’da 11, Diyarbakır’da 9 puan geriledi. Elindeki birçok belediyeyi kaybetti. Fakat Erdoğan en çok üzen iddia ettiğinin aksine Diyarbakır’da büyük bir hezimete uğraması, bu da yetmiyormuş gibi Van, Siirt ve Antalya gibi Kürtlerin yoğunlukta olduğu illerin belediyelerini kaybetmesiydi.

Seçimlere hile karıştırıldığı iddiasıyla Adana, Van, Ağrı, Bingöl gibi birçok ile ve ilçede itiraz başvurusu yapıldı. İtirazlar bazı yerlerde kabul edilirken, DTP’nin Ağrı’daki başvurusu İl Seçim Kurulu tarafından reddedildi. Oyların yeniden sayılması için Ağrı halkı sokaklarda gösteriler yaptı. Polis müdahale edince çatışma çıktı ve halk günlerce sokaklardan ayrılmadılar. Ağrı’daki seçim sonuçlarına ilişkin halkın ciddi kuşkuları bulunmasına rağmen, YSK itirazları kabul etmedi.

SEÇİMİN REVİZYON ETKİSİ

Seçimlerde en büyük oy kaybını AKP yaşadı. Elindeki birçok belediyeyi kaybetmesi yetmiyormuş gibi diğer partilerin ve Genelkurmaylığın desteğini alarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da DTP’ye karşı girdiği seçimden de mağlup çıktı. İddia edilenin aksine, DTP elindeki belediye sayısını 59’dan 99’a çıkardı. Ortaya çıkan tablo karşısında Genelkurmaylığın ilk tepkisi “Güneydoğu’daki sonuçlar üzerinde düşünüyoruz” şeklinde oldu. AKP de yeni bir durum değerlendirmesi yaptı ve kabinede revizyona gitme kararı aldı. Seçim yenilgisinin faturası, kaybedilen bölgelerde seçim çalışması yürütenlere kesildi. AKP’nin Van seçim çalışmalarını yürüten Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bunlardan sadece bir tanesiydi.

ULUSAL KONFERANS İÇİNDE TÜRKİYE’NİN HESABI TUTMADI

29 Mart Yerel Seçimleri’nin ardından Federal Kürdistan Bölgesi’nin başkenti Hewler’de yapılması planlanan ulusal konferans tartışmaları yeniden alevlendi. Fakat AKP yandaşları seçimler istedikleri sonucu çıkarmadığı için kendilerinin planladığı konferansın bu dönemde yapılmasını ve böyle bir konferansta PKK ile KDP ve YNK’nin bir araya gelmesine sıcak bakmadılar. Bu sefer de PKK ısrarcı oldu. Türkiye’nin baskılarına direnemeyen KDP ve YNK ara bir formülle konferans tarihini geciktirerek gündemden düşürmeye çalıştı. Bu yüzden de Nisan’da yapılması planlanan konferans, ilk başta Mayıs ayına ertelendi. Ardından Mart 2010’a ertelendiği duyuruldu.

ASKER İKİ KİŞİ KATLETTİ

Halkın demokratik temeldeki sokak gösterilerine seçimlerden önce çok fazla müdahale etmeyen güvenlik güçleri, seçimlerin hemen ertesinde bir anda geçmiş yıllara döndüler. Öcalan’ın doğum günü 4 Nisan’da, doğum yeri Urfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Amara (Ömerli) köyüne gitmek isteyen on binlerce Kürdü asker ve polis aşırı güç kullanarak engelledi. Çıkan olaylarda askerin açtığı ateş sonucu iki kişi yaşamını yitirdi. Bu olay sokakların fitilini yeniden ateşledi. Halk yeniden sokaklara döküldü.

KCK EYLEMSİZLİK DEDİ

Kürt açılımı temelinde hükümetin attığı adımları dikkatle izleyen, atılan adımları yetersiz ve aldatmaya yönelik olduğunu dillendiren, ama Türkiye’de bir ilkin gerçekleştirildiğini, bundan dolayı barışa bir fırsat verilmesi gerektiğini söyleyen KCK, Amara’da iki kişinin katledilmesine öfkelenen Kürtlere rağmen 13 Nisan-1 Haziran tarihleri arası dönemde tek taraflı eylemsiz ilan ettiğini duyurdu. Türkiye’nin operasyonlarını durdurması, önderleri Abdullah Öcalan’a yaklaşımların düzeltilmesi ve Kürt açılımının genişletilerek anayasal güvencelerin sağlanması gibi köklü adımların atılması durumunda eylemsizlik kararının kalıcılaştırılabileceği dahi ima edildi.

DTP’YE BİRİNCİ OPERASYON

KCK’nin tek taraflı eylemsizlik kararının üzerinden daha yirmi dört saat geçmemişti ki, Türkiye’de DTP operasyonu başlatıldı. Operasyonda gözaltına alınan 83 kişiden 51’i tutuklandı. Bu olay sokakların fitilini daha sönmeden yeniden alevlendir. Türkiye’nin her tarafında protesto gösterileri oldu. Bu gösteriler bazı yerlerde sokak çatışmalarına dönüştü. Hükümet yetkilileri operasyonun her ne kadar DTP’ye değil, KCK’nin Türkiye koluna yapıldığını iddia ettilerse de sokakları buna inandıramadı.

LİCE’DE 10 ASKER ÖLDÜ

KCK’nin tek taraflı ilan ettiği eylemsizlik kararıyla dahi muhatap olmadığını göstermek isteyen Genelkurmaylık, 29 Mart yerel seçimlerinden hemen sonra başlattığı askeri operasyonlarını son hız sürdürdü. DTP operasyonunun şoku daha atlatılamamışken, Diyarbakır’ın Lice ilçesi kırsalında operasyona çıkan askerlerde uzaktan kumandayla patlatılan bir mayın ile 10 askerin öldüğü haberi geldi. Seçim yenilgisinden sonra milliyetçi dalgayı yeniden körüklemek için doğan bu fırsattan yararlanmak istercesine, Genelkurmaylığın da kabullendiği ‘askerlerin operasyon esnasında öldüğü’ gerçeği kamuoyuna fazla yansıtılmadan, basında asker cenazeleri gösterildi.

Olayın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un basın toplantısına denk gelmesiyse Genelkurmaylığın tepkilerini arttırdı. Bundan dolayı operasyonlar genişletilerek karadan ve havadan sınırın her iki yakasında sürdürüldü. Yıl boyunca devam ettirilen operasyonlarda onlar askerin daha ölümüne neden olundu.

BİLGE KÖYÜ KATLİAMI

Dünya kamuoyunun dikkatlerini Türkiye üzerinde odaklayan bir başka olayda 4 Mayıs günü Mardin’in Mazıdağı İlçesi’ne bağlı Bilge Köyü’nde yaşandı. Düğün yerine gelen maskeli kişilerin dört koldan otomatik silahlarla açtığı ateş sonucu 6’sı çocuk, 16’sı kadın olmak üzere toplam 44 kişi hayatını kaybetti. Devlet yetkililerinin yaptığı ilk açıklamalar katliamın faili olarak PKK’yi işret eder nitelikteydi. Fakat katliamdan yaralı kurtulan köyün muhtarının ve görgü tanığı Osman Çelebi’nin ‘saldırıyı kendileri gibi korucu olan akrabalarının yaptığı’ yönündeki ifadeleri ve köy muhtarının “Katliamı ‘PKK yaptı’ dedirtmek içinde herkesi vurdular” sözlerinden sonra PKK üzerindeki töhmet kalktı. Görgü tanıklarının bu sözleriyle dikkatler korucular ve koruculuk sistemi üzerinde yoğunlaştı. Hükümet ve Genelkurmaylık dikkatleri dağıtmak için katliam nedenini ‘namus’, ‘töre’, ‘aşiret kavgası’, ‘kız meselesi’ diyerek izah etmek istedilerse de mağdurların ifadeleri aralarında herhangi bir husumet konusunun da bulunmadığı yönündeydi. İnsan Hakları Derneği ve çeşitli üniversitelerden 22 bilim adamının yaptığı incelemelerin sonucunda da katliamın ‘töre’ kaynaklı olmadığı, koruculuk sistemi kaynaklı olduğu açığa çıktı.

KORUCULUK SİSTEMİ GÜNDEMDE AMA!

Bilge Köyü’nde yaşanan katliam koruculuk sisteminin kaldırılması tartışmalarını yeniden gündeme taşırdı. TBMM’ye kadar taşırılan bu tartışmalar karşısında Genelkurmaylık ve hükümet savunmaya geçti. Genelkurmaylıktan yapılan açıklamaların hepsinde “olayla koruculuk kurumu arasında bir bağ kurularak korucuların kurumsal olarak ve bir bütün olarak sorumlu gösterilmeye çalışılmasını ön yargılı ve yanlış bir uygulama olarak değerlendiriyoruz” denildi.

Hayat Boyu Eğitim Gelişim Derneği’nin (HEGEM) 22 bilim adamı ile birlikte yaptığı araştırma ise tam tersini yansıttı. Hazırladıkları raporda şu belirlemeler yer aldı; “Olayda ekonomik çıkar ve güç çatışması ve sistemden kaynaklanan bazı sorunlar birbirini tetiklemiştir. Olay tamamen şiddeti içinde barındırmaktadır. Kapalı ve geniş aile görünümündeki failler, kendi adaletlerini gerçekleştirmişlerdir. Şiddet araçlarına sahip olmak ya da kolay erişim, şiddet eylemlerini kolaylaştırmaktadır. Bu olayda erkek failler korucu olup hepsinin silahı vardır.”

13 MAYIS: İKİNCİ DTP OPERASYONU

Konya, İstanbul ve Antalya’da PKK’ya yönelik 13 Mayıs günü eş zamanlı düzenlenen operasyonda aralarında DTP Konya İl Başkanı ile Selçuk Üniversitesi’nde okuyan 10 öğrencinin de bulunduğu 20 kişi gözaltına alındı. Emniyet yetkilileri birinci operasyonda olduğu gibi operasyonun DTP’ye değil, PKK’ye yönelik olduğunu, tutuklananların PKK ile ilişki içinde olduklarını iddia etti.

Aynı gün, farklı bir koldan da Ankara Barosu’na kayıtlı 4 avukat ile Ardahan Üniversitesi’nde okuyan 11 öğrenci tutuklandı. Üstelik bu avukat ve öğrenciler direkt PKK’ye yardım ve yataklık suçlamasıyla tutuklandıkları için dosyaları da Konya ve diğer ilerde tutuklananlardan ayrı ele alandı.

ASKER ASKERİ ÖLDÜRDÜ, PKK YAPTI DENİLDİ

Uzun süre PKK alehtarı propagandaların yapılmasına neden olan, ama iç yüzü anlaşılınca üstü kapatılan bir başka olayda 27 Mayıs günü Hakkari’de yaşandı. Çukurca kırsalında patlayan basmalı bir mayınla 6 asker öldü, 8 asker yaralandı. Mayını döşedi denilerek, PKK günlerce lanetlendi. Fakat olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra patlamayla ilgili bir ses kaydı internet sitelerine düştü. Kayıtta, bölgede görevli tugay komutanı Z.E., tümen komutanı tümgeneral G.K.’ye, “Bu mayınlar büyük olasılıkla bizim. Bizim çocukları koruyayım diye bizzat kendim yerleştirdim” diyerek itirafta buluyordu. Eylül ayında DTP Hakkari Milletvekili Hamit Geylani olayı meclis gündemine taşımış olsa da kamuoyu nezdinde PKK’ye bir sefer mal edilmiş olayı kaşıyarak ordu yıpratılmak istenmedi. 6 askerin ölümü duymazlıktan, görmezlikten gelinerek, olayın üstü kapatıldı.

28 MAYIS: ÜÇÜNCÜ DTP OPERASYONU

Polis ve jandarma İzmir, İstanbul, Ankara, Manisa ve Van’da ortak düzenlediği eş zamanlı operasyonda KESK Genel Sekreteri ile aralarında öğretmen ve sağlık çalışanlarının da bulunduğu 35 kişiyi gözaltına aldı. Emniyet yetkilileri, DTP ile ilişkileri bulunan zanlıları, yine PKK üyesi olmaktan gözaltına alındıklarını açıkladı.

