Baydemir’den Şêx Sait çıkışı


Baydemir’den Şêx Sait çıkışı

Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda 1925 yılında idam edilen Şeyh Sait ve 46 arkadaşı, Büyükşehir Belediyesi Sümerpark Resepsiyon Salonu’nda anıldı.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, 1925’de isyan başlattığı gerekçesiyle 46 arkadaşıyla idam edilen Şeyh Sait’i anma etkinliği düzenledi. Etkinlikte Kürtçe konuşan Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, “Mutlaka Şeyh Sait ile arkadaşlarının mezarını bulacağız ve mezar taşları olacak” dedi.

Etkinliğe Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, BDP Genel Başkanı Hamit Geylani, BDP destekli bağımsız milletvekillerinden Leyla Zana, Altan Tan, Hasip Kaplan, DTK sözcüsü Cemal Coşkun, Diyarbakır Ticaret Odası Başkanvekili Remzi Can, bazı sivil toplum örgütleri ve dernek temsilcileri katıldı.

“ÇAĞRIMIZ ŞEYH SAİD’İN MEZARINI ORTAYA ÇIKARMAKTIR”

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, “Mazlum millet olarak Ortadoğu’da kayıplarımıza, mezarlarımıza sahip çıkmazsak korkarım ki geleceğimize de sahip çıkamayız. Umut ediyorum bu toplantı tüm Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi ve büyük barışın zemini olsun. Birinci olarak kadim Mezopotamya toprakları Şeyh Sait’in Diyarbakır halkı olarak ölümüze ve değerlerimize saygınız olmazsa canlılarımıza saygınız olamaz. Bunun için biz istiyoruz ki Şeyh Sait ve arkadaşlarının tanınmamış itibarları Kürt milletinin gönlündedir. Haklarını vermelisiniz. İkincisi halkların, şahsiyetlerin mezarı neredeyse vatanı da oradadır. 80 yıl önce Şeyh Sait, Bediüzzaman Sait Nursi, Seyit Rıza mezarsız bırakıldı. İstediler ki toprak sahibi, fikir sahibi olmasınlar. Çağrımız Şeyh Said’in mezarını ortaya çıkarmaktır. İsteği, tavsiyesi, vasiyeti vardı. Kendisi için ve arkadaşları için bir mezar taşı istedi, bir kabir istedi, Allah’ın izniyle biz bu vasiyetini onun ve arkadaşları için yerine getirecek ve mezarını bulacağız” dedi.

“BİRLİĞİMİZ GÜÇLENİYOR”

Şeyh Said’in Kürtler’in birlik olması noktasında vasiyetinin olduğunu ifade eden Baydemir, “Şeyh Sait Kürtler’in birlik olmasını çok istiyordu. Bugün şükürler olsun ki Şeyh Sait’in, Seyit Rıza’nın torunları bunun farkındalar. Biliyoruz ki birlik kurtuluşun, çözümün, özgürlüğün ve onurlu bir barışın zeminidir. Bugün bu birlik büyümüştür. Bu birlik giderek büyüyecek, güçlenecek ve tüm Ortadoğu’da mazlum halkların kardeşliğine vesile olacaktır. Şeyh Sait, Seyit Rıza, Vedat Aydın, Necmettin Büyükkaya, Orhan Doğan’ın ruhları şad olsun” diye konuştu.

“KEMALİZME İLK BAŞKALDIRAN ŞEYH SAİT’TİR”

Cumhuriyet tarihinde büyük Kürt şahsiyetlerinin olduğunu anlatan Diyarbakır bağımsız milletvekili Altan Tan ise, “Ahmed-i Xani, Şeyh Sait ve Said-i Nursi gibi bu önemli isimleri Kürtlükten soyutlamaya çalıştılar. Sait Kurdiyi, Kürtlerden sıyırmak ve yaşananları unutmak için çok saba sarfettiler. Bu ünlü Kürt şahsiyetlerinin sadece dini kimlikleri yok, ayrıca bunların milli kimlikleri de var. Bu ünlü kahramanları, şehitleri etnik kimlikleri ile tanımamak büyük yanlış olur. Şeyh Sait ve arkadaşları Kemalizm’e ilk başkaldıran insanlardır. İslami kimlikleri ile ilk başkaldıran ve canlarını veren insanlardır. Bugün kim oldukları ve ne oldukları belli olmayan bazı cemaatler bize dini öğretmeye çalışıyor. Bizim onlardan öğrenecek bir şeyimiz yok” dedi.

Konuşmaların ardından Şeyh Sait ve arkadaşları için BDP’li milletvekilleri Fatiha okudu.

Kürt sorununun sözde çözümü


Kürt sorununun sözde çözümü

Hasan Bildirici

Yine kritik aşama, yine tarih uzatmalar, yine Türk gazetecilerinin Kandil ziyaretleri, Türk köşe yazarlarına yönelik övgüler, siyaset oyunları… Yine opersyonlar; alınıp verilen sözler, tutuklu milletvekilleri falan… Türk sömürge rejimini yenileme ve son Kürt isyanını bastırma provaları içinde bir tımarhane olan Türk meclisine girmek için zorlanan koşullar, görüşmeler, atıp tutmalar, verip veriştirmeler, uyduruk çözüm arayışları… Kürt ve Kürdistan sorunu bu değil. Kürt ve Kürdistan sorununu Türk devletinin onaylayacağı veya onaylamak zorunda kalacağı 30-40 siyasetçinin seçilmesi olarak algılayanları özgürlük, adalet ve Kürdistan diye inleyen milyonların hayal kırıklığı bekliyor.

Çünkü bugün için tartışılan hiçbir şey ve atılan adımlar, baskı ve zulüm altında inleyen milyonlarca Kürt kitlesinin yaşamında en ufak bir değişikli yaratmıyor.

Sömürgeci Türk sistemi, simge olaylar ve simge unsurlar yaratarak Kürt ve Kürdistan sorunun seyrini çarpıtıyor. Doğrusu bu işi iyi beceriyor.

Tutukla, hapise at, ceza ver, siyaseten yasakla… Kürt halkının bütün direniş enerjisini bu yolda kullan… Daha sonra bu uygulamaları kaldırmayı Kürt sorunun çözümü olarak yuttur!

KCK, PKK ve Öcalan’ın sorunları Türk devletiyle tartışmalarında bir sorun yok. PKK’nin silahlı güçlerinin dağdan indirilmesi konusunun sık sık dile getirilmesinde de bir sorun yok. PKK ve Başkan Öcalan’ın Türk devletiyle bazı konularda uzalaşma aramalarını da sorun yapmamak gerekiyor.

Çünkü sorunun aslı, çözüm tartışmalarının ve girişimlerinin başladığı noktada ortaya çıkıyor. Türk devletinin bütün kurum ve kuruluşlarını muhafaza ederek girişilecek çözüm teşebbüslerinde, teşebbüsten hemen sonra Kürt kitlelerinin yaşayacağı hayal kırıklığını giderecek herhangi bir kurum ve kuruluş da bulunmuyor.

Çözüm tartışmaları yamuk başlamışsa, kandırma üzerine kuruluysa sonuçlar da yamuk ilerler ve yamukluk, siz buna potluk diyin, elbise üste giyildikten kısa bir süre sonra ortaya çıkar.

Türk devletinin Kürt sorununu çözme kapasitesi yoktur. Türk devleti ya isyan bastırır ya da çözülür. 100 yıldır bu topraklarda Rumlara, Ermenilere, Asuri-Süryanilere, Kürtlere ve solculara vurmuş bir devletin, kadrolarını ve halkını da bu vuruşa göre biçimlendirmiş bir devletin çözüm kapasitesi nedir?

Yarattığı halk, içinde olduğu felsefe ve bu felsefe doğrultusunda oluşturduğu asker ve sivil bürokrasi sorunların çözümüne engeldir.

Kapasitesi ve felsefesi berbattır. Hile ve yalan üzerine kuruludur. Antları, yeminleri, şifreleri, sınavları, kitapları ırkçılık, yalancılık ve ayrımcılık üzerine kuruludur. Türk sistemi kol, bacak ve beyniyle hastadır.

Sokakların, köylerin ve şehirlerin isimleri bile sorunludur, sahtedir.

Tasfiye edilen Kemalist-serseri unsurların yerini sivil ve asker İmam’ın Ordusu almıştır.

İşçilik, memurluk, bekçilik, polislik, kaymakamlık ve valilik ve askerlik alanları dinci ve muhafzakar Türklük tarafından fethedilmiştir. Kürt halkına ve onun kimlik ve kişilik isteyen sıradan insanlarına bu düzen içinde yer yoktur, yer bırakılmamıştır.

Dört yılda bir tartışılan baskı, zulüm ve yoksulluk altında inleyen milyonların hayatındaki değişiklikler değil, onların oylarıyla kaç belediye başkanlığı ve milletvekilliği alındığıdır.

Güvenliği İmam’ın Ordusu tarafından alınan; işçi, memur ve bürokrasi alanları dinci ve muhafazakar Türklük tarafından paylaşılmış şimdiki devlet Kürt sorunun çözümüne her zamankinden daha uzaktır.

Ben böyle yazdığımda, bizden dinsel ayet türü hazır çözüm reçeteleri bekleyen arkadaşlarımız, peki ne olacak diye soruyor.

Doğrusu, Irak, İran ve Suriye’de çevre temizliği yapıldıktan sonra insanlığa yük haline gelmiş Türk devletinin mevcut haliyle bırakılacağını hiç düşünmedim. Devletlerin ömrü de insanlar gibidir. Doğar, genç olur, orta yaşları yaşar, vakti geldiğinde söner…

Bir zamanların süper gücü Sovyetler Birliği’nin dağılacağına kaçımız inanıyorduk? Onlar da güya açıklık ve yeniden yapılanma çalışmalarına girmişler, Sovyetler Birliği’ni kurtarabileceklerini düşünmüşlerdi. Kürt sorununun gerçek çözümünde ortada mevcut halli bir Türk devletinin kalmayacağını herkes biliyor. Onun için oyalayabildikleri kadar oyalıyorlar.

Türk siyesetine bulaşmış ve onun kap ve kalıbına girmiş Kürt siyasetlerinden de pek umutlu değilim. Herkes uzatmaları oynuyor. Lastik gibi, uzatabildiğin kadar uzat ve arkadan gelenlere devret sorunu…

Bizim için sorunun çözümü bellidir. Çözüm girişimlerinin niteliğini, milletvekilliğini meslek haline getirmiş 20-30 Kürdün seçilmesi değil, halkın sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik yaşamındaki ilerlemeler belirler.

İşkence yapamayan, top atışlarıyla günü ve geceleri karşılayamayan, devriye çıkaramayan, her fırsatta öldüremeyen, biber gazı sıkamayan ve tutuklayamayan bir Türk devleti Kürdistan’da ölüdür.