KÜRDİSTAN SEÇİMLERİNDE SÜRPRİZ

Güney Kürdistan’da halk Federal Kürdistan Bölge Başkanı’nı halkoylamasıyla işbaşına getirmek için ilk kez 25 Temmuz’da sandık başına gitti. Başkanlık için Mesut Barzani’yle birlikte dört adayın yarıştığı seçimlerde, 111 sandalyelik parlamento da yeniden belirlendi. Parlamento seçimlerine ise KDP ve YNK ortak ‘Kürdistan’ listesiyle girerken, İslamcılar da ortak bir listeyle katıldılar. Seçimlerin en sürpriz ismi ise YNK’den ayrılan Noşirvan Mustafa’nın kurduğu ‘Goran’ listesiydi. Türkiye’nin PKK’le sürekli bağlantılandırmaya çalıştığı PÇDK’nin ‘Hiwa’ listesinin ise seçimlere katılmasına izin verilmedi.

KDP lideri Mesut Barzani Süleymaniye’den çok fazla oy alamazsa da Hewler ve Duhok’ta üstünlük sağlayarak, yeniden Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı oldu.

Parlamento seçimleri ise tahminleri altüst etti. Noşirvan Mustafa’nın ‘Goran’ listesi Süleymaniye’deki oyların %50’sinden fazlasını alarak, YNK’nin de dahil olduğu Kürdistan listesini büyük bir yenilgiye uğrattı. Bu sonuçla YNK lideri Celal Talabani’nin kalesi olarak görülen Süleymaniye, Talabani’nin elinden alındı. Sürpriz bir çıkış yapan ‘Goran’ listesi 111 sandalyeden 28’ini, ‘Kürdistan’ listesi 55’ini, İslamcılar 15’ini kazanırken, geri kalan sandalyeler azınlıklar ve diğer listeler arasında paylaşıldı. Bu sonuçlara göre KDP ve YNK’nin ortak ‘Kürdistan’ listesinin başkanı Behrem Salih Federal Kürdistan Bölgesi’nin yeni Başbakanı oldu.

ÇÖZÜME 45 GÜN DAHA

Hakkari’de 6 askerin ölümünün hemen ardından DTP’ye yönelik üçüncü operasyonun yapılması, üstelik bunların KCK’nin tek taraflı ilan ettiği eylemsizlik kararının bitmesine birkaç gün kala yaşanması kafaları karıştırdı. Bu dönemde DTP Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş “Bu süreci bozup tekrar çatışmaya sürüklemek ve diyalog zeminini ortadan kaldırmak isteyen güçler fırsat kolluyor” diyerek, tartışma zemininin ve diyalog arayışı zeminin sürdürülmesi talebinde bulundu. Aynı dönemde Türkiye’de barışın ve çözümün gelişmesi için bir yol haritası hazırladığını, bu konuda herkesten görüş istediğini söyleyen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Ağustos’un sonlarına kadar hazır hale getireceği yol haritası için KCK’den eylemsizlik kararını 1 Eylül’e kadar uzatılmasını talep etti. Birçok kesimden gelen talepleri göz önünde bulundurduklarını belirten KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, barışa fırsat vermek için eylemsizlik kararını 15 Temmuz tarihine kadar uzattıklarını açıkladı. İki aydır sürdürdükleri eylemsizlik kararına rağmen Türk ordusunun Lice, Cudi, Gabar gibi birçok alanda ara vermeksizin sürdürdüğü operasyonları ve Kürt halkına yönelik geliştirilen baskıları göz önünde bulunduran Karayılan, saldırılar karşısında meşru-müdafaa haklarını saklı tuttuklarının da altını çizdi.

BAŞBUĞ: ‘ARAR BULUR YOK EDERİM’

KCK demokrasi, barış ve çözümün gelişmesinin ön koşulu olan çatışmasız bir ortam yaratmak için her ne kadar tek taraflı eylemsizlik süresini uzatsa da, çatışmaların diğer tarafında yer alan Genelkurmaylığın tutumu merak konusuydu. KCK’nin kararına eylemsizlik kararına Genelkurmay Başkanı Org İlker Başbuğ Washington’dan, “arar, bulur, yok ederim” cevabını verdi. Başbuğ’un cevabı kısaydı, ama mesajı netti.

Ordu’nun Nisan ayında başlattığı operasyonlar Mayıs ayında Garısa ve Diyarbakır’da yoğunlaştırmıştı. Halk Savunma Birlikleri (HPG) bu operasyonlarda çok sayıda gerillanın yaşamını yitirdiğini açıklamıştı. Başbuğ’un açıklamasından sonra operasyonlar daha da yoğunlaştı. Siirt, Şırnak, Dersim, Diyarbakır ve Hakkari’nin Çukurca ve Şemdinli ilçeleri kırsallarında günü birlik operasyonlar düzenlendi. Bazı operasyonlar haftalarca sürdü. Sadece Hakkari’nin Çukurca ilçesi kırsalında 8-15 Eylül tarihleri arasında yapılan operasyonda 8 gerilla yaşamını yitirdi. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesi Balkayalar (Govende) dağında yapılan operasyonda 4 asker öldü. Çatışmalar günlerce devam etti. Sınırın diğer yakasındaki Basyan, Avaşin, Meze, gibi alanlara uçak ve topla düzenlenen bombardımanlar ise neredeyse rutin bir hal aldı.

KORUCULAR KATLETMEYE DEVAM ETTİ

Geçici Köy Korucuları’nın devlet silahıyla 2009 yılında işledikleri cinayetler Bilge Köyü katliamı ile sınırlı kalmadı.

25 Temmuz’da Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesi’ne bağlı Beşağaç Köyü’nden Günyüzü Köyü’ne gitmekte olan DTP’li Necmi Ölmez ile Ferhat Erdiş silahlı kişilerce katledildi. Olaya başta faili-meçhul süsü verilmek istendiyse de kısa sürede Hançer Timi’ne bağlı korucuların yaptığı tespit edilip, filleri tutuklandı.

4 Kasım günü de Diyarbakır’ın Ergeni ilçesinde İsmail Akyol ve oğlu Abbas Akyol, rüşvet istedikleri Necmettin Aras’tan parayı alamayınca, devletin verdiği kalaşnikoflarla Necmettin ve Perihan Aras çiftiyle birlikte dört kişiyi öldürdüler.

İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre devletin verdiği silahla korucular son 19 yılda öldürdükleri tespit edilen sivil insan sayısı 235 ulaştı. Bin 415 de olaya karıştılar.

TÜRKİYE TAMPON BÖLGE OLUŞTURUYOR

PKK ile Türk ordusu arasında yirmi beş yıldır süren savaşta Türk ordusunun en yaratıcı ve en masumane görünen ama toplumsal açıdan en büyük tehlikelere neden olacak olan askeri taktiği 2009 yaz aylarında deşifre oldu. Şemdinli’den başlayıp Silopi’ye kadar uzanan sınır hattı üzerinde 2008 yılında 11 barajın projesi hazırlanmış, bunlardan bazılarının temeli dahi atılmıştı. Bunlara paralel olarak sınır hattı boyunca tüm tepelere ve karakollara yol yapım çalışması başlatılmıştı. Yapılan barajlar tamamlandığında sınır hattının büyük bir bölümü su ile doldurulurken, bu barajlarda toplanan suların tarımda kullanılmasının da mümkün olmadığı tespit edildi. Bu durumu Ağustos ayında deşifre eden KCK Yürütme Konsey Üyesi Duran Kalkan, Genelkurmaylığın son taktiğini şu sözlerle deşifre ediyordu; “Botan, Zağros hattında tampon bölge oluşturuyor. Tam bir askeri bölge yaratıyor. Yol ve barajlarla araziyi ortadan kaldırıyor. Ardından sivil nüfusu da sürecek, tehcir edecek, ondan sonrasında da tampon bölge yaratmış olacak. Herkes dikkat etsin, oyuna gelmesin, birkaç tatlı söz onları aldatmasın.”

Kalkan, bazı kesimlerin HPG’ye dayattıkları ‘gerillalarını sınırın dışına çekme’ söylemlerinin de bu taktiğin bir parçası olduğu ve barajlar bitme aşamasına gelen kadar HPG’ye buna ikna çabası olduğun dikkat çekiyordu. Baraj kapaklarının kapatılmasıyla sınırın içindeki gerillaların dışındakiler olan bağlantıları koparılarak her iki tarafta boğma hareketine başlanacağı uyarısı yapıyordu.

AKP YOL HARİTASI HAZIRLIYOR

Genelkurmaylık PKK’yi boğmaya çalışırken, AKP hükümeti de demokratik açılım adına raporlar hazırlamaya başladı. Özellikle Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir yol haritası hazırladığını ve bu konuda herkesin görüş ve önerilerini beklediğini açıkladığı Mayıs ayından sonra AKP’de yol haritası çıkaracağını belirtti. Temmuz ayında İçişleri Bakanı Beşir Atalay bu temelde görevlendirildi.

Çeşitli kesimlerin görüş ve önerilini dinlemekle çalışmaya başlayan Atalay, bu süreçte DTP’nin de içinde olduğu 5 siyasi parti ve çok sayıda sivil toplum kuruluşuyla görüştü. AKP’nin demokratik açılımına ilk günden karşı çıkan CHP ve MHP ise görüşme talebini reddetti. Atalay’la paralel çalışan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’da bu sürede Bağdat, Şam, Tahran ve Washington’un nabzını tuttu.

ÖCALAN’IN YOL HARİTASINA DEVLET EL KOYDU

Kürt sorununun çözümüne ilişkin AKP’nin bir yol haritası çıkarmaya çalıştığı bir dönemde KCK’nin eylemsizlik kararının bitiş tarihi olan 15 Temmuz geldi. KCK hem önderlerinin açıklayacağı yol haritasını hem de AKP hükümetinin yürüttüğü Kürt açılımının sonuçlarının nereye vardırılacağını beklemek için eylemsizlik kararını 1 Eylül’e kadar uzattı.

Bu süre zarfında Öcalan hazırladığı yol haritasını, avukatları aracılığıyla kamuoyuna paylaşılması için, İmralı cezaevi müdürüne teslim etti. Fakat savcılık Öcalan’ın yol haritasına el koydu. Kamuoyunun tepkisine neden olan bu durum, kitlelerin ‘Yol Haritamızı İstiyoruz’ talebiyle yeniden sokaklara dökülmesine neden oldu.

EYLEMSİZLİK NE BİTTİ, NE BİTMEDİ

Adalet Bakanlığı Öcalan’ın yol haritasını inceliyoruz bahanesiyle avukatlarına vermedi. Ama bu arada KCK’nin tek taraflı ilan ettiği ve iki sefer uzattığı eylemsizlik kararının da sonuna gelindi. Kürtlerin ‘yol haritamızı istiyoruz’ talebine rağmen Bakanlık ‘ne vereceğiz, ne de vermeyeceğiz’ dedi. Devletin bu tutumuna karşılık KCK de eylemsizlik kararı bittiğinde kararı ne uzattılar, ne de uzatmadılar. Herkes ve her şey beklemedeydi.

DTP’YE 4. OPERASYON

Gerçi sessizlik çok fazla sürmedi. On gün sonra, 11 Eylül günü, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla KCK’nin sözde şehir yapılanmasına operasyon yapılıyor denilerek, 10 DTP’li tutuklandı. Devletin bu tutumuna öfkelenen TBMM Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş “Bu tutuklamalar bizim için yenilir yutulur değildir” diyerek hükümeti uyarıyordu. 4. DTP operasyonu Öcalan’ın yol haritasının verilmemesine rağmen, ‘belki verilir’ diyerek bekleyen hem Kürt halkının, hem de süresi biten eylemsizlik kararının açıklamasını geciktiren KCK’nin sabrını taşıran son damla oldu. DTP’liler hemen hemen her gün sokaklarda boy göstermeye, her türlü demokratik eylem türüne başvurmaya başladılar. Yaşananlar karşısında DTP’nin yaklaşımını pasifist bulan Kürtler ise tepkilerini araç yakarak göstermek istediler. 3. DTP operasyonundan sonra daha yeni yeni sakinleşmeye başlayan sokaklar yeniden ısınmaya başladı.

İKİ AYRI BAŞ İKİ AYRI RAPORDA UZLAŞTI

Bu arada İçişleri Bakanı Atalay’ın Kürt sorununa ilişkin iki ayrı rapor hazırlayacağı yönünde bir tartışma gündeme oturdu. Tartışmaya göre ‘Genelkurmay ve MİT’in onayını alacak olan birinci rapor, PKK’ye karşı alınacak askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel önlemlerin tamamını içerecek. Bu yüzden gizli tutulacak. İkincisi ise, kamuoyunun refleksleri düşünülerek olası tepkilerin de önüne geçebilecek şekilde hazırlanıp, kamuoyuna açıklanacak’ şeklindeydi. Mecbur kalmadıkça Kürt kelimesini ağzına almayan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un AKP’nin Kürt açılımı gibi sözlerine ve girişimlerine karşı neden sessiz kaldığı bu tartışmalar ile açığa çıktı. Üstelik bir taraftan Kürt açılımından söz edilirken, diğer taraftan DTP’ye yönelik operasyonların yapılıyor olması, Kürtlerin en demokratik haklarını kullanma istemlerine polisin aşırı güç kullanmasına izin verilmesi, operasyonların durdurulması kamuoyuna yansıtılacak olan raporun mantığına ters iken, sözü edilen asıl veya birinci raporun mantığı ile ancak uyumlu olabilirdi. Gizli tutulan birinci raporun mantığını Murat Karayılan şu şekilde yorumluyordu; “‘Kürtleri artık inkar etmeyelim, bireysel hakları tanıyalım, ekonomik ve kültürel tedbirleri alalım, ama PKK’yi imha edelim’ anlayışıdır.”

SURİYE: TÜRKİYE’DEN YANA TARAFIZ

Demokratik açılım paketinin dış bağlantılarını kurmakla görevli Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, çalışmalarının ilk ürününü Suriye’den aldı. Günü birlik bir ziyaret için 16 Eylül günü Türkiye’ye gelen Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın Başbakan Erdoğan ile Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı görüşmenin ardından yaptığı açıklama bunu belgeledi. Esad, Türkiye’nin PKK’yi tasfiye çalışmalarında Türkiye nüfusuna kayıtlı Kürtlerin dönüşü sağlandığında, Suriye, İran ve Irak nüfusuna kayıtlı Kürtlerin nasıl konumlandırılacağı sorusuna Suriye cephesinden açıklık getirdi. PKK’nin tasfiyesinde Türkiye ile ortak hareket ettikleri mesajını veren Esad, “Silah bırakırlarsa dağdaki Suriyeli PKK’lileri vatandaşlığa alırız” dedi. Esad’ın açıklamasının ironik yanı, Suriye devletinin kuruluşundan önce de o topraklarda yaşadığı belgeli olan, ama hala vatandaş kabul edilmeyen 250 bin civarında Kürdü de vatandaşlığa alıp almayacağını söylememesiydi.

SINIRÖTESİNE BİR TEZKERE DAHA

AKP’nin Kürt sorununa eğilmesini Türkiye açısından olumlu bir adım olarak değerlendiren Öcalan, Türkiye’de oluşturulan toplumsal hassasiyetleri göz önünde bulundurarak, kendisinin veya PKK’nin muhatap alınamaması durumda DTP’nin muhatap alınabileceğini söyleyerek çözüme katkı sunmaya çalıştı. Öcalan ‘sorun varsa, en az iki muhtap vardır’ mantığından hareketle Kürt sorununda diğer muhatabın adresini göstermeye çalışırken, devlet 11 Eylül’de DTP’ye 3. operasyonu da yaparak muhatabı kabul etmediğini beyan etmişti. Çözümde muhatap alınabilecek bir diğer kesim ise PKK’eydi. AKP’nin Kürt sorununun çözümünde muhatap arayıp aramadığının, çözümde samimi olup olmadığının sınavı, ilki 2007’de çıkarılan ve her yıl uzatılan, sınırötesi operasyon tezkeresiyle belli olacaktı. AKP tezkerenin uzatılma tarihi olan 17 Ekim’i dahi beklemeyip, birkaç gün öncesinden kararı meclisten geçirerek ‘Kürt sorununun çözümünde kimseyi muhatap almıyorum’ mesajı verdi. Öcalan’a yaklaşım ise 17 Kasım’da belli olacaktı.

ÜÇÜNCÜ BARIŞ GRUBU TÜRKİYE’DE

AKP hükümeti sınırötesi operasyon için izin vererek Kürt sorununun çözümünde askeri yöntemde ısrar ederken, KCK 19 Ekim günü 3. Barış Grubu’nu Türkiye’ye gönderdi. Mahmur Mülteci Kampı’ndan 26 kişi, Kandil’den de 8 gerilladan oluşan Barış Grubu, Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yaptı. Hemen sınır kapısında, İçişleri Bakanlığı tarafından özel görevlendirilen savcılar tarafından, ifadeleri alınan grup üyelerinden 29’u ilk ifadelerinden sonra hemen serbest bırakıldı. Tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edilen 5 kişiyi ise, yine Bakanlığın özel görevlendirdiği hakimler tarafından serbest bırakıldı. Yüz binlerce insanın karşıladığı Barış Grubu üyeleri, gittikleri her yerde insan selinin sevinç gösterileriyle karşılaştı.

İlk ikisi 1999’da gelen barış gruplarının tüm üyeleri tutuklanıp, yıllarca hapis yatmaya mahkum edilirken, bu yıl gelen üçüncü barış grubunun serbest bırakılması Kürtler arasında sevinçle karşılandı.

KONSEPTİN ÖZÜ: PİŞMAN DEĞİLSENİZ NİYE GELDİNİZ

Türkiye basını Barış Grubu üyelerinin gelişini ‘teslimiyet’ diye lanse etmek istediyse de grup üyeleri, üzerine basa basa, ‘Türkiye’de tıkanan siyasetin önünün açılması için Sayın Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda barış elçileri olarak geldik’ dediler. Bu arada Habur’da ilk ifadelerinden sonra mahkeme karşısına çıkarılan 5 PKK’liye de ‘etkin pişmanlık yasasından yararlanmaları ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan için ‘sayın’ dememelerinin dayatıldığı açığa çıktı. Barış Grubu üyeleri ‘biz sayın Öcalan’ın istemiyle barış elçisi olarak geldik’ dedikçe, halkın sevinç gösterileri arttı. Gösteriler AKP’nin, barış grubunun etkin pişmanlık yasasından yararlandığı izlenimi yaratarak, Öcalan’ı ve PKK’yi devre dışı bırakma hesaplarını bozdu. Muhalefet de yüklenince AKP’de ağız değiştirerek, ‘şova dönüştürmeyelim’, diye uyarmaya başladı. Erdoğan’a cevap Kandil’den “şov değil barış istemi” diye geldi. Halk sevinç gösterilerine devam edince Erdoğan’ın tutumu yüz seksen derece değişti. Direkt Kandil’i hedefleyerek gösterilerin durmaması halinde ‘sil baştan yaparız’ tehdidinde bulundu. O ana kadar Barış Grubu’na ilişkin ne ‘barış elçileri’ nede ‘teslim oldular’ şeklinde bir üslup kullanmayan AKP kurmayları, bir anda ağız değiştirdiler. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, bir basın toplantısında hükümetin değişen politikasını tek bir soruya sığdırdı; “Pişman değilseniz niye geldiniz?”

DÖRDÜNCÜ BARIŞ GRUBU BEKLEMEYE ALINDI

PKK 3. Barış Grubu’ndan sonra Avrupa’dan da 4. Barış Grubu’nu Türkiye’ye göndermeyi planlıyordu. Bunun hazırlıklarını da tamamlamıştı. Fakat “Biz bu adımı attık buyurun siz de bir adım atın. Durup bekleyeceğiz, devletin ve hükümetin atacağı adım ne olacak ona bakacağız” diyen Karayılan, Türkiye’nin atacağı adımı bekledikleri mesajını vermişti. Başbakan Erdoğan’ın ve yardımcısı Çiçek’in 3. Barış Grubu’na ilişkin sözlerinden sonra KCK yetkilileri, ‘Türkiye’de hükümetin ve muhalefetin Barış Gruplarını barışı geliştirmede değil, PKK’yi tasfiyede kullanmaya çalıştığına’ dikkat çekerek, Avrupa’dan göndermeyi planladıkları grubu durdurduklarını açıkladılar.

TÜRKİYE’DE IRKÇI TEZAHÜRAT

AKP’nin demokratik açılım söylemlerine CHP ve MHP milliyetçi duyguları kaşıyarak muhalefet edince, AKP de gelişen muhalefet karşısında parmak attığı kangrenleşen yara Kürt sorunu tedavi etmeden çark edince olaylar sokaklara taştı. Siyasetin tepsindeki kafa karışıklığı sokaklara Kürt, Türk çatışması şeklinde yansıdı. Bunun sonucu olarak, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ülkücü öğrenciler Kürt öğrencilere saldırdı.

Bu olaydan çok kısa bir süre sonra 3 Kasım da İzmir’de DTP il binasına kimliği belirsiz kişi veya kişilerce saldırı düzenlendi. DTP Ankara il binasına benzer bir saldırı düzenlendi.

Ağrı’nın Doğubayazıt İlçesi’nden, Tekirdağ’ın Hayrabolu İlçesi’ne çalışmaya giden Kürt işçiler, kendi aralarında Kürtçe konuştukları için 14 Kasım günü linç girişimine maruz kaldı.

Türkiye’de yaşanan duygu ayrışmasının vahameti yeşil sahalarda da hissedildi. Diyarbakırspor Bursa ve Antep’te çıktığı maçlarda seyircilerin ırkçı tezahüratlarıyla karşılandı.

RANDEVULAŞAMAMALAR

Temmuz ayında hükümetin Kürt açılımına ilişkin iki ayrı rapor hazırlığı içinde olduğu açığa çıkmıştı. Raporlardan birinin kamuoyunun nabzına göre hazırlanacağı ve duyurulacağı söylenirken, esas raporun hükümet, Genelkurmaylık ve MİT (MGK üyeleri) ile sınırlı ve gizli kalacağı birçok ajansa yansımıştı. Kürtler konusunda katı bir tutum sahibi olan Genelkurmaylığı, AKP’nin Kürt açılımı karşısında sessiz kalmasının nedeni de konseptte ortaklaştıkları şeklinde yorumlanmıştı.

Anamuhalefet partisi CHP’nin farkında olmadan gizli kalacak olan rapora muhalefet ediyor olması AKP’nin icra gücünü zayıflatıyordu. Bundan dolayı da Başkan Erdoğan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile uzun süre ikili bir görüşme yapmak istedi. Baykal, “Türkiye’den saklanan bir tuzak kuruldu” diyerek talebi reddedince, Cumhurbaşkanı Gül farklı bir koldan devreye girdi. Gül Kandil ve Mahmur’un boşaltılma planlarının tartışılacağı MGK toplantısına anamuhalefet partisinin de katılmasını önerdi. CHP bu teklifi de kabul etmedi. Erdoğan ile Baykal arasında yaşanan ‘randevulaşmama’ sorunu 2009 yılının en traji-komik olayı haline geldi. 2009 yılındaki ‘randevulaşmama’ların ironisiyse; bir taraftan DTP Kürt sorunu konusunda tartışmak için Başbakan Erdoğan’dan randevu talep ederken Erdoğan’ın talebi reddetmesi, diğer taraftan Erdoğan aynı konuda CHP’den randevu talep edince de CHP’nin reddetmesinde gizliydi.

AKP’NİN YOL HARİTASI MECLİSTE

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun çözümüne ilişkin hazırladığı yol haritasının avukatlarına verilmemesi Kürtlerin tepkilerine neden olsa da AKP hükümetinin hazırladığı yol haritası da merakla bekleniyordu. Dört aylık bir bekleyişten sonra AKP yol haritasını 10 Kasım günü meclis gündemine getireceğini açıkladı. Kürt açılımına baştan beri muhalefet yapan CHP ve MHP bu sefer ‘neden 10 Kasım?’ diye muhalefet yapmaya başladı. 10 Kasım’da ‘olur’, ‘olmaz’ tartışmaları arasında meclis ‘Kürt açılımı’ gündemiyle toplandı.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın hazırladığı yol haritasında belirlediği kırmızıçizgiler şu şekildeydi; “Bunlar, genel af ve ana dilde eğitim. Bu çerçevede, Kürt alfabesinde yer alan harflerin, şu andaki mevcut alfabeye dahil edilmesi de düşünülmüyor. Kürt açılımı konusunda atılacak adımlar, Anayasa’nın ilk üç maddesine, aykırı olmayacak. Ayrıca üniter yapıya aykırı hiçbir adım atılmayacak.”