Sorunun şimdiki ele alış biçimi bir yanılsamadır. Yanılgılar büyüktür. Kürt sorununun büyüklüğü uyduruk çözümler gündeme sokulduğu zaman daha iyi anlaşılacaktır…

Türk devleti ya bu isyanı bastıracak ya da dağılacaktır.

Bunun böyle olduğu çözüm denen zehir acılığındaki şerbeti bir güzel içtiğimizde daha iyi anlaşılacaktır.

21. Yüzyılda Kürtlerin yeni bir Türk devletine ihtiyacı yoktur.

bildiricihasan@hotmail.com

Karayılan: Öcalan, devlete gizli protokol sundu!


Karayılan: Öcalan, devlete gizli protokol sundu!

Milliyet yazarı Hasan Cemal, PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan’la görüştü. Cemal’in köşesinde yayımlanan (27 Haziran 2011) yazısı şöyle:

“2011 çözüm yılı olmalı, yoksa direniriz. Çok kritik bir kavşaktayız. TBMM tatile girmeden önce milletvekili krizi ve yeni anayasa konusunda olumlu bir tavır belirlerse, barış sürecini derinleştirir”

“Artık şiddet istemiyoruz. Bölücü değiliz. Başkan Apo bir ay önce devlete üç protokol verdi. Bu protokoller barış için ikinci açılım niteliğindedir, şiddetin tümden devre dışı bırakılmasını öngörüyor”

ERBİL

Kandil Dağı’nın eteklerinde bir yer. Cumartesi, 25 Haziran 2011. Vakit, öğleye doğru. Ulu bir ceviz ağacının gölgesinde oturuyoruz. Güm güm, güm güm.
Top sesi!
Sanki arkamda atılıyormuş gibi… Dönüp bakmadan edemiyorum. Murat Karayılan, tedirginliğimi fark edince:
“Buraya uzaktır” diyor, “İran ara sıra havan topu atar bizim taraflara… PJAK’la ilgili tavrımızdan memnun değil. İran’ın meselesi PJAK… Ama onlar da Kürt, bizim kardeş örgütümüz.”
Yine güm güm!
Hangi coğrafyada bulunduğunu sakın aklından çıkarma diyen top sesine çabuk alışıyorum.
Etraf güzel. Ceviz ağaçları, kırmızı çiçekleriyle narlar, meyve vermiş dut ağaçları… Yeşillikler arasında “barış”ı konuşuyoruz, savaşı bitirecek barışın koşullarını ya da “yol haritası”nı…
PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan’ın şu sözünü not ediyorum:
“2011 çözüm yılı olmalı!”
Hemen ekliyor:
“Yoksa direniriz.”
Şu noktaları teker teker vurguluyor:
1- “Biz artık sorunu şiddetle çözmek istemiyoruz. Silahı devre dışı bırakmak istiyoruz.”
2- “Bölücü değiliz. Türkiye’yi bölmek istemiyoruz.”
3- “Çok kritik bir kavşaktayız. TBMM şu sıralar tatile girmeden önce milletvekili krizi ve yeni anayasa konusunda olumlu bir tavır belirlerse, barış sürecini derinleştirir, kalıcı kılar.”
4- “Başkan Apo, bundan bir ay önce İmralı’da devlete üç protokol verdi. ‘Birinci açılım 2009’da sonuçsuz kalmıştı; bu protokollar ikinci demokratik açılım niteliği mi taşıyor?’ diye soruyorsanız evet derim.”
5- “Başkan Apo’nun bu üç protokolünün öngördüğü yol haritası, Kürt sorununda yeni bir açılımdır. Demokratik anayasal çözüm sürecinin başlatılması ve şiddetin tümden devre dışı bırakılması… Yani barış açısından çok önemli bir açılım…”

İki yıl önce iki yıl sonra…

Kandil’e ilk kez iki yıl önce 2009’un Mayıs ayı başında gelmiştim. Ama o tarihte bir başka yoldan, Ranya üzerinden çıkmıştık dağa.
Dağların arasında, derin vadilerde daha çok kaçakçıların kullandığı bir kenarı uçurum olan katır yollarını yüreğim ağzımda geçerek gelmiştik bir PKK kampına…
Bu kez yolumuz asfalttı.
Ya da önemli bir bölümü…
Sabah beşte, gün ağarırken Erbil’deki otelimizden beni ve Namık Durukan‘ı gelip aldı Zagros, Nissan kamyonetiyle.
Dedi ki:
“Hasan abi, sen şimdi Dersimli bir Zaza’sın…”
“Dersimli Zaza…”
“Dogridir! On beş yıl önce oglun daga çıkmıştır. Sen şimdi onu özlemişsin, görmeye gelmişsin. Namık da senin yanında yardımcı olmak için, zira sen ihtiyarsın…”
Başımı sallıyorum.
Zagros, “Dogridir” diye onay veriyor:
“Şu gazeteci yeleğini de çıkar üstünden. Not defterini sakla. Kontrol noktalarında da şöyle bir asker selamı çak.”
Yola koyuluyoruz.
Önce Selahattin, Şaklava… Sonra Heliz, Halifan… Diyana’nın çevre yolundan Kandil Dağı’nın eteklerine…
Teypte Ahmet Kaya söylüyor:
“Ben yandım
Siz yanmayın
Allah aşkına!”
Dağlar gitgide heybetli bir hal alıyor. Revanduz… Dağların arkası İran sınırı, 50 kilometre… Gürül gürül su akıyor, vadinin içinden.
Zagros türküyü değiştiriyor:
“Yollar gider Zagros’a
Cudi’ye
Dağlar bize hediye!”
KDP’nin son kontrol noktasını geçtikten sonra Zagros bize dönüyor:
“Hoş geldiniz özgür Kürdistan’a! Bundan sonrasına biz ‘medya savunma alanları’ deriz, PKK’nin kontrolü altındaki topraklar yani…”
PKK’nın ilk kontrol noktası. Bayrağını çekmiş, Apo’nun renkli bir resmini asmış.
Ellerinde kalaşnikoflu iki PKK’lı nöbetçiden biri İranlı Kürt, öteki Suriyeli Kürt. Çat pat Türkçe konuşuyorlar.

Ceviz ağacının altında barışı konuşmak…

Daha sonraki yazılarımda şoförümüz Zagros’la birlikte yine anlatacağım bu yolculuk sonrasında, Kandil’in eteklerinde bir yerde, ulu bir ceviz ağacının altında barışı konuşuyoruz.
Masanın etrafında kimler mi var?
Murat Karayılan…
PKK’nın Kandil’deki lideri. Öcalan, PKK diliyle, önderlik makamı, tartışılmaz bir numara. Karayılan ise Öcalan’dan sonra her şeyin tepesinde.
Resmi sıfatı hayli uzun:
Kürtçesi Koma Civaken Kürdistan olan, kısaca KCK denilen, Türkçesi Kürdistan Topluluklar Birliği’nin Yürütme Konseyi Başkanı. Karayılan, PKK’nın dağ ve şehir örgütlenmesinin tepesindeki kişi.
Ronahi Serhat.
Hem KCK Konsey, hem Başkanlık kurumu üyesi. PKK’ya 1993’de katılmış, Bursa Uludağ Üniversitesi’nde felsefe okurken…
Zeki Şengali.
KCK Konsey üyesi. İlkokul mezunu. Batman’ın Beşiri kazasından. 17 yaşında gittiği Almanya’da işçilik yaparken PKK’ya katılmış. Almanya’da hapisliği var. Bir oğlu dağda şehit düşmüş. Öğleden sonra tanışacağım bir kızı Hanover’de siyasal bilimler okumuş, şimdi doktora yapıyormuş.
Ahmet Deniz.
İki yıl önceki görüşmede de vardı. Kandil’in medya ve dış ilişkiler temsilcisi. Mardinli, lise mezunu. Önce gerillalık yapmış, şimdi politik çalışma…
Ve bin yıldır bu coğrafyanın neredeyse her yerine birlikte gittiğim meslektaşım Namık Durukan.
Bir de arşiv için çekim yapan PKK’lı bir kızla, etrafta, yeşilliklerin arasında ara sıra gözüme çarpan, ellerinde keleşleriyle nöbet tutan gerillalar…
Geçen sefer olduğu gibi teyplerimizi masanın ortasına koyuyoruz.

Murat Karayılan’la Kandil’de ulu bir ceviz ağacının gölgesinde oturuyoruz. Güm güm top sesleri geliyor. İran ara sıra havan topu atar bizim taraflara” diyor…

‘Yeni anayasa adil iç barış…’

Önce Karayılan’ı dinliyorum.
Başkası konuşmuyor. Murat Karayılan arada bir Ronahi Serhat’a soruyor, daha söylenecek bir şey var mı, kaldı mı gibisinden…
Noktasıyla virgülüyle konuşuyor.
Ben sohbeti daha çok güncele taşıyorum. 12 Haziran seçimlerine, Öcalan’ın eylemsizlik sürecini uzatan 15 Haziran açıklamalarına ve Hatip Dicle‘nin milletvekilliğini düşüren, KCK tutuklusu bağımsız milletvekillerinin tutukluluk halini devam ettiren mahkeme kararlarına getiriyorum.
Karayılan şöyle diyor:
“Türkiye’nin bugün geldiği noktada yeni, açılımcı bir anayasaya ve adil bir iç barışa ihtiyacı var. Barış ve demokrasiyle birlikte Türkiye ekonomik olarak daha çok büyür, zenginleşir. Ve Ortadoğu’ya da emsal olur.”
Ve ekliyor:
“Kürt sorunu, barış ve demokrasi bakımından Türkiye’nin ayağını bağlıyor. Bunu çözerse, çok daha ileri gider.”
Sözü 12 Haziran‘a getiriyor:
“Seçim sonuçları çok önemli. Türkiye’nin barış ve demokrasi açılımını gerçekleştirmesi için önümüzde bir fırsat penceresi açmış durumda. Bu açıdan, Emek Özgürlük Demokrasi blokunun 36 milletvekili çok önemli bir gelişmedir, bir başarıdır. Kürt halkı demokratik Türkiye ve demokratik özerklik için oy verdi, bir ‘proje’ye oy verdi Kürtler… Bakın ‘özerk Kürdistan’ deyimini kullanmıyoruz ya da çok seyrek kullanıyoruz.”
Konuyu Karayılan şöyle açıyor:
“Demokratik özerklik bütün Türkiye için geçerli. Bu özerklik tüm Türkiye’yi kapsadıkça, Türkiye daha çok demokratikleşecek. Çünkü yerinden yönetimin güçlenmesi ile demokrasi ete kemiğe bürünür. Tek merkezcilik gevşer, zayıflar.”

Karayılan’dan Erdoğan’a çağrı…

Ak Parti‘nin seçim başarısını teslim ediyor Karayılan. Erdoğan’a çağrısı özetle şöyle:
“AKP, Türkiye toplumundan yüzde 50 oy aldı, teveccüh gördü. Toplum AKP’ye Türkiye’nin sorunlarını çöz diye büyük sorumluluk yükledi. Şimdi siyasal irade gerekiyor Kürt sorununu çözmek için. Yüzde 50 oy almış olan bir parti, bir lider bu siyasi iradeyi göstermeli.”
Erdoğan’a çağrısını şöyle sürdürüyor:
“Bizim 12 Haziran sonrasıyla ilgili olarak, barış konusunda beklentilerimiz vardır. Ama Hatip Dicle‘nin milletvekilliğinin düşürülmesi derken, KCK tutuklusu milletvekilleri derken yaşanan gelişmeler, barışa ilişkin bu beklentilerimize büyük, ağır darbe vurdu. Kürt sorununun çözümü noktasında kritik bir kavşağa gelinmişken, biz barış beklerken, Bekir Bozdağ’ın (Ak Parti Meclis Grup Başkan vekili) açıklaması geldi. Dicle’ninkiyle Erdoğan’ın 2002 durumu arasında benzerlik yoktur diye… Biz bunu şöyle anladık: Kürt siyasetini hizaya getirmek, burnunu sürtmek…
2009 yılı Mart ayında BDP’nin yerel seçim başarısının arkasından da KCK operasyonları, tutuklama dalgaları için düğmeye basılmıştı. Şimdi de bu… Biz blok milletvekillerinin Meclisi boykot kararını destekliyoruz. Somut bir adım atılmalı Mecliste ve Hatip Dicle’yle KCK tutuklularının durumu düzeltilmeli… Bundan önce Meclis boykotu sürsün.”
Başbakan Erdoğan

ÇÖZERSE TARİHE GEÇER

Karayılan, Erdoğan’a şöyle sesleniyor:
“Şimdi toplumsal barışın kapısını açmak Başbakan Erdoğan’ın elindedir. Hem milletvekili krizini çözmek, hem Kürt sorununda köklü bir çözümün kapısını açmak Ak Parti liderinin elindedir. Bugün böyle bir tarihsel liderliğe ihtiyacı var Türkiye’nin. Bunu gerçekleştiren lider, tarihe geçer.”

Apo’nun 1 ay önce devlete verdiği 3 protokol…

Söz, Öcalan’la devletin İmralı görüşmelerine gelince, Murat Karayılan aynen şunları söyledi:
“Önder Apo devlete bir ay önce üç ayrı kısa, öz protokol sundu. Bunlar, çözüm protokolları…
Birinci protokol:
‘Türkiye’de Kürt sorununda demokratik çözümün ilkeleri’ başlığını taşıyor. Yani demokratik yeni anayasa konusu…
İkinci protokol:
Türkiye’de devlet ve toplum ilişkilerinde adil bir barışa ilişkin ilkeleri konu alıyor.
Üçüncü protokol:
Demokratik ve adil barış için acil eylem planı…
Her protokol ikişer sayfadan oluşuyor, çok yoğun metinler. Apo’yla bir ay önce görüşen devlet heyeti bu protokolları reddetmiyor. ‘Tartışılabilecek bir belgedir’ diyorlar ve devlet ve hükümetle bunu tartışacaklarını belirtiyorlar.
Biz buna cevap bekliyoruz.
14 Haziran İmralı görüşmesinde Apo bunun cevabını bekledi. Ama net ve somut bir cevap gelmedi.”
Murat Karayılan, Apo’nun protokollarıyla ilgili olarak şöyle devam etti:
“Bu protokoller, demokratik ulus çerçevesinde yeni anayasayı içine alan, Türkiye’deki tüm kimliklerinin tanınması temelinde toplumsal bir barış projesi öngörüyor. Tarafların karşılıklı olarak birbirlerini af temelinde, şiddetin tümüyle devre dışı kalması ve silahsızlandırmayla ilgili koşullar da yer alıyor protokollerde…
Bir anayasa komisyonu kurulması isteniyor. TBMM’de grubu olan partilerden eşit sayıda üyenin katılımıyla… Sivil toplumun da, devlet bürokrasisinin de temsil edileceği bir komisyon…”
Demokratik ulus kavramını benim sorum üzerine şöyle özetliyor Karayılan:
“Tekçi değil çok kimlikli bir ulus… Her kimliğin anadil hakkı olacak. Ademimerkeziyetçi sistem temelinde özyönetim hakkını da, doğru bir vatandaşlık tarifini de içeriyor, demokratik ulusun anayasal çerçevesi… Böyle bir sistem Türkiye’nin gönüllü birliğini pekiştirir, güçlendirir. Ve böyle bir temel üstünde kendi kendiyle barışık bir Türkiye’nin önü açılır.”

Apo’ya herkesle görüşme imkânı ve barış yolu…

Protokollerde yer alan diğer önerileri şöyle anlatıyor Karayılan:
“Bir barış konseyinin kurulması… Devletten, KCK’dan, tarafsız insanlardan, aydınlardan, akil adamlardan oluşan bir barış konseyi… Böyle bir konsey, hem eylemsizlik sürecini denetler, hem silahsızlandırmaya gidecek bir sürecin de sorumluluğunu üstlenir. Bu konseyin kendisi ya da paralelinde kurulacak Adalet Hakikat Komisyonu bu rolu oynar.
Üçüncü öneriye gelince…
Böyle bir sürecin düzgün işleyebilmesi için Önder Apo’ya herkesle görüşme imkanı verilmesidir protokollerdeki üçüncü öneri…”
Murat Karayılan’la Kandil’deki beş saatlik görüşme bir güne sığamıyor. Yarına da yeni ve bazı heyecanlı konular var.

Hatip Dicle vs Erdoğan..


Hatip Dicle vs Erdoğan..

İki ayrı kişilikte insan. İki ayrı cephede. İki ayrı güce dayanan. İki ayrı menfaat grubunun sözcüsü.. Biri Hatip.. Diğeri Recep. Peki kim kimdir şu an cereyan eden kavgada?

Önce bir sahte demokrat ve sahte barışçı, aslanda teslimiyeti dayatan bir kafa yapısının ürettiği safsata temelli bir duruşa değinmek isterim: Demokratlar ile faşistler arasında cereyan eden kavganın taraflarıdan Recep ve temsilcisi olduğu “menfaat grubu”nu savunanlardır bunlar. Hatip’in haklı-haksız yargısında yerini ve haklı duruşunu tersyüz etme eğilimi olarak gördüğüm bir duruştur bu… Yani saldırgan ile mazlum Türk Devleti’nin kanunlarına dayanılarak kamuoyu nezdinde yargılanıyor, mazlum olan saldırgan, zalim ise savunmada gösteriliyor. Neymiş efendim; “şartlar ne olursa olsun, meclise girmemek şantaj ve tehdit”miş. Uzaktan bakan da Hatip ve destekçilerini top, tank, uçak, helikopter, NATO ve AB destekli bir kavgayı çıkararak “zavallı” Receb’in destekçilerine ve başında bulunduğu Türk Devleti’ne saldırmaya hazırlandıklarını sanır.. Pes ki nasıl pes! Bu muhakeme ancak ve ancak faşizmin dümen suyuna girmiş kişiliklere yakışır. Türk Basını’nın önemli kalemşörlerinin kafa yapısı böyle kaldıkça daha çok gençler toprakla kucaklaşacaktır, bunu gören görecektir.

Şu anda Erdoğan tarafından bilerek ve hesaplanarak yaratılan bir kriz yaşanıyor. Bu krizi kullanarak başkanlık sistemi dediği tek adam diktatörlüğüne ulaşacak sayısal bir çoğunluğa erme isteği açıkça seziliyor. Türk Meclisi’ne 325 adamını soktuğu %50’lik bir oyu var. Şu anda birini MHP’den, diğerini Blok’tan çaldığı çaldığı iki adam ile 327’yi bulmuş durumda. Halkın iradesini pervasızca çalan bu diktatör bozuntusu, yakında mebus pazarı da kurarsa şaşmayınız. Gözü MHP ve CHP içinde yer alan kişiliksiz 3-4 adamdadır. Böylece tek adam olma yolunu “meşru zeminde” de (siz bunu kanuni zemin diye okuyun) sonuna kadar açmış olacaktır. Bunu yaşayan görür. Kısacası Duçe direniyor, mezarları kazılmakta olan diğer Türk partileri seyrediyor…

Şimdi gelelim Recep ile Hatip’in mukayesesine..

Recep, sırtını ABD’ye dayamış sözde İslam, aslında münafık bir unsurdur. ABD’nin başlattığı ve dar bir sahada cereyan eden III. Dünya Savaşı’nda önem kazanan Türk Devleti’nin başındaki bir maşadır. Evet, yeni ve dar sahada cereyan eden bu yeni dünya savaşına ben “düşük yoğunluklu dünya savaşı” diyorum. Savaş esas olarak toprak kazanmak veya sömürgeci amaçla yürütülmüyor. Buna dikkatinizi çekerim. Bu yeni savaşta asıl amaç stratejik anlamda dünyayı ve kaynaklarına giden yolları kontrol altında tutmaktır. Bunun için bir anlamda anti-islam bir savaş gibi görünüyor.. Ama şöyle bir düşünürsek, Panama’nın işgali de bu uzun soluklu savaş esnasında cereyan etmiş, bir devletin başkanı derdest edilerek ABD’de yargılanmış, müebbed hapse mahkum edilmişti (uyuşturu karteli reisi suçlaması ile). O müdahalede amaç Panama kanalı’nın kontrolunu devam ettirmekti ve öyle de oldu. Ortadoğu’daki müdahaleleri bir arada düşünürsek, burada da amaç Akdeniz’in, NATO’nun bir gölü olmasını devam ettirmektir. Libya bunun için dayak yiyiyor, Tunus bunun için alt-üst oldu, Mısır’daki Nasırizm bunun için yeniden dizayn edildi, Nefret ettiğim ve yıkılmasını alkışladığım Saddamizm bunun için yerle bir edildi. İşte Recep bu Akdeniz Savaşı’nda işi yumuşatmak için isim olarak lazımdı ve kullanıldı, hala da kullanılıyor. Suriye ile can ciğer sarması iken şimdi müdahale tehdidi ile Şam’ı kışkırtan Ankara, bu Akdeniz Savaşı senaryosundaki rolunu layıkı ile oynuyor..