AKP’nin aylardır merakla beklenen yapılabilinecekleri ise şunlardı; “Cezaevlerinde Kürtçeye izin verilmesi, Mahmur kampının ve Kandil’in boşaltılması için Türk Ceza Kanunu’nun etkin pişmanlığı düzenleyen 221. Maddesinin değiştirilmesi, özel televizyonlarda 24 saat Kürtçe yayın hakkının tanınması, yerleşim yerlerine Kürtçe isme izin verilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Kürtçenin seçmeli ders olabilmesine olanak tanınması, anadilde propagandaya izin verilmesi, ilk ve ortaöğretimde tarih kitaplarında Kürtleri yok sayan ifadelerin değiştirilmesi.”

Hükümetin hazırladığı iddia edilen raporlardan ikincisi meclis aracılığıyla kamuoyuna da açıklandı. MGK için hazırlandığı söylenen birinci raporda nelerin olduğunu kimse bilmese de ikincisi kimseyi memnun etmeye yetmedi. CHP ve MHP raporu ‘Türkiye’yi bölme’ olarak yorumlarken, Kürtler ‘tasfiye planı’ dedi.

En sert tepki ise KCK’den geldi. “Kürt halkının iradesi tanınmadan, muhataplarıyla diyalog kurulup müzakere edilmeden Kürt sorunu çözülmez” diyen KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, sorunun çözüm yolu “Önce insan öldürmeye son verecek olan operasyonları durdurma, Kürt halkının iradesini tanıma, temsilcilerini muhatap alma ve müzakere sürecini başlatmaktır” dedi. KCK, AKP hükümetini hiçbir somut çözüm içermeyen gayrı ciddi tutumundan vazgeçmeye çağırıyordu.

ÖYMEN DERSİM KATLİAMINI SAVUNDU CHP SAHİP ÇIKTI

TBMM’de Kürt açılımı ve Atalay’ın hazırladığı yol haritası tartışılırken, bir anda milletvekillerinin ve kamuoyunun gündemi CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in ön görüşmelerde yaptığı konuşmada Dersim isyanının bastırılma yöntemini öven sözlerine takıldı. Öymen, AKP’ye “Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi?” diye soruyordu. Öymen’in bu sözleri Aleviler ve Dersimliler arasında ‘Öymen istifa’ sloganları ile karşılandı. DTP ve AKP milletvekilleri ile aydınlar Öymen’in sözlerini geri çekmesini isterken, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal onu destekledi. CHP’nin Dersimli Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun da başta ikircikli, ama sonradan Öymen’i sahiplenen yaklaşımları Alevileri derinden yaraladı. CHP yöneticilerinin bu tutumundan dolayı Aleviler birçok yerde CHP’den istifa etti ve yeni bir oluşama gitmeye hazırladı. Öymen’in sözlerine CHP dışından tek destek ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Alevi MHP’lilerden geldi.

ÖYMEN’İN ÇIKIŞI AKP’NİN DE İÇ YÜZÜNÜ AÇIĞA ÇIKARDI

Öymen’in Dersim katliamını öven sözleriyle birlikte Dersim ve Tunceli tartışmaları gündeme girdi. Medya kuruluşları ve siyasetçiler farkında olmadan, 1937 yılında Dersim isyanı bastırıldıktan sonra ismi Tunceli olarak değiştirilen ve kullanımı yasaklanan Dersim ismini fiili bir durum olarak telaffuz etmeye başladı. Bu durum yerleşim yerlerinin esas isimlerini yeniden gündeme getirdi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Ben doğrusu il ve ilçe ismi değiştirilmesini hiç onaylamıyorum” sözleri, AKP’nin yol haritasında samimi olmadığı yorumlarını arttırdı. Çünkü Atalay’ın sözleri, bizzat kendisinin hazırladı ve daha bir hafta önce meclise sunduğu yol haritasındaki ‘yerleşim yerlerine Kürtçe isme izin verilmesi’ maddesine tersti.

CEZAEVİ DEĞİŞTİ AMA KOŞULAR AĞIRLAŞTI

Uzun süredir gündemde olan bir konuda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın tutukluluk koşullarıydı. CTP’nin de yaptığı incelemeler sonucunda Öcalan’ın yerinin değiştirilmesi uzun süreden beridir gündemdeydi. Böylesi bir nakil için İmralı adasında başka bir cezaevi yapıldığı duyumu uzun süredir alınıyordu. Nihayet 17 Kasım günü yeni cezaevine nakledildi. Ayrıca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan 5 tutuklu daha aynı cezaevine gönderildi. Bu şekilde tek kişilik kapalı İmralı cezaevi AB standartlarına getirilmiş gibi gösterildi.

17 KASIM DARBESİ

Tam da o dönemde devletin hazırladığı yol haritasını değerlendiren Öcalan, Türk Ceza Kanunu’nun etkin pişmanlığı düzenleyen 221. Maddesinin değiştirilerek gündemleştirilmesi fikrini ‘tasfiyede ısrar çabası’ olarak yorumladı. Gizli planların yürütüldüğüne dikkatleri çekti. DTP operasyonlarının, kendisinin yeni cezaevine nakledişlinin de bu planın bir parçası olduğunu ve startının 17 Kasım günü verildiğini söyledi. Devletin izlediği politikaları Kürt Özgürlük Hareketine yönelik bir ‘darbenin başlangıcı’ olarak tanımladı. Nakledildiği yeni cezaevinde susturulmaya çalışıldığının altını çiziyordu.

Nakledildiği yeni hapishanede Öcalan’a ‘konuşma’ yaklaşımının dayatıldığının, koşullarının eski yerine nazaran daha da ağır olduğunun ve nefes alma sorunları yaşadığının duyulmasıyla Kürt halkı sokaklara döküldü. Polislerin müdahalesi olduğunda da çatışmaya girmekten kaçınmadılar. Polis günlerce süren olayların kontrolünü sağlamada yetersiz kalınca DTP’lileri devreye koydu. DTP’lilerin de çabaları sonuç vermeyince Adalat Bakanlığı İmralı koşullarını incelemek için bir heyet göndermek zorunda kaldı. Yapılan ilk incelemelerin sonucunda havasızlık sorunu tespit edilerek yeni pencereler açıldı. Öcalan’ın içinde tutulduğu hücrenin fotoğrafları yayınladı ve koşulların AB standartlarında olduğu açıklandı. Fakat Kürt halkı cezaevinde CTP’nin incelemesini talep ederek gösterilere devam etti. Sonunda devlet onu da kabul etmek zorunda kaldı.

AYNA: AÇILIM BİTTİ

Uzun süredir Türkiye’yi tehdit eden ırkçılık 22 Kasım günü yine İzmir’de hortlatıldı. Polisin ‘halkın tepkisi’ diye sıradanlaştırdığı olay DTP Eş Başkanı Ahmet Türk’ü taşıyan konvoya taşlı, sopalı saldırı şeklinde yaşandı. Kürtlere yönelik saldırılar İzmir’den Çanakkale, Muğla, Hatay, İstanbul ve Ankara’ya yayıldı. Polis bu olaylara müdahale etmezken, DTP’lilerin düzenlediği demokratik yürüyüşlere aşırı güç kullanarak müdahale etti. DTP’lierin Diyarbakır’da düzenlendiği bir yürüyüşe de polis aynı şekilde müdahale edince çıkan olaylarda Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğrencisi Aydın Erdem yaşamını yitirdi. Erdem’in polis kurşunuyla katledilmesi ve Kürtlere karşı geliştirilen linç girişimleri karşısında devletin görmezden gelen yaklaşımları karşısında DTP’liler ‘açılım bitti’ dediler. DTP Eş Başkanı Emine Ayna “Arkadaşlar açılım bitti. İmralı’ya yaklaşımla beraber bitti zaten. İçişleri Bakanı’nın, Başbakan’ın ‘İzmir’e DTP’yi sokmama kararı’ ile beraber açılım bitti zaten” diyordu.

HPG TÜRKİYE’NİN ORTASINDA VURDU

Afganistan’a asker göndermenin gündemde olduğu bir dönemde Başbakan Erdoğan, Barack H. Obama’nın davetlisi olarak ABD’ye gitti. Daha Erdoğan-Obama görüşmesi olmamıştı ki, 7 Aralık günü Tokat’ın Reşadiye ilçesinde 7 askerin öldüğü haberi geldi. Eylemi kimin yaptığı üç gün boyunca netleşmedi. Hükümet ve ordu bu eylemin PKK işi olmayacağını, buna gücünün olmadığını iddia ettiler. Eylemin, AKP’nin başlattığı demokratik açılım sürecini baltalamak isteyen, Ergenekon’un işi olabileceğini söylediler. Fakat üç gün sonra HPG, ‘önderlerine karşı sürdürülen saldırıyı protesto etmek için yerel birimlerinin kendi insiyatifleriyle yaptığı bir eylem’ diyerek üstlendi. HPG açıklamasına rağmen hükümet yetkilileri ‘Ergenekon işidir’ diyerek, PKK’nin Tokat gibi Türkiye’nin göbeğindeki bir yerde eylem yapamayacağını, buna gücünün olmadığını, Türk devletinin PKK karşısında çok güçlü olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. HPG’nin yaptığını kabul etmek zorunda kaldıklarında KCK’nin tek taraflı ilan ettiği, ama muhatap bulunmadığı için ısrar etmeyi anlamı bulmadığı, eylemsizlik kararı akıllarına yeni geldi. Bu seferde ‘PKK savaşa geri döndü’, ‘PKK yeni eylem hazırlıkları içinde’ gibi farazi haberlerle Türk halkı PKK’ye ve Kürtlere karşı kışkırtılmak istendi.

OBAMA ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ

Reşadiye baskınının gölgesinde başlayan Obama- Erdoğan görüşmesi planlanandan uzun sürdü. Her zamanki gibi toplantının temel gündemi ‘terör’dü. Toplantıdan sonra basın açıklaması yapan liderler, toplantının genel içeriğine ilişkin 5 Kasım 2007’deki Bush-Erdoğan görüşmesi benzetmesi yaptılar. ABD Türkiye’nin baskısıyla PKK’yi yine ortak düşman ilan etti. Bu adıma karşılık ABD’nin Türkiye’den Afganistan için muharip asker isteyeceği tahmin edilirken, Obama bölgede yükselen ABD karşıtlığının soğutulmasında görev alması talebinde bulundu. “Küresel barışın sağlanmasında ABD üzerinde büyük görevler olduğuna inanıyorum. Elimizden gelen desteği vermek durumundayız” diyen Erdoğan, kendilerine verilen görevi kabul ettiklerini beyan ediyordu.

DTP KAPATILDI

Erdoğan Amerika gezisine devam ederken, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, 16 Kasım 2007 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın ‘bölücü eylemlerin odağı’ olduğu gerekçesiyle DTP’nin temelli kapatması isteğiyle açtığı davayı görüşecekti. Fakat Mahkeme’nin toplanmasına kısa bir süre kala grup toplantısı yapan DTP’liler, partilerinin kapatılması durumunda ‘sine-i millet’ yapacaklarını söylediler. Bu sözler dikkatleri Anayasa Mahkemesi’nin alacağı karara yöneltti.

8 Aralık günü gergin bir ortamda başlayan Mahkeme, üç gün sürdü. 11 Aralık günü açıklama yapan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, kararı şu şekilde duyurdu; “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı fiillerin odağı haline geldiği anlaşıldığından partinin kapatılmasına karar verilmiştir.” Mahkemenin bu kararı ile DTP Eş Başkanı Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’unda aralarında olduğu toplam 37 partili hakkında 5 yıl siyaset yasağı getirildi. Bu karar ile birlikte Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Aysel Tuğluk hakkında verdiği 1 yıl 6 ay hapis cezası gündeme girdi. Kararı Yargıtay’ın onaması halinde Tuğluk, Türkiye’de düşence suçundan tutuklanan milletvekilleri arasına girecek.

SİNE-İ MİLLETE ÇEKİLDİLER

Kapatılma kararının açıklamasından hemen sonra DTP’liler Ankara’dan ayrıldılar. ‘Kale’ diye tabir ettikleri Diyarbakır’a çekilen milletvekillerini on binlerce insan karşıladı. Milletvekillerinin orada yaptıkları konuşmaları sloganlarla sık sık kesen halk, ‘istifa’ çağrısında bulundu.