İşte bu Recep’in, bu iğrenç, ahlaksız, vicdansız ve yalana yatkın kişiliği dolayısı ile hem Ortadoğu’da, hem Afganistan’da oynadığı rolu dolayısı ile NATO tarafından el üstünde tutuluyor, Türk Devleti’nde iktidarı kaybetmemesi için açık kart destek veriliyor. Şu sıralar ABD’nin önde gelen basın kuruluşlarının Türk Devleti’ni dış maceralara ittiklerini hep birlikte izliyoruz. “Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandırma” iması bu teşvikin en önemli parçasıdır. Recep gaza gelebilir ve Suriye’ye müdahale edebilir.. Tabii ki bu geri dönüşü olmayan bir macera olacaktır. Fakat müdahale ile her şeyin sona ermediği görülecektir. Türkler bunun sonuçlarına katlanmakta yalnız kalacaklardır. Geri dönüşü olmayan bir yoldur bu (Point to no return). Ekonomik bakımdan büyük darbe yiyeceği bir macera olacaktır bu.. Araap-Türk Savaşı’nda ABD ve giderek Batı, İsrail’e verdiği desteği Türk Devleti’ne vermeyecektir.

Kukla Duçe Erdoğan’ın son zamanlardaki aşırı kendine güven duyguları artık gizlenemiyor. Bunun altında yatan sebebi bakar görmezler bile fark etti. Ama anlayana..

Şu anda cereyan eden Türk Devleti-İsrail görüşmeleri de organize görüşmelerdir. Her iki Filistinli Lider’in Ankara’nın davetlisi olarak Erdoğan’la temas halinde bulunmaları “düşük yoğunluklu dünya savaşı”nda yeni bir aşamadır. Filistin yakında teslim bayrağı çekerse şaşmayın. Ezilenlere, özellikle Libya, Filistin ve Suriye Halkları’na karşı kotarılan tüm kirli tezgahların merkezi haline gelen Ankara’nın, seçimlerdeki hırsızlıklar, kirlilikler, Vekil çalmalar konusunda Batı kaynaklı hiç bir ciddi baskıya prim vermeyeceği ortadadır. Erdoğan cereyan eden tüm sözde olumsuzluklara gülüp geçmektedir.

Erdoğan türü faşizmde bütün benzeri öncellerinin sahip olduğu hiyerarşiyi görürüz. En üstte Şef, Erdoğan, yer alır. O aynı zamanda yürütmenin başıdır. Onun altında vurucu güç olarak İmamın Ordusu (Polis) ve MİT bulunur. Kontralar yeniden can bulmaktadırlar. Ordu beyaz bayrağı çekmek üzeredir. Erdoğan hiyerarşisinde daha sonraki kademede yargı gelir. Bu “erk” doğrudan doğruya Şef’in güdümündedir. Meclis dahil, tüm alanların üstündedir. Kimin vekil olabileceği, kimin vekil kalacağı Şef’e karşı sorumlu olan bu “erk”in sorumluluğundadır. Meclis ise en kişiliksiz günlerini yaşamaktadır. Mustafa Kemal zamanında bile mebusluk müessesi bu kadar aşağılanmamıştır. O artık büyük oyunda önüne gelen evrağı tastik eden bir noterdir.

Peki Erdoğan’a karşı “savaşan” Hatip kimdir. Resmi hikayesi şöyle:

“1954 Diyarbakır doğumlu. 1979 İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. 1970′li yıllarda Devrimci Doğu Kültür Derneği’nde (DDKD) çalıştı. 1984 yılında gözaltına alındı. 1991 yılına SHP-HEP seçim ittifakıyla Diyarbakır Milletvekili seçildi. Aynı yıl HEP’e katıldı. 12 Aralık 1993 tarihinde DEP Genel Başkanlığı’na seçildi. 2 Mart 1994 tarihinde TBMM tarafından milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı. Aynı gün, Orhan Doğan ile Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Ekipleri tarafından gözaltına alındı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına dayanak oluşturan Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral tarafından hazırlanan iddianamede “vatan hainliği” ile suçlandı. Daha sonra hapis cezası aldı ve 10 yıl cezaevinde kaldı. 10 yıl sonra tekrar yargılanarak 2004 yılında tahliye edildi. Tahliye edildikten sonra siyasi çalışmalarına devam etti. Diğer milletvekili arkadaşları, Kürt siyasetçileri ve aydınlarla birlikte Demokratik Toplum Hareketi’nin kuruluşunda yer aldı. Bu hareket bir süre sonra DTP (Demokratik Toplum Partisi)’ne dönüştü. Siyasi yasaklı olduğu gerekçesiyle, Anayasa Mahkemesi tarafından parti üyeliği düşürüldü. Siyasi çalımalarına devam eden Dicle, Demokratik Toplum Kongresi’nin kurulmasına öncülük etti ve bu kongrenin eşbaşkanlığı ve sözcülüğü görevini üstlendi. 2010 Nisan ayında gerçekleşen “KCK operasyonuyla” tutuklandı ve hala cezaevinde.” (internetten).

Şimdi bu hikayenin içini dolduralım:

Hatip siyasi hayatı boyunca mazlumların safındadır. Dünyada, Ortadoğu’da, Türk Devleti’nde ve giderek Kürdistan’da zalimlerin baş düşmanı, mazlumların yiğit bir militanıdır. Sırtını dayadığı güç olarak halkından başka bir güç yoktur. Tavizsizdir. Sırtını dayadığı Kürt Halk çoğunluğu gibi, korku duvarını aşmıştır. Bilgi birikimi, siyasi donanımı Erdoğan takımını defalarca katlar düzeydedir. Yükselme uğruna elinin altında bulunan herşeyi, kendisini bile satmaya hazır olan Duçe’nin aksine, Hatip her zaman dimdik ve omurgası sağlam biri olarak ayaktadır. O bir onur abidesidir. Kişiliği, Ulusal-sınıfsal gururu, onuru, haysiyeti ile halkının gözdesi, düşmanının korkulu rüyasıdır.

Şu karanlık günlerde, Blok’u oluşturan siyasi kadro ve destekçi kitlelerle birlikte zindanda bile zalimlere korku salmaktadır.

Yeri gelmişken; bu satırları Hatip adını taşıyan birine düzülmüş methiyeler sanmayınız. Burada ”Hatip”i çoğul olarak almazsanız bu kez siz çıkmaza girersiniz. Hatip’in kendisi de bunu istemez. O bedel ödeyen ve ödemekte olan milyonlarca Kürt’ten sadece biridir. Bir avuç özgürlük uğruna belki bugün de vatan toprakları ile kucaklaşacak olanların sözcüleri arasında bulunmak onun tek mutluluğudur.

Şu anda blok’un verdiği büyük savaşımı anlamak için tek tek ağaçlara değil, ormana bakınız. Lider’inden tutun en arkadaki sessiz militanına kadar dev bir yürüyüş cereyan ediyor. Bu yürüyüş, dünyadaki zalim güçlere, Ankara’ya ve Duçe ile sözde muhalefete oy veren %90’ı aşkın kış uykusundaki kişilere rağmen kesintisiz devam ediyorsa, siz bu hareketi doğuran makinaya, imana bakın..

Hatip, İmralı’nın, Kandil’in, Dağın, ovanın bir parçasıdır. Şef değil, neferdir! Neferin Şefleri yendiği günün yakın olması dileği ile Blok direnişçilerini selamlıyorum..

2011-06-25

A Sirac Kekuyon

Dicle’ye karşı YSK’da AKP, CHP ve MHP ittifakı


Dicle’ye karşı YSK’da AKP, CHP ve MHP ittifakı

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ile siyaset arasında Hatip Dicle’nin milletvekilliğin düşmesinden önce önemli gelişmeler yaşandığı ortaya çıktı.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ile siyaset arasında Hatip Dicle’nin milletvekilliğin düşmesinden önce önemli gelişmeler yaşandığı ortaya çıktı.

YSK’nın Hatip Dicle kararını veren üyeleri gibi AKP, CHP ve MHP’de karar öncesi tam bir mutabakat sağlamış. Birbiriyle ‘helalleşmeyen’ iktidar ile muhalefet Hatip Dicle’nin hukuk gereği milletvekili olamayacağını karar öncesi yazılı ve sözlü olarak YSK’ya bildirmiş.

KCK davasından tutuklu olan Hatip Dicle, milletvekili mazbatasını avukatları aracılığıyla 12 Haziran’da Diyarbakır İl Seçim Kurulu’ndan almıştı. Kısa bir durum değerlendirmesi yapan parti yönetimi YSK’ya resmi başvuru yapmayı kararlaştırdı. AKP’nin seçim işlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek’in imzasını taşıyan dilekçe cumartesi sabah saatlerinde YSK’ya verildi. Anayasa, siyasi partiler kanunu ve yasa maddelerinin hatırlatıldığı dilekçede Dicle’nin milletvekili yeterliliğine sahip olmadığı savunuldu.

Dicle’nin seçilme yeterliliğine sahip olmadığı görüşünü YSK’da CHP ve MHP’yi temsil eden isimler de savunuyor. YSK’da AKP’yi eski milletvekili Hüsrev Kutlu, CHP’yi Mehmet Yakupoğlu ve MHP’yi de Fikri Dönmez temsil ediyor.

YSK toplantılarına katılan bu isimlerin oy hakkı bulunmuyor. Her üç isim de YSK’nın oybirliğiyle Dicle’nin vekilliğini düşürdüğü son toplantının bir bölümüne katıldı. CHP ve MHP’li üyeler “Devlet ve hukuk var ise Dicle vekil olamaz” görüşünü bildirdi.

İpek: Bizimle ilgisi yok

AKP’nin YSK’ya verdiği dilekenin altında imzası olan Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek, gerekçelerini Radikal’e anlattı. İpek, YSK’nın Dicle kararını Cumhuriyet Savcılığı’nın müracaatı üzerine verdiğini, AKP’nin dilekçesiyle ilgisi olmadığını savundu. Haluk İpek, “Süreç devam ediyordu. Dosya YSK’da devam ederken Hatip Dicle’ye mazbata verilmesi hukuka aykırıydı. Biz bu aykırılığı YSK’ya bildirdik. Birisi seçilme yeterliliğini kaybetmiş ama mazbatayı alıyor. Aday (Oya Eronat) bizim adayımız. Bu yanlışlığı YSK’ya bildirmemiz gerekiyordu. YSK’nın kararı da Anayasa ve yasalara uygundur”diye konuştu.

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ da YSK’nın kararını savunurken milletvekilliği düşen Dicle’yi ‘bile bile lades yapmakla’ suçladı. Bozdağ, Dicle’nin 22 Mart’ta kesinleşen mahkumiyet kararını bilerek gizlediğini ve nisan ayında milletvekili müracaatında bulunduğunu söyledi. Bozdağ, AKP olarak bu konuda yasal adım atmayacakları mesajını da verdi.

AKP’de krize siyasi çözüm havası esmiyor. Parti kurmayları hukuken yapılacak bir şey olmadığı ve krizi bilerek tetikleyen BDP’lilerin bedelini ödemesi eğiliminde. Daha önce eleştirilen YSK’ya bu kezdestek çıkan AKP, Merve Kavakçı ve Bahattin Şeker’i örnek gösteriyor.