Siyasi partilerin hala kapatılıyor olmasını Türkiye’nin bir ayıbı olarak tanımlayıp, DTP’nin kapatılmasını kınayan sivil toplum kuruluşlarıysa, yaşanan gerilimi dindirmek için Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’ına çağrıda bulundular. Buna rağmen Erdoğan bir tek ‘mahkemenin kararına saygılı olmak gerekir’ demekle yetindi. CHP ve MHP başta olmak üzere birçok siyasi parti ise parti kapatmaya ilkesel olarak karşı olduklarını açıklasalar da DTP’nin kapatılmasından duydukları memnuniyeti gizlemediler.

12 Aralık günü Demokratik Toplum Kongresi (DTK) bileşenleri ile bir araya gelen DTP’li yöneticiler ve milletvekilleri ‘sine-i millet’ kararı verdiklerini duyurdular.

DTP’lilerin istifa dilekçelerini bir hafta sonra TBMM Başkanlığına teslim etmeleri beklenirken, sine-i millet kararına en erken tepki veren MHP oldu. Genel Başkan Devlet Bahçeli, ‘Kararlarına saygı duyduklarını, istifaları gündeme geldiğinde onaylayacaklarını’ söyleyerek, yaşananlardan duyduğu memnuniyeti açığa vurdu.

GÖSTERİLERE KAN BULAŞTI, ZANLI YİNE KORUCU

DTP’nin kapatılmasını Kürtlerin iradesine yapılan bir müdahale olarak yorumlayan Kürtler, kapatma kararını protesto etmek için sokaklara döküldüler. Demokratik haklar temelinde gösteriler yapmaya başlayan Kürtlere, polis her yerde aşırı güç kullanarak müdahale etti. 14 Aralık günü Muş’un Bulanık ilçesinde yapılan gösterideyse sivil giyimli gönüllü köy korucusu Turan Bilen elindeki ruhsatlı kalaşnikofla halkın üzerine ateş etti. Olayda biri lise öğrencisi 2 kişi yaşamını yitirdi, 7 kişi yaralandı. Silahsız, sivil iki kişinin ölümüyle sonuçlanan olayla ilgili Muş Vali Vekili Ali Edip Budan’ın, “Olay, kepenk kapatmayan bir esnafımızla göstericiler arasında yaşanmıştır” yorumuysa ilgi çekiciydi.

Aslen Mardin nüfusuna kayıtlı Arap kökenli Turan Bilen’in, 1994 yılında 4 PKK’linin hayatını kaybetmesinde rol alan bir JİTEM elamanı olduğunun tespit edilmesi yaşananlara ilişkin kaygıları arttırdı.

HÜKÜMET 52 KİŞİNİN KATİLLERİNE SAHİPLİK ETTİ

Son olayla birlikte korucuların, devletin kendilerine verdiği silahla, 2009 yılında karıştıkları tespit edilen 4 olayda katlettikleri insan sayısı 52’ye ulaştı. Bu kadar yüksek bir rakam koruculuk sisteminin bir yıl içinde dört sefer tartışma konusu haline gelmesine neden oldu. Genelkurmaylığın tavrının her seferinde koruculuğun sürdürülmesinden yana olacağı tahmin edilebilir bir durumken, bu yüksek rakama aldırış etmeyen hükümetin tutumu inanılar gibi değildi. Terör diye tabir edilen PKK’nin 2009’da yürüttüğü savaşta -kazara da olsa- ölen sivil sayısı 10 kişiyi geçmezken, devleti koruduğu iddia edilen korucuların katlettiği insan sayısı 52’ydi. Bu gerçekliğe rağmen Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, “koruculuk ‘terörün’ bir sonucudur. Terör sürdükçe koruculukta kaldırılamayacak” sözleri içler acısıydı.

TÜRK MECLİSE DÖNÜLECEK DEDİ MAHKEMELİK OLDU

Sine-i millet kararından sonra DTP’lilere birçok yerden sağduyu çağrısı geldi. Bu çağrıları değerlendirdiklerini söyleyen kapatılan DTP’nin siyasi yasaklı lideri Ahmet Türk, “halk bu zemini terk etmemizi istemiyor” diyerek, sine-i millet kararını geri çektiklerini açıladı. Fakat, Türk’ün 15 Aralık’taki açıklamasında meclise yeniden dönmeye karar vermelerinde etkili olan en önemli faktörlerden biri olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrıları olduğunu belirtmesi, hakkında ‘suçu ve suçluyu övmekten’ dolayı yeni bir davanın açılmasına neden oldu.

Kapatılan DTP milletvekilleri partilerinden istifa ettikten sonra Barış ve Demokrasi Partisi’ne (BDP) katıldılar. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekilliği düşürüldüğü için mecliste grup oluşturma yeter sayısına bir eksikle ulaşmadıkları için İstanbul bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ın da katılımıyla grup oluşturdular. Fakat BDP 5 Ocak’taki ilk grup toplantısını bile daha yapmadan, Başbakan Erdoğan’ın DTP’yle arasına koyduğu mesafeyi BDP ile de sürdüreceği ve ‘doğmadan ölmüş bir parti’ dediği basına yansıdı.

DTP KAPATILSA DA 5’İNCİ OPERASYON

DTP’nin kapatılmasıyla başlayan kriz, eski DTP’lilerin 23 Aralık günü BDP’ye geçmesiyle daha yeni yeni aşılıyordu ki; 24 Aralık günü, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın emriyle, kapatılan DTP’ye yönelik 5. operasyon başlatıldı. Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Dersim, Batman, Urfa, Şırnak ve Van’da sabahın erken saatlerinden itibaren eşzamanlı başlatılan operasyon, paralel bir şekilde Ankara, İstanbul ve İzmir’de de yürütüldü. İki gün süren operasyonda toplam 83 kişi gözaltına alındı. Kürdistan Topluluklar Birliği Türkiye Meclisi’ne (KCK/TM) üye olmakla itham edilip gözaltına alınanların %70’i, halbuki kapatılan DTP üyesiydi. Bunlar arasında hala görev başında olan 10 belediye başkanıyla, 4 eski belediye başkanı da vardı. Eski DTP’lilerin haricinde gözaltına alınanlar arasında DTK Eş başkanı Hatip Dicle, İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, DİSKİ Başkanı Yaşar Sarı, MEYADER Van Şube Başkanı Ferzende Abi, Van Hacibekir Mahallesi Özgür Yurttaş Derneği Başkanı Tefik Say gibi çok sayı

İran’da İkinci Cumhuriyet


İran’da İkinci Cumhuriyet
Yasemin Çongar – 30.12.2009

En büyük rakipleri öldü.

Ve en büyük rakipleri şimdi her zamankinden daha güçlü…

İslâm Devrimi’nin muhalif sesi Büyük Ayetullah Hüseyin Ali Montazeri 19 aralıkta sustu.

Ve Montazeri’nin sesi, bugün İran’da her zamankinden daha güçlü çıkıyor…

Yüce Lider Ayetullah Ali Hamaney ile onun kanatları altındaki Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Büyük Ayetullah’ın ölümüne sevindilerse de bu uzun sürmedi.

Zira İran’da rejimin “kurucu babalarından” olan, Rehber Humeyni’nin halefi olacakken rejimin demokrasi ve insan hakları ihlallerini eleştirerek muhalif saflara geçen Montazeri’nin 87 yaşında gözlerini yumması, onun eleştirilerini paylaşanları harekete geçirmiş görünüyor.

Uluslararası ajansların geçtiği yeşili bol görüntüler, Tahran’da, Tebriz’de, Isfahan’da, Kum’da yaşananlar hakkında bir fikir verse de, sokak gösterilerine ve rejimin kullandığı şiddete ilişkin haberler arasında, Montazeri’nin ölümünün aslında neyi ateşlediğini bize tam olarak kavratabilecek hikâyeleri bulmak her zaman mümkün değil.

Oysa İranlı muhaliflerin bloglarını ya da twitter yazışmalarını bir ucundan izlemeye başlayınca, sokağa taşan temel duygunun yas, çaresizlik ve öfke değil, aksine yeni bir cesaret, değişimin kaçınılmaz olduğuna inanmaktan kaynaklı taze bir güven olduğunu anlıyorsunuz.

Bu elektronik trafiğin içinde benim en çok dikkatimi çeken hikâyelerden biri, 21 aralıkta yani Büyük Ayetullah’ın ölümünden iki gün sonra, Montazeri’nin evinin yolunu kesmiş Besici milislerinin yanına kadar giden bir kadının herkesin gözü önünde Ayetullah Hamaney’in resmini yırtıp atmasıydı.

Bir diğer çarpıcı olay, ertesi gün Kerman vilayetinde yaşandı; hırsızlık yaptığı iddia edilen iki adam kent meydanında idam edilecekken, protestocular gidip onları darağacından indirdiler.

Besicilere kafa tutan kadın dövüleceğini ve gözaltına alınacağını biliyordu, öyle de oldu; Kerman’daki idamlıklar ise yakalandılar ama her iki olay da, İranlıların “rejimin bekçileri” karşısında artan bir cüretle hareket ettiklerinin göstergesiydi.

Bu cüreti “rejim muhalifi” olarak nitelendirmek doğru, “devrim karşıtı” olarak nitelemek ise bence yanlış…

Montazeri’nin evinin önünde Hamaney’in resmini yırtan kadının davranışı, rejimin “İslâmi” niteliğine değil, “baskıcı” niteliğine bir başkaldırı olarak okunabilir ancak.

Esasen, eğitimi ve din adamları hiyerarşisindeki yeri itibarıyla Ayetullah Hamaney’i çok geride bırakan Büyük Ayteullah Montazeri’nin rejime yönelik eleştirileri de, İran’ı daha “ılımlı” bir İslâm Cumhuriyeti, daha demokratik ve özgürlükçü bir rejim yapma hedefinde yoğunlaşıyordu.

Montazeri’nin ölümünün yedinci günü, Aşure Günü’ne rastladı ve o zamandan beri İran’da sokaklar durulmuyor.

Reformcu gösterilere ruhunu veren ana metinlerden biri, Montazeri’nin bu yıl yayınladığı fetva…

İran’da mollaların hükümette görev almasına son verilmesi, din adamlarının seçimle işbaşına gelmiş siyasilere “danışmanlık” yapmak dışında bir yetkisi olmaması gerektiğini uzun süredir savunan Montazeri, bu son fetvasında, Hamaney-Ahmedinejad ikilisini doğrudan hedef almıştı.

Montazeri’ye göre bu ikili, Şii İslâm’ı tahrif ve istismar ediyordu ve bu durum aslında “halkın, sözleşmeyi bozan bu kişileri görevden alabileceği” anlamına geliyordu.

Dahası, “Hamaney, İslâm’ın kanunlarını, buyruklarını açıklayabilecek yetkinlikte bir din adamı değil” diyordu Montazeri; ona göre, İslâm Devrimi’nin Yüce Lideri konumundaki kişi, “fetva” yayınlayabilecek otoriteye sahip değildi, susmalıydı.

Montazeri’nin “Büyük Ayetullah” sıfatıyla yaptığı bu eleştiriler, devrim karşıtlarından ziyade, devrimin restore ve reforme edilmesi gerektiğine inanan muhalifler için anlamlıydı kuşkusuz.

Ama bu, Montazeri’nin İran’daki değişim feryadının marjlarında durduğu anlamına gelmiyor.

Bu feryadın “özgürlükçü” ve aynı zamanda “İslâmi” bir feryat olduğunu, Montazeri’nin fikirlerinin de muhalefetin “merkezinde” durduğunu kavramadıkça, İran’da ne olup bittiğini anlamamız da imkânsız.

İran’daki reformcuların önde gelenleri, “laikçi” insanlar değil ama demokrasi isteyen, ifade ve toplantı özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların kalkması için uğraşan, insan hakları ihlallerinin son bulması için bastıran insanlar.

Ve bütün bunlar, Montazeri’nin de talepleriydi.

Hazirandaki genel seçimlerde, İran halkının geniş bir kesiminin inancına göre “hile” yapılarak reformcu lider Mir Hüseyin Musavi yenilmiş ve Ahmedinejad yeniden seçilmiş sayıldığında, muhalifler demokratik taleplerini içeren yedi maddelik bir manifesto yayınladılar.

O manifestodaki taleplerden biri, Montazeri’nin “Yüce Lider” ya da “İnkılâp Rehberi” sıfatıyla Hamaney’in yerine geçmesiydi.

İranlı rejim muhalifleri, otuz yıl önceki devrimi tersine çevirmek değil, devrimi “sağlam” bir temel üzerinde yeniden inşa etmek istiyordu adeta.