BDP’liler gelmezse ne olur?

BDP’li milletvekillerinin yemin etmemesi ve Meclis’e gelmemesi halinde ne sonuçlar ortaya çıkacağı belirsiz. Seçilen milletvekili mazbatasını aldıktan sonra bütün özlük haklarına kavuşuyor. Maaşını alabiliyor, emeklilik süreci yürüyor. Ancak yemin etmeyen milletvekili Meclis’te çalışmalara katılamıyor. Anayasa’nın 84. maddesine göre Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayanın milletvekilliğinin düşmesine, Genel Kurulca üye tamsayısının çoğunluğunun oyuyla karar verilebiliyor. Milletvekillerinin devamsız sayılması için yemin etmesi gerekiyor.

Yeni bir seçime gidilebilmesi için ise Meclis’te 28’den fazla vekilin istifa etmesi gerekiyor. Bu durumda üç ay içinde istifa eden vekillerin illerinde ara seçime gidilmesine karar veriliyor. Ayrıca bir ilin veya seçim çevresinin TBMM’de üyesinin kalmaması halinde bu boşalmayı takip eden 90 günden sonraki ilk pazar günü ara seçim yapılabiliyor.

MHP: Karar bahane olmasın

MHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Bal, YSK’nın Hatip Dicle ile ilgili kararının, Türkiye’de sıkıntılı birtakım hareketlerin başlaması için bir neden olarak kabul edilmemesi gerektiğini söyledi. MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan ise kararı ‘siyasi’ olarak niteledi.

MHP’li Bal, dün Meclis’te kayıt işlemlerinin ardından, YSK’nın Dicle kararını da değerlendirdi. Bal, YSK’nın yasalara uygun olarak davranması gereken bir kurum olduğunu, kararın sıkıntılı birtakım hareketlerin başlaması için bir neden olarak kabul edilmemesi gerektiğini söyledi.

Oğan: Karar siyasi

Dicle’ye milletvekilliği yolunun kapanmasına en ilginç tepki ise MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan’dan geldi. Oğan hukuka son dönemlerde çok fazla müdahale edildiğini, YSK’nın Dicle ile ilgili aldığı ilk kararın da son kararın da ‘hukuki değil, siyasi olduğunu’ savundu.

CHP kararı eleştirdi, ‘Erdoğan formülünü’ önerdi

CHP Genel Sekreteri ve Parti Sözcüsü Bihlun Tamaylıgil, Başbakan Erdoğan’ın 2002’de seçilmesini örnek gestererek, Hatip Dicle için de aynı formülün uygulanmasını istedi. CHP MYK toplantısı sonrasında bir basın toplantısı düzenleyen Tamaylıgil, YSK kararı için, “Türkiye hızla hukuk devleti olmaktan çıkmaktadır. Bir milletvekilinin mazbata aldıktan sonra düşürülmesini hukuken ve siyaseten doğru bulmuyoruz. Yüzde 10 barajını düşürmeyen, Siyasi Partiler Yasasını ve seçim yasasını demokratik hale getirmeyen AKP iktidarı bu sonuçları hazırlamıştır” dedi.

‘Yargı dizayn etmemeli’

Düşen milletvekilinin AKP’ye yazılmaması konusunda AKP’yi göreve çağırdıklarını dile getiren Tamaylıgil, şöyle konuştu: “Milli iradenin ortaya koyduğu tercihleri yok saymak mümkün değildir. Yargı siyaseti dizayn etmemelidir. Sayın Başbakana 2002’de kesin hüküm giymişken yolu açan benzer düzenlemelerin yapılmasını zorunlu görmekteyiz.” CHP sözcüsü Tamayligil, Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’a ilişkin benzer bir kararın çıkması halinde ne yapacaklarının sorulması üzerine de şu yanıtı verdi: “Hukuki süreci izleyip değerlendireceğiz.”

Eski AİHM yargıcı ve CHP Milletvekili Rıza Türmen de, YSK’nın Hatip Dicle ile ilgili kararını değerlendirirken, “YSK’nın yetkileri, milletvekili seçilme koşulları ile ilgilidir. Milletvekilliği düşürme işlemi Meclise aittir” dedi. (Radikal)

Öcalan’a AKP’den Cevap Gecikmedi


Öcalan’a AKP’den Cevap Gecikmedi
Mehmet Serhat Polatsoy

Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın basına yansıyan görüşme notlarını hepimiz okumuşuzdur. Sayın Öcalan; Askeri ve siyasi soykırım operasyonlarının devam etmesi halinde, KCK’nin meşru savunma temelinde cevap vermesi gerektiğini, savaş olasılığı düşünülerek tedbirlerini tam almalarını, gözaltı ve tutuklamaların devam etmesi halinde KCK’nin de karşılığında o kadar gözaltı, tutuklama ve yargılama hakkı doğabileceğini, belirtti. Buna göre AKP hükümetinin gözaltı ve tutuklama operasyonlarına derhal son vermesi gerekirken, görüşmenin yapıldığı Çarşamba gününden bu yana AKP’nin polis gücü ile büyük oranda teslim aldığı TSK askerlerince 100’ e yakın gözaltı ve tutuklamayla beraber köy baskınları gerçekleştirildi.

Bununla kalmayan AKP hükümeti, yine teslim aldığı YSK eliyle Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürüp, Sayın Dicle’ye oy veren doksan bin Kürt yurttaşının da hakkını gasp etmiş oldu. Biliniyor ki Sayın Öcalan, Hatip Dicle ile ilgili; Bırakılması ve meclise gönderilmesi gerekiyor. Bırakılmaması büyük siyasi riskler taşır, bizim savunduğumuz barışçıl çizgiye de darbe anlamına gelir, demişti. Buna göre Hatip Dicle, Sayın Öcalan ve Kürt halkının kırmızıçizgisidir, demek sanırım abartı olmayacaktır. Bunun karşılığında AKP hükümeti adeta, “ben sizin hiçbir çizginizi kabul etmiyor ve elimdeki tüm yetkiler ile çizgilerinizi siliyorum” demektedir.

Öte taraftan Sayın Dicle şahsında Kürt halkına karşı uygulanan YSK darbesi, öyle bazılarının dediği gibi derin devlet veya gizli güçlerin işi değil, bire bir Devletleşmiş AKP’nin alenen yaptığı bir iştir. Kimse boşu boşuna kendini kandırmasın. Kürt siyasetinden, blok içerisinden bile “bu iş karanlık güçlerindir”, deniliyor. Ağız alışkanlığı dahi olsa, bu ağzı düzeltmek gerekir, bu ağız dahi AKP’nin işine yaramakta ve halk önünde mazlum rolü oynamasına zemin sunmaktadır. Bu kişiler bir yerde kendini kandırdığı yetmezmiş gibi halkı da kandırıyor ve maalesef AKP’nin tuzağına düşüyor. Gizli güç demek, bu darbenin AKP’den bağımsız yapıldığı anlamına gelecektir. Bu demek AKP’yi aklamak demek olacaktır. Böylelikle AKP, mazlum edebiyatına devam edecektir.

Devletleşmiş AKP Hükümeti, Sayın Öcalan’ın hassasiyetlerine ve toplumsal barış isteğine aynı hassasiyet ve özveriyle yaklaşmamış, adeta olabilecek bir barış ortamını darbeleyici her türlü eylem içerisine girmiştir. Bu anlamda Devlet, yapılan çağrıya olumsuz yönde karşılık vermiş ve tahrik iyiden iyiye yükseltilmiştir.

Sayın Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi, birinci YSK darbesi kadar onur kırıcı olmamıştı. Her halükarda onuruyla oynanan Kürt halkı bu darbe ile daha bir yıpratılmış ve insan yerine dahi koyulmamıştır. Bu karar Kürt halkına açıktan bir saldırıdır ve öyle anlaşılıyor ki devreye bu saatten sonra, Kürt halkı ve sahipleri girecektir.

Böyle bir saldırı durumunda akla, Sayın Öcalan’ın, “ Saldırılar karşısında KCK, gözaltı, tutuklama ve yargılama gerçekleştirebilir” açıklaması geliyor. Aslında bu açıklamadan yaklaşık bir yıl önce, KCK Yüksek Adalet Divanının “ Kürdistan halk hareketi çıkarlarına aykırı duran tüm kurum kuruluş, özel ve tüzel kişiliklere karşı” başlığıyla bir gözaltı, tutuklama ve yargılama uyarısı vardı. Buna göre Kürt özgürlük hareketinden tek bir çalışanın TC Devletince her hangi bir nedenden de olsa alınması demek şehir milislerini hareketlendirecek ve misliyle cevap verilecekti. Ancak bugüne kadar gösterilen sabır ve barış ortamının sağlanması adına, bu tarz bir pratik bu güçlerce sergilenmedi.

KCK, Kürdistan’daki işgalci gücün tüm imha operasyonlarına ve siyasi soykırım yönelimlerine rağmen, çatışmasızlık ortamını korumayı bilmiştir. KCK, bir yerde HZ. Eyüp’ün sabrını da aşar bir düzeyde sabrını korumayı bilmiş ancak yine bundan kaynaklı yer yer halkı ve gerillayı korumayı başaramamıştır. Zaten KCK’nin de bu yönlü öz eleştirileri verilen röportaj ve yapılan söyleşilerde kendisini hissettirmiş ve açık bir şekilde dile getirilmiştir.

Sanırım su, bu dönemde akıp yatağını bulacak, gibi görünüyor.

Sayın Öcalan’ın KCK’ye yaptığı çağrıda, “mevcut çatışmasızlık sürecini aynı şekliyle sürdür” açıklaması ardından KCK’nin “bu süreci iki koşulla koruyabiliriz” demesinden sonra bile iki koşuldan biri olan “operasyonlara son verilmesi” maddesi, işgalcilerce görmezden geliniyor. Belli ki İnkâr ve imhada ısrar eden sömürgeci ve işgalci kuvvetler, halkı isyana, gerillayı da kontrolsüz bir savaşa çekmek için tüm olanaklarını seferber etmişler.

Son altı gündür yapılan onlarca gözaltı ve tutuklama operasyonlarına bugün eklenen Hakkâri’de bir köyün askerlerce ablukaya alınıp baskına uğraması ve 94 yılında tutuklu olduğu cezaevinden; “Ben bu saatten sonra PKK’nin bir neferiyim” diyen Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, Sayın Öcalan’a Devletleşmiş AKP tarafından verilmiş, misliyle bir cevap olarak görünüyor. Bakalım KCK Yüksek Adalet Divanı’ da AKP’nin bu cevabına karşılık, misliyle cevap verecek mi?

22.06.2011

mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com

Hatip Dicle olayı ve rehine durumu


Hatip Dicle olayı ve rehine durumu

Hasan Bildirici

Yüksek Seçim Kurulu, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini gasp etti. Türk çete devletinin elinde, Kürtlerin önünü kesecek ve yerine göre onları toptan çıldırtacak bir çok yol, yöntem ve kurum vardır. Türk devleti Kürtleri, başta aydın ve siyasetçilerini buna hayli alıştırmış. Yüksek Seçim Kurulu diyelim Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü, desteğini AKP’ye, önerilerini DTP’ye sunan Kürt aydın ve siyasetçilerinin söylediği ilk şey şu olur:

“Bu bir derin devlet provokasyonudur!”

Biz yıllardır derin devlet denen bir şeyin olmadığını, arada bir el değiştiren yegane bir Türk devletinin olduğunu söyler dururuz. Şimdide söylüyoruz. Kemalistlerin elinde yorgun düşmüş Türklerin devleti, Kemalist serseri unsurlardan arındırılarak, dindar ve muhafazakar Türklüğe teslim edildi. Amerika ve batı tarafından Ortadoğu’daki islam coğrafyasının kemikleri kırılırken, Türkiye’nin başında dindar bir partinin olması mutlaka gerekiyordu. Yoksa camilerden çıktıklarında:

“Amerika’ya ölüm! Allahuekber!” diyeceklerdi.

Ama şimdi demiyorlar. Cuma namazlarını sessiz sedasız kılıyorlar. Çünkü Türk devleti, tepeden tırnağa siyasete bulaşmış laikçi Kemalist unsurlardan alınarak kendilerine teslim edildi. Dindar ve muhafazakar Türklüğün siyasal iktidarına karşı çıkanlar böylece “derin devlet” adını alıyor. Devlet içi çatışmada piyon olarak kullanılan Kürt aydın ve siyasetçileri devletleşmiş AKP faşizmini mağdur göstermek için bin dereden bulanık su taşıyorlar.

Derin devlet yok, her daim her şeyi planlayarak yapan tek Türk devleti var. İşte bu devletin Yüksek Seçim Kurulu, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü:

AKP faşizminin destekçileri bunu “derin devlet işi” olarak topluma giydirecekler.

Her şey bir alışkanlık sorunudur. Kendinizi günlük bir sigaraya alıştırabileceğiniz gibi, on sigaraya da alıştırabilirsiniz. Ayakları perdeli ördekler suda yaşayabildikleri gibi karada da yaşayabilirler. Buna karşın balığı bir kaç dakika su dışında tutarsanız işi biter.

Nasrettin Hoca kuraklık zamanı eşeğini açlığa alıştırmaya karar vermiş. Epeyi de alıştırmış. Günlük yemini bir saman çöpüne indireceği zaman eşek ölmüş:

“Tüh” demiş Nasrettin Hoca. “Tam açlığa alıştıracağım sırada mübarek öldü.”

Türk devleti bize doğrudan eşek muamelesi yapıyor. Alıştırmadığı veya teslim almak için uygulamadığı ne kaldı?

Hoşgörülen her Türk davranışı Kürtlerin kapısına ağırlaştırılmış çıldırtıcı bir uygulama, yasa veya kanun olarak döndü. Delirdik, dağlara ve mağaralara düştük, tımarhanelik olduk, topraklarımızı terk ettik, Türk hanceri yemektense kendi canımıza kıydık, ama Türk devleti siyaseten yorulmadı. Çünkü onu zaten bu azgın hale getiren siyasetti. Türk hakimiyeti altında, çürüyüp dökülen Arap ve Afrika coğrafyalarında siyasete bu kadar önem verilmesi bütün haksızlıkları ve çürümüşlükleri kapatmak içindir. Siyasetin diğer adı insan ve toplum cambazlığıdır. İnsanın, daha doğrusu egemenlerin elinden siyaseti alırsanız geriye haksızlık denen bir şey kalmaz.

Dün yapılması gereken Öcalan görüşmesi de yaptırılmadı. Operasyonlar her şehirde sürüyor. Devlet heyetinin uyduruk bir iki önerisiyle 15 Haziranı bekleyen Kürt öfkesi de yatıştırıldı. Artık AKP’li Türk devletinin önünde oyalanacağı, oyalanırken oyalayacağı koca bir dört yıl var.

Bugün sürmekte olan Kürt ve Kürdistan sorunun rehine biçimi iyi algılanmalıdır. Bunu bir ima ve suçlama olarak söylemiyorum. Kürt sorunun Öcalan aracılığıyla İmralı’da rehine tutulduğu görüşüne itibar edenlerden değilim. Kürdistan bin yıldır Türk devletlerinin elinde rehinedir. 12 metre kare bir alana hapsedilen Başkan Öcalan da geleneksel rehine kültürünün kurbanı son Kürt önderidir. Biz hepimiz rehineyiz. Türk devletinin, Kürt sorununu, Öcalan aracılığıyla rehine tuttuğunu söyleyenlerin kendileri de rehinedir. Türkün egemenlik biçimi Kürtlüğü tepeden tırnağa rehin almış, onları Türk hakimiyeti dışında bir yaşam düşünemeyecekleri perişan bir noktaya savurmuştur.

Rehine kültürüne rest çekip gereği yapılmadıkça Türk sömürgeciliği altında geçen berbat ve çaresiz günler hiç bir zaman bitmeyecektir. Geleceğin Kürt nesillerine güvenmek gerekiyor. Bugün için bizi ikna eden bir kaç uyduruk adım, geleceğin Kürt nesillerinin dudaklarında alaylı bir gülümseme olarak kalacaktır.

Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşüren Türk kurumlarının masalarında Kürtlerin şeref ve haysiyetleriyle oynayacakları sayısız yol ve yöntem vardır.

Türk çete devletinin hakimiyeti dışında bir yaşam düşünmek, tutsak bütün uluslarda olduğu gibi, Kürtlerin de hakkıdır.

Fakat Kürtleri özgürlüğe taşıyacak yol ve yöntemler de Türk devletinin elinde rehinedir.

Kurtuluş bu nedenle gerçekleşmemekte; bıktırıcı Türk yöntem ve yasaları bu nedenle Kürt halkının canını ve onurunu yakmaktadır.

bildiricihasan@hotmail.com

Dersim’i anlamak


Dersim’i anlamak

Ben bu yazımda da, her zaman olduğu gibi, hiç bir şekilde politik davranmayacak, sadece gerçeklere bağlı kalacağım.

Dersim Olayı, öyle akşamları kurulan içki sofrasında öfkelenip üstüne yazı yazılacak bir olay değildir. Kökleri çok derinlerdedir bu olayın.. Dersim’i anlamak için derin bir tarih bilgisi ve giderek bir tarih bilincine sahip olmak gerekir. Bu ise her babayiğidin kârı değil. Ortaya bu kez Dersim için çıkan ve onu “kara yara” olarak niteleyen AK, gargara cümlelerle, tıpkı Çolig’e yaptığı gibi, Dersim’i de karalayamaz. Buna da müsaade etmeyeceğiz. Ama bilim yolunu terketmeden.

Bunun için önce tarihi gelişimi içinde olayı incelemek için işe biraz tarihe bakarak başlayacağım:

Kürdistan Tarihi’ni, Kürdistan Toprakları’nın çığlığını masaya yatırırken, Claudius Ptolemaeus’un kaydına göre ilk adlarından biri Derzene olan Dêrsîm’i gözardı eden bir yazar çok şeyi kaçırmış, halkayı kopuk bırakmış demektir. Önemli olmasına rağmen, bu, Dêrsîm’in “Alavî” olmasından falan ileri gelmez. Çünkü Dêrsîm, taşıdığı dinsel kimlik itibarı ile ne olursa olsun, mitolojik ve kültürel açıdan çok önemli bir bağlantı noktasındadır. Bir yanı itibarı ile Girê Navokê-Kotaberçem silsilesi ile bağlantılı iken diğer yanı ile Kars ve Kafkasya’nın Kürdistan’ın kalbi olan yörelerle ilişkisini sağlayan bir merkezdir. Ayrıca Erzincan’dan Gümüşhane’ye ve giderek Şebinkarahisar ile Halys kavsine ulaşan bir hinterlanda sahiptir.

Benim “Toprağın çığlığı” adlı kitabımda kaydettiğim gibi; Dersim’in değişmez bir şekilde Paleolithic Çağ’dan beri mukim olduğu, burada Obsidien ve çakmak taşı devirlerinden kalma, zamanımızdan en aşağı 20.000 yıl öncesine ait el baltaları ve diğer artifaktlar bulunuduğu kayıt altındadır. Aynı zaman diliminde çanak parçalarının bulunması ise tam bir sürprizdir! (Xarpêt-Pertek arası-Kerra Sîya’da ). Takip ettiğim kesintisiz zincirle, Türkler’in daha henüz esamesinin okunmadığı Neolithic Çağ’da, Dersim’de dünya uygarlığına katkı sunan, onu ilerleten eserler gün yüzüne çıkarılmıştır. Çok kısa geçiyorum; Mazgirt’te bir site Köylüler’in yaptığı kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır. Site’de pek çok çömlek ele geçmiştir (kaybolanlar hariç). Hatta sürpriz bir şekilde burada demir çağına ait kırık madeni eşya parçaları da bulunmuştur. Ayrıca Wallon’un, Çemişgezek’te ortaya çıkardığı bir site’de (Kalaycıktepe) yapı tabanları ortaya çıkarılmıştır.

Dersim’de (Çemiş’te) ortaya çıkarılan Bronz Çağı’na ait küçük havan ve taslar gün yüzüne çıkarılmıştır. Yapı tekniği ise tüm Kürdistan’daki Neolithic Çağ yapıları ile aynıdır (yani; tabanı taş, üstü kerpiç).. Dersim bu kadar ileri bir uygarlığı sergilerken yeryüzünde Türkler’e çekirdek olacak bir tribu bile yoktu.

Din’e gelince, Dersim’de ana tanrıça tapıcılığının izleri her zaman vardı. Hala güçlü Dersim Kadın kavramı, bu ana tanrıça tapıcılığının kalıntısıdır. Biz; Zagros-Toros kavsi genelinde ve Dersim özelinde Semah’ın izini sürdük. Çünkü semahın zamanımızdan 8000 yıl önce Halaf’ta çömleklere işlendiğini gördük..

Bunun gibi pek çok bağlantıyı ortaya koyabilir, Dersimli’nin 800 bin yıldır hep orada bulunduğunu, hiç bir yerden gelmediğini rahatlıkla gösterebilir ve söyleyebiliriz..