İran ikinci devrimini mi yaşıyor?

Guardian gazetesinde Simon Tisdall, İslâm Cumhuriyeti’nde yaşanan son olayları analiz eden dünkü makalesine bu soruyla başlıyordu…

Bence bu sorunun cevabı “evet.”

İranlılar, 1979 devriminin ideallerinden uzaklaşmayan ama o devrimin kendilerine vermediği hak ve özgürlüklerin yolunu açacak ikinci bir devrimin, belki de ilkinden çok daha demokratik bir İkinci İslâm Cumhuriyeti’nin yolunu döşüyorlar.

Arama için Fethullahçı yargıç bulundu


Arama için Fethullahçı yargıç bulundu
Birinci noktada şunu söylebiliriz; İslamist kuvvetler, Türk ordusunu astı mı? Mesele budur. Buna karşılık Türk ordusu tarafından bir Bab-ı Ali baskını var mı? Bab-ı Ali baskını tarihimizde çok önemlidir. 1910’lu yıllardadır. Bu ikinci noktadan başlayacak olursak; şunu söylemek durumundayız, bir defa Türkiye Cumhuriyeti tarihinde fa iki deyeni oluşumlarla karşı karşıyayız. Bu oluşumların bir tanesi, Türk Devleti adına bazı organlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bazı organlarını basmıştır. İkincisi; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa yüksek komutanlar, Başbakanlık’a randevu istemeden gitmişlerdir. Türkiye’deki Başbakanlık makamında oturan zat da bütün randevularını bir tarafa bırakarak Türk ordusunun temsilcilerini kabul etmiştir. Meselenin özü budur. Gördüğümüz budur. Hiçbir gazete ve televizyonda Genelkurmay Başkanı İlker Paşa ile Kara Orduları Komutanı Işık Paşa’nın herhangi bir randevu talep ettiklerine dair işaret duymadık. Bildiklerimiz şudur ki; o sırada Başbakanlık mevkiinde oturan kişi bir toplantı yapıyordu. O kişi “toplantım var bekleyin” diyememiştir. Üç saaat konuşmuşlardır. Mesele budur. Türk ordusunu o kadar küçümsememek lazım. Şu anki Genelkurmay Başkanı randevusuz olarak otomobiline binmiş ve Başbakanlık konutuna çıkmıştır. Yanına da Işık Paşa’yı almıştır. Ne demektir Işık Paşa: “Tayyip Efendi beni görevden alırsanız işte göreve getireceğiniz adam budur. Onu da alırsanız öbürüdür. Beni görevden almak gibi bir şansınız yok.”

“Bugün yaşananlar Jön Türkler’in Bab-ı Ali’ye çıkartmasıdır”

Ben size tarihi söylüyorum. Buna tarihimizde Bab-ı Ali baskını denir. Bugün yaşananlar Bab-ı Ali baskını değildir. Bu postmodern Jön Türkler’in Bab-ı Ali’ye çıkartmasıdır. Şiddetsizdir. 3 saat görüşmüşlerdir. Tayyip Bey belirli sözler vermiştir. Tayyip Erdoğan kimdir? Tayyip Erdoğan söz verip, sözünde duramayan kimsedir. Deniz Baykal’a söz vermiştir, Yaşar Paşa’ya söz vermiştir, Obama’ya söz vermiştir. İlker Paşa son derece sabırlıdır. Ona yüz tane söz vermiştir. Doksan dokuzunu tutmamıştır. Bu konuşmadan sonra da daha ileri gitmiştir. Konuşması da budur. Bırakın Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet gazetesini, hepsi ordunun teslim olduğu kanısındadır. Ben o kanıda değilim. Ancak belli zaafiyetleri vardır.

“Askeri işler askeri mahkemede görülür”

Hiçbir sivil yargının, Türk ordusunun Özel Kuvvetler Karargahı’na, Seferberlik Karargahı’na girme konusunda hukuku yoktur. Neden? Çünkü Türk Genel Kurmay Başkanı, “benim görevlendirdiğim askerler askeri iş yapıyor” demiştir. Askeri işler, askeri mahkemede görülür. Türk Genelkurmay Başkanı’nın bunu kabul etmesi büyük bir zaaftır. İkincisi bu iki subay görev içinde derdest edişmiş, sonra serbest bırakılmıştır. Birkaç gün sonra bir yargıç çıkmıştır. Neden kimse şu soruyu sormuyor? Neden sizler Türk ordusunun gizli bilgilerinin bulunduğu yere girmek için beklediniz? Yoksa sizler uygun bir yargıç mı aradınız? Soru budur. Doğru soruları sormak lazım. Hiçbir yargıç böyle bir karar almaz. Onun için mi beklediniz? Bugün Fethullahçı medyada övülen bir yargıcı bulmak için mi beklediniz? Size bu soru sorulur. Bu yargıcın Fethullah Gülen ile bir ilişkisi var mı? Genelkurmay Başkanlığı’nın bu soruyu sormaması büyük bir zaafiyettir. Büyük bir kibarlıktır. Buna itiraz etmemesi de öyle.

“Aramaların hiçbir hukukiliği yoktur”

Genelkurmay Başkanlığı açıklama üzerine açıklama yapıyor. “Arama hukukidir” diye… Hiçbir hukukiliği yoktur bu aramaların. Hukuki olmadığını, oraya giremeyeceğini ne savcı ne de yargıç bilmiyordu. Oraya kanunen giremeyeceklerini yeni öğrendiler. Şimdi en önemli soruya geliyoruz. Hiçbir gazete soramadı. MHP’li Vural Bey sordu ama eksik. Bu yargıcın aldığı bilgiler kime gidecek?

İsmail Tansu, benim takip ettiğim, kitaplarımda duyurduğum, Özel Harbi kuran, Kıbrıs’ta TMT’yi kuran insandır. O, Uğur Dündar’ın televizyonunda “Burada suikast bilgileri olmaz. Biz sınır dışı milli hareketleri ve planları yaparız. İşgal olursa nerede mukavemeti yapacağız. Bunların bilgileri olur. Yakup Şevki Paşa, Erzurum Orduları Komutanı, silahları halka o vermiştir. Özel seferberlik işgale karşı hangi silahların kimlere verileceğini, nerede ne yapılacağını tespit eden bir dairedir.” dedi.

“Bu bilgiler nereye gidecek?”

Şimdi bu yargıç şaibe altındadır. O bilgiler nereye gidecek? Bunu soracaksınız… Ben tamamlıyorum, İsrail’e mi gidecek? Bu bilgiler İsrail’e mi gidecektir. Neden bu iki subay serbest bırakıldı da, 2-3 gün beklenildi? Yargıç mı aradılar? Bunu soracaksınız. 70 sayfayı belleğine yazmış… Ne yapacak? O yargıçta hiç devlet, hukuk kavramı yok mu? Bu memlekette bu kalmadı mı? Sevgili Emin Çölaşan Genelkurmay Başkanı’na mektup yazmış. Çok zayıfsınız, demiş. Çok zayıf olabilir. Bunun cevabını Yaşar Paşa verdi. Tayyip Bey ile Dolmabahçe görüşmesinden sonra, o görüşmeye uymadığında ne yapacağını söyledi. İlker Paşa çok kibar. Bir Paşa’ya yakışmayacak ölçüde kibar. Ama ne yapsın, tank mı diksin oraya? Öyle görüyoruz ki astsubaylar gerekli mukavemeti göstermişler. Yüksek komutanlık, zaaf içinde olan ordunun daha da zaafa düşmemesi için bir müdaheleye başlamaması için bu kapıları açmış görünüyor.

“Hangi ükede katliamlar kayıtlara dökülür?”

Bu aramaların hukuki hiçbir tarafı yok. Bunu sadece AKP’nin son derece düşkün bir hale gelmesiyle izah edemeyiz. Daha dış bağlantılarına bakmamız lazım. Türkiye’nin doğu illerinde bir karışıklık olduğu zaman hangi mukavemet, hangi savunma planları yapılıyor, bu merak edilmiştir. Bu meseleyi bu kadar basite alamayız. Türkiye yoktan var edilmedi. Ben beştaş oynamıyorum, ben karamürsel sepeti değilim. Erbakan, doğuyu İsrail’in vilayeti yapmak istiyorlar, diyor. Burada mukavemet olacaktır. Hürriyet gazetesi ile DTP bu işbirlikçilerin yedek gücü haline gelmiştir. Şu anda bu bilgilerin peşindedirler. Meseleye başka türlü bakmak Türkiye’yi hafife almaktır. O hakim bey kendi vicdanında bunları tartışacaktır. Neyi yazıyorsun hakim bey? 77 yılındaki Taksim katliamını mı arıyorsun? Hangi ükede katliamlar kayıtlara dökülür? Hangi ülkede ordu Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömet, Ümit Doğanay öldürüldüğünde dosya tutar? Biz bu yapılanlarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin payı olduğunu inkar etmiyoruz. Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zaafı da buradadır. Ama bunları burada bulamazsınız. O zaman memuriyetinin 25. yaşında olan bir adam şu anda emeklidir. Dünyanın en iyi istihbarat birimine sahip olan ABD’de bile Kennedy’nin katilini bulamazsınız. Siz ahmak mısınız? Orada sadece mukavemetin planları vardır. Hangi hakimse, o hakim bunları not ediyor. Hakim o odada Türkiye işgal altında ya da bölünmüş ise yapılacakları kaydediyor.

“Bu ülke sokakta kurulmadı”

O hakimin peşini bırakmayacağız. Eğer o planlar Türkiye dışına çıkarsa, bundan, orayı açan İlker Paşa ve bunları kaydeden o hakim sorumludur. Bu işler bu kadar basit değildir. Bu ülke sokakta kurulmadı. Hakim bey bana bunu anlatamaz. Ben ona bunu anlatırım.

Sonuç olarak; yepyeni bir döneme girdik. Türk ordusunun teslim olduğunu kimse söyleyemez. Daha Cumhuriyetçi, sol Kemalist bir ordu için bunlar eğitim kırbacıdır. Ülkeyi bu noktaya iten ordu değildir. İslamdır, Türkçülüktür. Kimse korkmasın bu Cumhuriyet ayakta kalacaktır. Daha sol Kemalist bir Cumhuriyet’e doğru gidiyoruz. Türk ordusu sancılıdır. Ama Türk ordusuna ve askerlerine Atatürk’e bağlılıklarından dolayı güvenmemiz gerekiyor

son sayfa

Sokaklar


Sokaklar

Hasan Bildirici

Tarih: 30 Aralık 2009 Çarşamba

1992 yılında, yöneticisi olduğum Melsa Yayınevi’ne bir bebek getirip bıraktılar. Bebeğin üniversiteli olan anne ve babası dağlara gitmiş. Bebeği masamın üstüne bırakan kız öğrenci, çocuğa bakamayacağını, anne ve babasının hiçbir zaman dönmeyeceğini ve bana bırakmaktan başka çaresinin olmadığını söyledi. Ne kadar ısrar ettimse, birkaç aydır bebeğe bakan üniversiteli kız, çocuğu almadan yayınevini terk edip gitti. Kız çıkıp gittikten sonra masamın üstünde duran bebeğe ve biberonuna baktım. Kolundaki süs bandında bebeğin adının Şervan olduğu yazılıydı.

Bebeği kucağıma aldım, biraz oyalandım, acıkınca mama verdim. Bu ara bebeği kime vereceğimi düşünüyorum. Sürekli polis takibinde olduğumuz için, bebeği kucağıma alıp sokağa çıkmayı isabetli bulmadım. Tanıdığım yurtsever aileler vardı, bazen evlerinde kalırdım, o ailelerden birine telefon açtım ve boş bir bebek arabasıyla yayınevine gelmelerini söyledim. Bir-iki saat sonra çocuk arabalı bir bayan çıktı geldi. Bebeği ona verdim ve akşam uğrayacağımı söyledim. Daha sonra gittiğim evde ne kadar ısrar ettimse aile bebeğin sorumluluğunu alamayacağını söyledi. Birkaç gün idare ettiler. Birkaç gün sonra, beş çocuğu olan Muşlu bir aile buldum. Çocuğu gelip aldıklarında, onlara, çocuğun masraflarını karşılayacağımı söyledim. O sıralarda bir gazete veya yayınevi çalışanı 2-3 milyon Türk lirası maaş alıyordu. Neredeyse asgari ücret düzeyinde bir aylıktı. Milyon dediğime bakmayın, bugünün işçi aylığı kadar bir şeydi.

Kendi aylık gelirimden düzenli olarak bir milyon Türk lirasını bebeğe ayırdım. İstanbul’un uzak bir semtinde oturdukları için bebeği ancak ayda bir kez, para vereceğim zaman ziyaret edebiliyordum. Bebeğe bakan kadın kederliydi, emanetin ağır olduğunu söylüyordu, bebeğe bir şey olursa suçlanmaktan korkuyordu. Güven ve cesaret vermeye çalışıyordum, fakat başka bir derdi daha vardı. Anne ve babası dağlara gitmiş bir bebeğe parayla bakmak…

“O parayı almak bana ağır geliyor,” diyordu.

Kadına, başka bir aile bulana kadar bakmasını söyledim, fakat o aileyi bulamadım. Herkes emanetin ağırlığından ve yaşam koşullarının güçlüğünden söz ediyordu. Bir defasında üç aylığına İstanbul’dan ayrıldım. Döndüğümde Antep terminalinden bebeğin bakıldığı evi aradım. Kadın ağlayarak bebeğin ölümcül derecede hasta olduğunu söyledi. İstanbul’a kadar o otobüs yolculuğu nasıl geçti hatırlamıyorum. İstanbul’a gece inmiştim, terminalde taksi tutup eve gittim. Şervan gerçekten ağır hastaydı. Boynu incelmiş, gözleri çukura kaçmıştı. Onun, süt kokan yüzünü yüzüme yasladım. İçten gelen hırıltılarını dinledim. Nefes almakta zorlanıyordu. Sabah mesaisinin başlamasına birkaç saat kalmıştı. Oturup gün ışımasını bekledik. Kadın, Şervan’ın, hastalıklara karşı çok dayanıksız olduğunu söyledi. Bunu da bebeğin doğuşta yeterince anne sütü emmemesine bağladı. Doğruydu, anne sütü çocuklar için doğal koruyucular içerir. Şervan’ın anne babası aceleden dağlara koşmuştu.

Sabah gün ışır ışımaz Şervan’ı alıp Aksaray’a bir çocuk doktoruna gittim. Araya ne kadar zaman girerse girsin, Şervan beni tanırdı. Onun için yüzünü boynuma gömer öylece dururdu. Doktor Şervan’ı muayene ettikten sonra, çocuğu doktora geç getirmiş olmaktan dolayı beni azarladı. Azarını kabul ettim, uzak bir yerde olduğum için ailemin bilinçsiz davrandığını söyledim. Orada ilk kez, çocuklar için farklı fiyatlarda ilaçlar olduğunu öğrendim. Doktor, pahalı olan Avrupa ilaçlarıyla ancak Şervan’ın bronşit olmuş ciğerlerini kurtarabileceğini söyledi. Ne gerekiyorsa yapmasını söyledim. İlaç kullandığı bir hafta boyunca kaldığı evde yatağımı Şervan’ın yanına serdim. Şervan bizi sevinç göz yaşlarına boğarak iyileşti, hayata gülümsedi.

Şervan’ı artık o evden o eve, o elden o ele vermekten bıkmıştım. Şervan da bıkmıştı. Alıştığı ortamlardan alıp başka ortamlara verdiğimde Şervan kucağımdan inmek istemiyordu. Bu ara Şervan’ın babasının şehit olduğu haberini almıştık. Annesinin de şehit olduğuna dair haberler geliyordu… Bu haberler beni Şervan’a daha çok bağlıyor, kahroluyordum. Aksaray’da bürosu olan Avukat Ferda Çetin ve Yurtsever Kadınlar Derneği ile ilişkide olan Hayriye ile birkaç kez bu konuyu konuştuk. Şervan için en doğru şeyin, kalıcı şekilde bir aileye verilmesi olduğunu söylediler. Dört koldan böyle bir aile aradık, ailenin yurtsever olmasını istiyorduk. Sonunda bulduk o aileyi. Çok istedikleri halde çocukları olmayan tutarlı bir aileydi.

Şervan’ı vermek için avukat bürosunda buluştuğumuzda, kadın ve kocası çocuğu almayacaklarını söylediler. Şervan kucağımdayken çakılıp kaldım. Kadın ağladı:

“Biz büyütürüz, bağlanırız, sonra elimizden alırsınız,” dedi.

Kadını ikna etmeye çalıştım. Çocuğu asla almayacağımızı söyledim. Üstelik adreslerini ve soyadlarını bilmediğimizi kanıtladım. Gerçekten soy adlarını bilmiyorduk. Semt değiştirmeleri halinde kendilerini bulabilmemizin artık olanağı yoktu.

“Buradan çıktıktan sonra gider Şervan’ı evladınız olarak nüfusunuza alırsınız,” dedim. “Semt değiştirirsiniz. Gideceğiniz yeni yerlerde Şervan çocuğunuz olarak görünür artık.”

Kadın ikna oldu, Şervan’ı çağırdı kucağına, Şervan gitmedi. Şervan, yeni bir yere verileceğini anlamış gibi, boynuma ve yakama sıkıca sarılmıştı. Yere bir kalem düşürdüm. Şervan’ı kalemin yanına indirdim. Biraz oynadı kalemle. Kadın, elinden tutup Şervanı kendisine doğru çekti. Şervan itiraz etmedi. Kadın, elindeki kaleme dalmış olan Şervan’ı kucağına aldı. Şervan, sırtını kadının göğsüne yasladı. Alışması için bir iki saat bekledik öyle… Kalemle oynarken Şervan’nın bir gözü bendeydi yine. Denemek için çıkıp gittim, ağlamadı. Geri döndüm ve Şervan’ı artık alıp götürebileceklerini söyledim.

Herkesten önce çıktım dışarı. Kumkapı’dan Marmara kıyısına indim. Sevinç ve hüzünle ağladım, fırtınalı denize doğru bağırdım. Şervan emin ellerde olduğu için mutluydum artık. Şervan’ın hikayesini, bu ağır emaneti ilk devralan üniversiteli kızın bakışından romanlaştırdım. Bir çok insan için etkileyici bir roman oldu.

Sürgüne gideceğim 1993 yılının yazında, Gülhane Parkı’ndan çıkarken Şervan’ın anne ve babasını gördüm. Şervan’ı sordum, gösterdiler.. Şervan, bebek iken, altından bir çok kez geçirdiğim yüksek kestane ağacından dökülmüş yapraklarla oynuyordu. İki yaşı geride bırakmıştı. İsmini seslendim, gelmedi; yanına gittim. Çok bakımlıydı. Elini tutmak isterken koşup annesinin eteğine sığındı… O zaman bir kez daha indi gözyaşlarım…

Bu sürgün gecesinde, sokaklarımızın çiçekleri, direniş halindeki Kürdistan yetimlerinin gözlerinden öpüyorum… 2010 yılına gireceğimiz gece, onlarla aynı barikatlarda, anne ve babalarını öldüren sömürgeci güçlere birlikte taş atmanın hayallerini kuracağım…

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

‘Taş atan çocuklar’


‘Taş atan çocuklar’
Orhan Miroğlu – 30.12.2009

Bir vahşet anını resimleyen görüntüler, belleklerden kolayca silinmezler.

Çekildikleri ve görüldükleri andan itibaren, ortak hafızanın bir parçası olurlar.

Nazi toplama kamplarını anlatan fotoğraflar, Hiroşima, Nagazaki ve Halepçe’ye atılan bombalardan sonra çekilen görüntüler, kitleler halinde zincire vurulmuş Dersimlilerin yürek burkan fotoğrafları, Sabra ve Şatilla katliamlarının belleklerden silinmeyen görüntüleri, ortak bir hafızanın konusudur hep.

Bu fotoğraflara baktığınızda, utanç duyar, dehşete kapılırsınız.

Anlaşılan bu türden görüntülerin bu ülkede sonu gelmeyecek.

Unutulmadı daha. Çok değil, dört yıl önce, sağ yakalanıp, infaz edildikten sonra, cesedi yakılan PKK gerillası Abbas Emani’nin basına servis edilen fotoğraflarına bakmak, insana utanç veriyordu.

Abbas Emani, bu utanç fotoğraflarının ilk karesinde, bir dağın başında, sivil oldukları görülen altı kişinin arasında yürüyordu. İkinci karede bir aracın altına itilmiş ölü bedeni, son karede ise, Emani’nin, kül haline gelmeden aniden sönmüş büyük bir kömür parçasına benzeyen cesedi görülüyordu.

Fotoğrafsız savaş ve fotoğrafsız tarih olmaz derler.

Şimdi de şehirlerin, ilçelerin belediye başkanlarının ve Kürt politikacıların ellerini kelepçeliyor, sonra da bu utanç anının fotoğrafını basına servis ediyorlar.

Düz ovada siyaset yapmak isteyenlerin ellerine kelepçeyi vuran el, ve bu kelepçeli anın fotoğrafını çekmek için deklanşöre basan el, aynı el.

Dağlarda öldürüldükten sonra, yerlerde sürüklenen ve tekmelenen insan cesetlerini görüntüleyen fotoğraflarla, elleri kelepçelenmiş belediye başkanlarının ve Kürt siyasetçilerinin fotoğrafını aynı zamanda servis edenlerin istedikleri bir şey var.

Gençleri ve çocukları bir kez daha sokağa dökmek ve kan akıtmak.

Onlara verilecek en iyi cevap, belki de bu vahşet fotoğraflarını unutmamak, hafızaya kazımak, öfkeyi sessiz bir çığlığa dönüştürmek, ama sokaklara da hiç çıkmamak olurdu.

Bir utanç fotoğrafıyla bitiyor bu yıl.

Yılın bu son yazısına oturduğumda, aklımda ‘taş atan çocuklar’ ve bu fotoğraf vardı.

Bir yıl daha bitti. Ama bu türden fotoğraflara bakarak büyüyen çocuklar, cezaevlerindeler hâlâ.

TBMM’de onlar için hazırlanan yasa tasarısı komisyonda bekliyor.

Çocukların sokaklara döküldüğü şehirlerde onlar için sarf edilen sözler 2009’da daha da sert ve manasızdı.

Adana Valisi İlhan Atış geçen yıl, yoksul Kürt ailelerini ellerindeki yeşil kartları almakla tehdit etmişti. Bu tehdit bir işe yaramamış olacak ki, Atış bu sefer, çocukların ailelerinden alınabileceğini söyledi.

Çaresizlik içinde söylenmiş sözler bunlar. Yoksa binlerce çocuğu ailesinden alıp da nereye koyacaksınız?

Çocuklar o kadar çok ki!

Adana ve Mersin’in Kürt mahallelerine girdiğinizde çocuk ordularıyla karşılaşırsınız. Korku ve endişe içinde, yokluk içinde büyüyen çocuklar bunlar. Yaşam koşulları, Karaçi’nin varoşlarında yaşayan çocukların yaşam koşullarından farksız.

Bugün yüzlercesi yargılanıyor, aralarında 10 yıl, 20 yıl hapis cezası alanlar var.

Çocukların yargılandığı davaları ve bu davaların iddianamelerine yansıyan gariplikleri okuyunca şaşıp kalıyor insan.

Mersin’den bir avukat dostumun, Bedri Kuran’ın savunma avukatı olduğu bir davada yargılanan çocuklar arasında doğum tarihleri 1996, 1995, 94 ve 93 olanlar var.

Savcının çocuklara onlarca yıl hapis cezası istediği iddianamede, ‘şüphelilerin üzerinden, olay mahallinden elde edilen suç delilleri’ şöyle sıralanmış:

– (1) adet ahşap saplı, pembe beyaz sarı renkli lastikli sapan,
– (1) adet pembe renkli göz ve burun delikleri açılmış maske olarak kullanıldığı anlaşılan balon,
– (1) adet cam bilye.

Savcı bu delilleri ‘şüpheli’ Nesim İregür için sıralamış. Nesim, 1996 Şırnak-Cizre doğumlu 13 yaşında bir çocuk. Şimdi Mersin’de ailesiyle beraber yaşıyor.

Savcı, Nesim İregür’ün üzerinden çıktığı iddia edilen ve yukarıda sıralanan delillerden hareketle, Nesim’in, ‘Silahlı terör örgütü adına suç işlemek, silahlı terör örgütünün propagandasını yapmak, genel güvenliğin tehlikeye sokulması, tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurma veya el değiştirme’ suçundan cezalandırılmasını istiyor.