Dersimli geçmişini hiç terketmedi, hiç bir devirde İslamı seçmedi. İşte Dersimli’nin dramı burada başlar. Çolig Zazası da aynı yoldaydı. Yüz yıl öncesine kadar Zazalar’ın büyük bir kısmı namaz kılmıyor, İslam’ın dini ögelerini tanımıyordu. Ocak hem Çolig Zazası için, hem de Dersim Zazası için çok önemlidir. Yeminleri “Ew Ruec, Eya Aşm” (güneş ve ay) idi. Homa, Zaza’da Mithra’nın yerini almıştı.Mithraizm, tüm Avrupayı saracak kadar genişlemiş bir dindi. Bizans kralı Julian, kendisini inanmış bir Mithraist olarak kayda geçirmişti. Pontus Kürt Devleti’nin de resmi dini Mithraizm olmuştu. İslam’ın Kürdistan’a zora dayalı olarak egemen olması sürecinde Dêrsîm ve ilintili olduğu Atharpatakan halkı (Araplar bu bölgemize “Azerbaycan demişlerdi) çok büyük eziyetler çekmişti. Bölgesel başkent Ardavil (Erdebil) olağanüstü direniş göstermesine rağmen Persler’in ihaneti yüzünden yenilmiş, büyük haraçlar ödeyerek geleneklerini ve dinlerini sürdürmek zorunda kalmışlardı. Arap-İslam Halifeleri, egemenlik altına aldıkları diğer dinlere, Zerdüştiliğe, Yahudiliğe ve Mesihiliğe mensup insanları İslamlardan ayırdetmek özel bir renkte elbiseler giymek zorunda bırakmışlardı (Baladhuri ve Mesudi). Zerdüşti Kürtler kırmızı giymek zorunda idiler. Bunların gelirlerinin yetersiz kaldığı zamanlar en aşağısından başlıklarını kırmızı bir kumaştan örüyorlardı. İşte bundan dolayı onlara Kızılbaş deniliyordu. Sonradan çıkan saptırılmış delillere kulak asmayınız. İşin kökü budur.. Zerdüştiler varlıklarını sürdürmek için dayanılmaz vergiler ödemek, suç işlediklerinde Mesihi ve Yahudiler’den bile iki misli ceza ödemek zorunda oldukları için Zamanla “İslami” bir boya kullanmaya, Alavilik’lerini “Alevilik” gibi “Ehlibeyt” taraftarlığı altında gizlemeye başladılar. Zamanla buna alıştılar da..

Son Kürt Kalesi olan ve Zerdüştiliği değiştirerek sürdüren Alamut Kalesi, İslam olmayan bir kavim, Moğollar tarafından düşürüldükten sonra ulaşılamaz yurtları olan tarihi Dersim’e çekildiler. Burada uzun süre bağımsız yaşadılar. Ama Orijinal Avestik dillerini hiç unutmadan sürdürdüler hayatlarını.

Kürtler’in en büyük hataları olan feodalizmi aşamama, İslam’ın Ortadoğu’ya hakimiyeti’nden sonra onların ulusal bir vücut olarak ortaya çıkmalarını engellemişti. Bu Türk-Oğuz yayılması sırasında tepe yapacaktı. Oğuzlar’ın Uç Beyliği olan Osmanlı Devleti’nin büyümesi sırasında bölünmüş Kürt Beylikleri’nden istifade edilmesi ile kader belirlenmişti. Bilhassa Batılı Kaynaklar’a “Zalim Selim” olarak geçen Yavuz döneminde bunu açıkça görürüz. Bu Osmanlı Padişahı, Kürt İdris-i Bidlisi’yi de kullanarak, kardeşleri olan Alaviler’den onbinlerce insanı öldürmüştü. Din kullanılarak Kürd’ün Kürd’ü düşmana teslim ettiği, yokedilmesine yol açtığı en büyük kırımdır bu.. İdris, ayrıca Kürtler’in ikiye bölünmelerini sağlayan ilk büyük haindir. Osmanlılar ile Farslar arasındaki bu bölünmeden sonra Kürtler bir daha kendilerine gelemediler. Ama en büyük, en öldürücü darbeyi yiyenler Alavi Kürtler olacaktı. Hiç kuşkusuz Şerefxan Bidlisi de Dersimlileri aşağılayan nefret dolu cümlelerle anmıştır.. Bunları bilmek zorundayız ki, derdimizi daha iyi anlayalım..

Kızılbaş veya Alavi Kürtler bu darbeden sonra bir daha kendilerine gelemediler. I. Dünya Savaşı sonrasında oluşan mütareke yıllarında Alişêr öncülüğünde Batı Dersim’de (Koçgiri) meydana gelen ayaklanma, Dersim mebus bozuntuları sayesinde akamete uğratılınca Yöreden bir daha ses seda çıkmadı. Diyap Ağa gibileri de kullanan Mustafa Kemal, düze çıkmaya başlayınca Kürdistan’ı alt üst edecek planını uygulamaya başladı. İlk önce Sun’i-Şafii Kürtler’i halletmeye başladı. Çok ustaca davranan Mustafa Kemal ve çömezi Kürt “paşa” İsmet, bilhassa Alavi-İslam ayırımını ustaca kullanarak, bazan birini, bazan da ötekini yanına çekerek birliklerini sabote edebilmişlerdi. Buna bazı tarihi hataları da eklersek, ortaya çıkan manzarayı daha iyi anlarız.

Kemal-İsmet ikilisi, Çolig, Zilan-Agirî ve Dersim’de en büyük katliamları gerçekleştirmişti. En büyük kinlerini Dersim’e kusacaklardı. Bunun sebebi, Yavuz döneminden beri Türkler’e kapalı pozisyonlarını korumalarıdır. Dersimli kendisi üretiyor ve kendi kendine yetiyordu. Birlikte yaşadıkları Ermeniler’in de katkısı ile ayakta kalabilen bir ekonomi kurabilmişlerdi. Şalları, beyaz iç çamaşırları, yerli boyalı bayan elbiseleri, çanak çömlekleri ve Ermeniler’in ürettikleri bıçak, balta ve benzeri aletleri ile hiç kimseye muhtaç kalmadan yaşayıp gidiyorlardı. Hiç kimseye güvenmediklerinden dolayı “sır” onların en büyük silahları idi.

Ama olmadı. Kürdistan çöktürülmüş sıra Dersimli’ye gelmişti. Türk kurmayları daha kolay başa çıkmak için Dersim’i ikiye böldüler. Öncelikle Seyyid Riza’ya saldırdılar, yenemediler. Barışçı çözüm vaadi ile kandırıp yanlarına çektiler ve derdest edip astılar. Vücudunu dahi yaktılar! Ertesi yıl kendileri ile işbirliği yapan diğer bölümü güllelere, süngülere kurban ettiler. Türk Devleti dünyada ilk kez olmak üzere bölgeye mahsus “Dersim Kanunu” diye bir kanun, “mecburi iskan kanunu” vs gibi jenosid kanunları çıkardı. Tüm Dersimliler’i kara vagonlara tıkıp zorla Batıya sürdüler. Onları azınlıkta kalmaları kaydı ile Türk köylerine serpiştirdiler. Çocuklarını sıkı bir Kemalist eğitime tabi tuttular. Bu eğitimi ailelere bile şamil kıldılar. Onları o hale getirdiler ki, Kemalizm’i Dersimli’nin tek kurtuluşu olarak kabul etmişlerdi. Laisizm’i, İslam egemenliğinin sonu olarak ilan ettiler. Böylece Dersimli’yi Türklük’te kendisi için bir liman bulmuş gibi hazırladılar. Artık İslamlar’ın kendilerini ezemeyeceği bir ideoloji var deniliyordu. Bu Kemalizm’di. Bundan dolayı Dersimliler Sürgünde iken Ali, Hasan, Hüseyin, Abbas gibi isimlerin yanına Kemal ve İsmetler’i de eklemişlerdi.

İşte bu duygu karmaşası ve kimlik bunalımı eşliğinde Dersimli hep aşağılandı.. Uyduruk Tarih sayfalarında Dersimli “Horasan’dan gelen Türkler” olarak takdim edildiler. Oysa Horasan’ın da bir Kürt yurdu, asıl adının da Parthia olduğunu bu soğan beyinli Türk Tarih yazıcıları bilmezler. Türk’ün Horasan’a misafir olması bile 1040’tan önce değildir! Hatta Ortaasya’ya gelmeleri bile 900’lü yıllara rastlar.. Bunu her platformda ispata hazırım.. Ama Dersimli maalesef tarihini, hatta adını bile okuma-yazma fırsatı bulamadan XX. Yüzyıla varmıştır. Bütün bir geçmiş kapkara bir sis perdesinin ardında saklanmıştı.

1947’de dönüş yoluna girildiğinde, Türk Devleti pek çok hedefine varmıştı. Dêrsîmli artık biribirinden kesin bir şekilde ayrışmış iki jenerasyon ve bunun ürünü olan iki kültür halinde bölünmüştü. Birinci jenerasyon orijinal kültürünü muhafaza etmesine rağmen ağzını açamıyor, korku içinde ve kuytuluk yerlerde, bilhassa dini kültürünü icra ederken, ikinci jenerasyon asimilasyonun olanca etkisini hissederek, dedelerini, pirlerini gericilikle suçluyorlardı. Dinlerini küçümsüyor, Kemalist eğitimin empoze ettiği gerici, saptırıcı, kimlik bunalımına sürükleyici ne idüğü belirsiz, soysuz bazı betimlemeleri mutlaklaştırıyorlardı. Oysa aynı jenerasyon Türkler tarafından aşağılanıyordu (mum söndü martavalı). Bu hengamede 1960 darbesi yaşandı ve ucundan ucundan soyut bir sosyalist kavramlar kargaşası ile tanışıldı. Bu sürecin sonunda ise ayağı yere basmayan ve Türk Solu tarafından enjekte edilen bir sol düşünce gelişti. Çin-Sovyet kavgası, Mao-Enver Hoca, Mao-Kim İl Sung kavgası, modern revizyonizm-Devrimci Çayan çizgisi kavgası aynen Dêrsîm’e de taşındı, ülkenin özel şartları hep gözardı edildi. Gençler bölündüler, biribirlerini öldürecek kadar düşman kesildiler. Sonunda bir tek TKP-ML geleneğinden dağa çıkan insanlar arasında yer alan 19 parti sekreteri Türk Ordusu ile çatışmalarda can verdi. Ulusal talepleri dile getirmek, Rusya’daki kavgaların bir odağı olan BUNDculuk sayıldı.. Her şey soyuttu. Her kelime kötü bir kopya idi. Dêrsîm’in geleneksel yapıları bir sığınak arar duruma gelmişlerdi. CHP bunun için biçilmiş kaftandı (!).