Mersin’de Kürtlerin içinde yaşadığı koşullar hakkında zaman zaman saha araştırmaları yapılır. Bu araştırmaların ortaya çıkardığı sonuçlarda yıllardır bir farklılık gözlenmiyor.

Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde devlet, gizliden gizleye bazen de açıkça ‘tersine göçü’ özendiren uygulamalardan medet umuyor.

Ama araştırmalar, buralarda yaşayan Kürtlerin geriye dönmekten yana olmadıklarını ortaya koyuyor. Yoksullar, çaresizlik içinde yaşıyorlar, ama geldikleri yerlere geri dönmek istemiyorlar.

Mersin’de yaşayan gazeteci yazar Abdullah Ayan bana gönderdiği bir mektupta en son yapılan bir araştırmaya dikkat çekmiş, şöyle diyor Ayan:

“İzmir ve Mersin son 150 yıl boyunca benzer kaderleri yaşamış iki sahil kenti.

“Nereden çıktı bu Kürtler”, “onlar gelmeden her şey daha güzeldi”, “Başımıza ne geldiyse, göçtendir” cümleleri yıllardır dillerde çiğnenen sakızlar.

İzmir’de son yaşananları faşistlere, Mersin’dekileri PKK’lılara yükleme kolaycılığı sorunları anlamamıza, daha da önemlisi çözmemize yetecek mi?

Mersin 1980’lerden başlayarak Doğu ve Güneydoğu ağırlıklı iki, üç göç dalgasıyla karşılaştı.

Mersin bir transit merkeziydi adeta.

Tipik bir ‘cemaatçilik’ olgusu işledi, durdu, yıllarca.

Ve geldik bugüne…

Bayramı, Mersin Valiliği’nin Mersin Üniversitesi’ne yaptırdığı ve Doç. Dr. Yaşar Erjem imzasıyla kitap haline getirilen “Göç, kentleşme, sosyal problemler” raporuyla geçirdim.

İşte 1022 hane 5918 kişinin yanıtladığı “arka mahallemizin” gerçek resmi:

– Hane halkı büyüklüğü 6’ya yakın (5,8). Yüzde 50’sinde 4 ila 6, yüzde 30’unda 7-10 kişinin yaşadığı evler…

– 5918 kişinin yüzde 80’i bekâr.

– Yaş dağılımına baktığımızda tablo daha da ilginç bir hal alıyor: Yüzde 71’i 19 yaş ve altı, yüzde 17’si 20-29 yaş grubundan oluşan demografik yapı var karşımızda.

– Göç edenler diye tanımlıyoruz ama araştırma konusu olan 5918 kişinin yüzde 22’si Güneydoğu, yüzde 7’si Doğu Anadolu doğumlu iken Mersin’de doğanların oranı yüzde 68…

(Göç eden ana-babaların Mersin’de doğan ama bir türlü kendini Mersinli hissetmeyen, bizim de kültürlerini, dillerini koruyarak Mersin’e entegre etmeyi beceremediğimiz bir sel dalgası söz konusu.)

– Eğitim durumunu ortaya koyan tablo yılların ihmalini de görmek isteyen gözlere sokuyor zaten:

Yüzde 20’si okuma yazma bilmeyen, yüzde 37’si ilkokul, yüzde 16’sı ortaokul, yüzde 3’ü lise, yüzde 2’si Üniversite mezunu…

Yüzde 20’si okuma yazma bilmeyen varoşlarıyla 21.yüzyılı kucaklamaya çalışan Mersin…

– Son günlerde sokaklara yansıyan o savaş görüntülerinin maskeli çocuklarını en iyi anlatan verileri en sona sakladım:

1022 hanenin 146’sında (yüzde 14,3) hiç çalışan yok, 760 haneyi (yüzde 74,4) tek kişi çalışarak geçindirmeye çalışıyor.

Bu çalışanların yüzde 19’u sosyal güvenlikten yoksun.

Ailelerin yüzde 8’inin hiç geliri yok. Yüzde 12’si ayda 100-200 TL arasında gelirle ayakta durmaya çalışıyor. Yüzde 42,5’unun aylık geliri ise 201-400, yüzde 24,7’sinin 401-600 TL aralığında…

Gelirlerinin yüzde 66’sını gıdaya harcadığını söylüyor ankete katılanlar.

Ve en çarpıcı sonuç: Gelecekte gelirinin daha iyi olacağını söyleyenlerin oranı yüzde 8’de kalırken, daha kötü olacağını söyleyenlerin oranı yüzde 50 (49,4), fikri olmayanların oranı ise yüzde 42,5…

Yoksulluk sınırının altında, isyankâr bir nesil büyüyor arka mahallede.”

Arka mahallenin yoksulluğu neyse ya, devlet 2009 yılında da ne dağdaki Kürdü ne ovadaki Kürdü bir yerlere koyabildi.

Bütün umutlar bir başka yıla bir başka bahara kaldı.

İyi seneler, ‘taş atan çocuklar!’

İyi seneler sevgili okurlar.

Şerefsizlere şeref atfedilmez!


Şerefsizlere şeref atfedilmez!
Dünyanın en eski uygarlıklarının tesisinde ve insanın insanlığa doğru evriminde toprak olarak hep Kürdistan’ı, yaratıcı olarak hep Kürd’ü görürüz. Ulusal gurur taşıyan hiç bir Kürt bu yürüyüşü başkalarına peşkeş çekmez, ortak kılmaz. Kişilik, gurur, haysiyet ve onur ulusal olmalıdır. Başkalarının maşası haline gelmiş olan aşağılık yaratıklarda bu kişisel değerleri bulamazsınız..

Aydın tarifinin, siyasi lider tarifinin Kürdistan’da çok ucuzladığını biliyoruz. İki lafı bir araya getirene “aydın” denilmesi, üç kaza çobanlık yapamayanlara “lider” gözü ile bakılması bazan çok tabiileşebiliyor.. Kürdistan gibi çok dar bir boğazdan geçmekte olan insanların yaşam mücadelesi verdiği bir ülkede bazı şeyler tabii görünebilir.. Tahripkarların, ve o tahripkarları diledikleri gibi kullanan pekçok istihbarat örgütünün kol gezdiği bir ortamda ak koyun ile karakoyunu ayırd etmek, siyasi gözlemcilere düşen bir görevdir.

Şu an itibarı ile dünyadaki pek çok odak Kürdistan’ın tümünü zapt-ü rapt altında tutmak için senaryo üstüne senaryo hazırlıyorlar. Türkler bu süreçte baş rolu oynuyorlar desek, Amerika’yı yeniden keşfetmiş sayılmayız. Yeni bir Sadabad Paktı artık kurulmuştur. İran, Irak’taki Şii Rejim, Suriye Ve Türk Devleti bize karşı “tek yumruk” halinde hareket ediyorlar. Kuzey’de “lokerler”ler piyasada bunların maşaları konumunda. İran’da idamlar, Suriye’de zindanların Kürtler’le dolup taşmasını kaydetmeye bile gerek yok. Güney’deki Kürt Liderler’e vaadlerde bulunarak Kuzey’e karşı kışkırtma, aba altından sopa gösterme gibi senaryolar en hafifleridir. “Aydın” ünvanlı insanlar bunları çok iyi hesaplamak, tecrubelerini katarak halkın yanında ve fakat bir adım ilerisinde yürüyerek gidişatı deşifre etmek, çıkış yollarını göstermekle yükümlüdürler. 2007’den beri başımıza türlü çoraplar örülüyor.. Daha ağır günleri de yaşayabiliriz.. Türkler açık faşizm’e, Türki bir Nazizm’e her an geçebilirler. Bu durumu çok iyi izlemek varken, o kahrolası kişisel çıkarlarının peşinde koşanları görürmek, ibretle onları da takibe almak gereği açıktır..

Kürdistan-Post’da Edip Bedirxan’ın sunduğu iki fotografa dikkatle bakan bir Kürt eğer hala duruşunu gözden geçirmiyorsa o alçaklık yaftasını bile hak etmemiş demektir! Ama maalesef geçmişte Sekreter, grup lideri, aydın vs gibi kocaman ünvanlarla ortalıkta dolaşanlar, kendileri yetmiyormuş gibi zayıf iradeli bazı kişileri de şerefsizliklerine, aşağılık duruşlarına ve kişisel egolarına ortak etmenin mücadelesini veriyorlar, hem de baş Düşman’ın sağladığı tanıtım olanaklarıyla!

Kemal Burkay’ın anıları üstüne Kürdistan-Post’ta bir yazı yazmış olan sevgili kardeşim, kardeş bellediğim Berivan Aymaz’ın bile yetersiz kalan eleştirilerine ilave edilecek çok şey vardır.. Evet, sırf partisinden koptuğu için merhum Zeki Atsız’ı layıkı ile anmadığı gibi, elinden geldiğince kapalı da olsa aşağılayan Kemal denilen unsur, Eski Bağımsız Qerekilis (Ağrı) Belediye Başkanı Şehit Urfan’ı unutturmak için boşuna uğraşmıyor.. Sen Türk TV’lerini kullanarak, canla başla bir avuç özgürlük uğruna mücadele eden toprağa düşen Kürd’e küfür etmekten, halkın moralini bozma teşebbüsünden başka bir şey bilmez misin? Dersimli’yim diyorsun.. Ama Dersim adını sömürmekten başka ne yaptın şimdiye kadar? Bir özgürlük yürüyüşü mü başlattın? Dersim’de son zamanlarda meydana gelen şehadetlere cevap mı oldun? Sen Kemal! Senin, Alevi Hakları için mücadele eden insanlar kadar bile Dersim’e hizmet etmediğini bilmeyen yok!

Her gün yatar kalkar zehrini akıtırsın.. Düşman’ın Gerilla’yı yalnızlaştırma çabasına katkı sunmakta bir an bile tereddüt etmezsin! Şöyle bir bak etrafa.. Sadece DTP’li Kadın Vekiller’e bak.. Hangisinin tırnağı kadar değer verilecek bir iş yaptın? Sana ufak bir göz kırparak “gel bana” diyen Erdoğan’ı saygıdeğer bulan sen, Bir gün olsun bir Kürd’e de “saygıdeğer” dedin mi? Türk TV’leri’nden hangisi mikrofon uzatsa konuşuyor, onların dümen suyuna giriyorsun da neden “Kürdistan Sosyalist Partisi” gibi saygıdeğer bir ismin içeriğine sahip çıkmıyorsun?

Senin kafanda bilhassa son zamanlarda kırk tilki dolaşıyor da neden bunlardan hiç biri Kürt Halkı’nın ölümüne giriştiği mücadele ile ilgili olumlu bir tilkilik göstermiyor? Yahu Kürt Partisi kapatılır, Kürd’e teknik terimlerle küfredersin, Kürtler kitleler halinde zindanlara tıkılır, Kürd’ü suçlu ilan edersin, Kürt şehit edilir yine de o şehidi suçlarsın… Behey adam sen (Türk) “devlet-i ebed, müebbed”inin bekçisi misin?

Kürt Milleti!

Bunu ve bunun gibileri iyi tanı! Bu ve bunun gibilerin tuzağına düşme! Dar günler geçiriyor olabiliriz.. Etrafımız kuşatılmış, içten ve dıştan tahribatlara maruz kalmış olabiliriz. Her gün yeni vahşetlerle karşı karşıya kalabilir, zindanlara balık istifi gibi tıkılabiliriz ve bu süreç on yıllarca devam edebilir.

Ama Sen ey yeni Kürt, Sen onurlusun.. Ulusal gururun tamdır! Nice şehitlere sahip çıkan Sensin! Nice Ceylanlar’a, Zilanlar’a selam duran Sen! Yarınımın tek umudusun!

Boyun eğmiyorsun! Yarın da boyun eğme!

Başın diktir! Yarın da dik olacaktır!

Kelepçeli yiğitleri unutma! Zincirle sürüklenen 1937-38 yıllarının Dersimli’sini, 1980’lerde zincirlenerek “mahkeme” denilen tiyatroya götürülenler’i unutma! Onların devamısın Sen!

Bugünler için önerim şudur: Zindanları tıkabasa dolduralım! Düşmanı zulmunun eseri olan kanlarımızda boğalım!

Alçaklar’a boyun eğme! Yerli alçaklara uyma! Onlar Sana karşı oynanan oyunun birer parçasıdırlar!

Kürd’ün, ezilenlerin ve insanlığın umudu Sensin!

Diren! Diren! Diren!

Berxwedan Jiyane!!!!

2009-12-28

A Sirac Kekuyon