1980 Cuntası’nın geliştirdiği mezalim bile bu karmaşanın bir tarafa bırakılmasını sağlayamadı. Çünkü yabancılaşma ruhlara işlemişti. Geri dönüş için çırpınışların başladığı viraj olan 1984 PKK direnişi epey yol alacaktı. Buna Deniz Baykal’ın anti-alavi, anti-Kürt politikası da hizmet etmişti. Alavi ve Kürtler bu partiden tasfiye edildikçe PKK’ye yöneliş hızlandı, ama vakit kısa idi ve ulusal yönelişin içi doldurulamamıştı. Bunda eski Sun’i-Alavi karşıtlığının yarattığı çekingenlik de rol oynadı. Savaş derinleştikçe Dêrsîmli’nin fedakar ve kahraman yönü daha bir belirginleşti.

Öte yandan Dêrsîmli, bütün dayatmalara rağmen, Pertek ve Çemişgezek’te beylikler döneminde asimile olmuş bazı köyler hariç, asla koruculuğu kabul etmemişlerdir. Diyebiliriz ki koruculuğa karşı direnen tek Kürt Bölgesi Dêrsîm’dir. Bunu bilen Türk Devleti 2008’de bölgeye 1400 korucu kadrosu tahsis etti ve halkı gönderilen bu silahları almaya zorladı. Ama nafile oldu. Malum yerlerde alınan 400 silah dışında herhangi bir koruculaşma olayı rapor edilmedi. Bu çok önemlidir ve bu yönü ile bile Dêrsîm’in ne kadar övünmeye değer bir duruş sergilediğini gösterir.

Son seçim ise çok önemli bazı saptamaları, bazı tezleri geliştirmemizi gerektiriyor. Bu bilimsel olarak yapılmalıdır. Özellikle Kılıçdaroğlu gibi soyundan ve dininden utanan bir adamın her şeye rağmen kitleler tarafından kabul görmesi iyi irdelenmelidir. Evet, CHP’nin bunca savaş, kahramanlık ve kandan sonra yeniden Dêrsîm’den oy alması bir yönü ile şöyle izah edilebilir; halkın Kılıçdaroğlu’nu tam anlamı ile değerlendirememesi, onun Türk Devlet adamlığına soyunan bir devşirme olduğuna inanmaması..

Düşünün yılların aşağılanmış Dêrsîm’indensiniz.. Birden, yakınınızdaki bir köyde doğmuş olan bir “Kemal”in yıldızı parlıyor ve Türk Devleti’ni kuran CHP’nin başına getiriliyor.. Bu adamın başbakan olma ihtimali de var! CHP’li bu yeni Kemal “makus talihleri”ni değiştiremez miydi? Belki…

Öte yandan Türk Devleti bütün gücüyle, bu yöreye has olmak üzere, Kılıçdaroğlu lehine harekete geçmişti. Hatta AKP bile bu adama çalışıyordu. Karakollar, devlet erkanı, devletin kesesi bile bu adam lehine açılmıştı. Bir Dêrsîmli.. Bizden biri! Başbakan mı oluyordu ne? Alavilik gereken saygıyı görecek mi? Bê-so dili değer kazanacak mı? Hayali bile cihana değer derler ya tam da öylesi.. Bütün bu hır gür arasında yörenin kahramanları unutuldu.. Dağ taş Kemal oldu.. Dêrsîmli bu şaşkınlık içinde sandık başına gitti ve oyunu EN BÜYÜK DÜŞMANI LEHİNE KULLANDI! Olan budur.

Şimdi halkı suçlayacak yerde yeniden toparlanma zamanı.. Biz Dêrsîm’e takılmışken unutuyoruz, Antep’de, Semsûr’da, Rıha’da, Çolig’de, Bedlis’te ve Ardahan’da da hedefe varamadık.. Rıha’da 12’de 2 kabul edilebilir mi? Antep’te sıfır almak neyin nesi ola ki? Çolig’de AKP’yi alt etmedikçe, oradan kovmadıkça rahat uyuyabilir miyiz? Neden Ardahan’da Atalay ailesi zafer kazansın da ulusalcılar üzülsün? Kars’ta daha derin zaferler bizi bekliyor olmalı.. Unutmayınız; seçimler bir nevi referandumdur, Türk meclisi ise sadece bir platform.. Bunların mücadeledeki yeri ve önemi iyi kavranmalıdır.

Kazanmak için bu zayıf yerlerde nedenleri niçinleri yerinde sormalı iyi araştırmalar yapmalıyız derim. Hiç kimsenin halkı azarlama yetkisi ve hakkı yoktur. Çalışacaksak, fikir üreteceksek kollektivizmin gereğini yapmalıyız. Bunun en kesirme yolu ise bilimsel komisyonlar kurup konuyu enine boyuna araştırmak, çalışmaları rapora dökmek ve tartışarak sonuçlar çıkarmaktır. Sonuçta bir yol haritası ortaya çıkacaktır. Herkes buna göre davranır. Hepsi bu!

2011-06-19

A Sirac Kekuyon

KCK’den ateşkes için iki koşul!


KCK’den ateşkes için iki koşul!

BEHDİNAN – Anayasal çözüm sürecinin sağlıklı ilerlertilmesi için mevcut çatışmalı ortamın kesin sona erdirilmesi gerektiğini belirten KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, ancak ordu ve polis operasyonlarını durdurmadığı sürece tek taraflı çabaların çözüm sürecini gerçekleştirmeye yeterli olmayacağını kaydetti. KCK, çatışmasızlık sürecinin oluşması ve çözüm sürecinin gelişmesi için iki hususun ertelenmeksizin yerine getirilmesi gerektiğini kaydetti.

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 15 Haziran’daki görüşmesi ardından anayasal çözümün gelişmesine fırsat sunulması bakımından “devrimci halk savaşını devreye konulmaması” çağrısını değerlendiren KCK’den beklenen açıklama geldi. Öcalan, “Bu nedenlerle şimdilik devrimci halk savaşını, orta yoğunluktaki savaşı esas almıyoruz. Biz Kürt sorununun çözümü için demokratik anayasal çözümü esas alıyoruz” diyerek, çözüm için şu çağrıda bulunmuştu: “Meclis derhal toplanmalıdır. Çözüm konusunda rolümü oynayabilmem için Meclis’in bana bir çağrı yapması gerekiyor. Eğer Meclis bu çağrıyı yaparsa ben de silahlı güçlerin çatışmasız bölgelere çekilmesi konusunda ve diğer hususlarda elimden geleni yaparım. Meclisin önümü açması gerekiyor.”

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, yaptığı açıklamada bugüne kadar yapılan tek taraflı ateşkes ve çatışmasızlık süreçlerini hatırlatarak, anayasal çözüm sürecinin işlemesi için çatışma ortamını kesin olarak ortadan kaldırılması gerektiği ancak bunun tek taraflı bir şekilde sonuç veremeyeceğini kaydetti. KCK açıklamasında çatışmasızlık süreci ile demokratik anayasal çözüm sürecinin gelişmesi için ertelenemez iki hukusa vurgu yaptı.

SEÇİM SONUÇLARI DOĞRU DEĞERLENDİRİLİRSE YENİ BİR BAŞLANGIÇ OLABİLİR

KCK’nin açıklaması şöyle:

“Türkiye’de gerçekleşen 12 Haziran genel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar, Kürt sorununun siyasi barışçıl çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından ön açıcı güçlü bir zemin yaratmıştır. Seçimlerde özellikle Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun bütün engellemelere rağmen elde ettiği yüksek başarı düzeyi, AKP’nin yüzde 50’ye yaklaşan oy oranı ve CHP’nin de seçim sürecinde verdiği bazı olumlu mesajlar, şayet doğru değerlendirilirse toplumsal bir uzlaşı konsensüsü yaratılarak Türkiye’nin yüz yüze bulunduğu sorunların demokratik anayasal çözümü açısından ciddi bir çıkış ve yeni bir sürecin başlangıcı olabilir.

ÇATIŞMALI ORTAM KESİN SONA ERDİRİLMELİ

Nitekim bu gerçeği gören birçok çevre, 12 Haziran seçimiyle oluşan yeni meclisin kurucu bir meclis olma rolünü oynayarak Türkiye’nin demokratik yapılanmasını sağlayacak olan yeni bir sivil demokratik anayasa yapması gerektiğini değerlendirmektedir. Anayasal çözüm sürecinin sağlıklı ilerletilmesi için mevcut çatışmalı ortamın kesin sona erdirilmesi, bütün kesimlerin eşit katılımını sağlayan demokratik bir tartışma zemininin oluşturulması gereklidir.

ÖCALAN’IN ÇAĞRILARINI DİKKATLE DEĞERLENDİRDİK

Bu koşulları ve toplumsal düzeyi göz önünde bulunduran Önder Abdullah Öcalan, 15 Haziran’da avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada, demokratik anayasal çözüm sürecinin her zamankinden daha güçlü koşullara ve zemine sahip olduğunu belirterek bu sürecin başladığını ilan etmiştir. Ancak bunun için çatışmalı sürecin sona erdirilmesini gerekli görmüş ve bu temelde ilgili güçlere çatışmasızlık sürecinin yaratılması çağrısında bulunmuştur. Aynı zamanda TBMM tarafından kalıcı barışın ve demokratik anayasal sürecin başarıyla ilerleyebilmesi için kendisine çağrı yapılarak rolünü oynayabilmesi için imkan yaratılmasını istemiştir.

Kuşkusuz Önder Abdullah Öcalan’ın değerlendirmeleri doğru ve talepleri yerindedir. Hareket olarak bu çağrıları dikkatle değerlendiriyor ve üzerimize düşen sorumlulukların gereğini yerine getirme kararını almış bulunuyoruz. Fakat halkımızın ve tüm kamuoyunun da bildiği gibi 1993’ten bu yana birçok kere gerçekleştirdiğimiz tek taraflı ateşkes ve barışçıl çabalarımız yeterli olmamış ve kalıcı bir sonucu ortaya çıkarmamıştır. Geçmişte, defalarca ateşkes veya tek taraflı eylemsizlik süreçleri ilan ettik. En son 13 Ağustos 2010 tarihinden itibaren ilan ettiğimiz eylemsizlik sürecini de 15 Haziran 2011’e kadar tek taraflı olarak sürdürdük. Bütün bu gelişmeler halkımızın ve kamuoyunun yakın bilgisi dahilindedir. Ancak şimdiye kadar tek yanlı çabalarımız, gerillanın üslenme alanlarına çekilmesi, Önder Abdullah Öcalan’ın içinde tutulduğu tecrit koşullarına rağmen sunduğu çözüm projeleri ve çok yoğun çaba harcaması demokratik çözüm sürecini geliştirmeye ve başarılı kılmaya yetmemiştir. Hükümet ve ordu, gerekli olumlu tutumu göstermediği için eylemsizlik süreçleri ve çeşitli kesimlerin de katkı sunduğu barışçıl çözüm çabaları sonuçsuz kalmıştır. Eğer, şimdi de Türkiye toplumu duyarlı yaklaşmaz, Türk devleti bugüne kadar yürüttüğü siyasetinde ısrar ederek, ordu ve polis operasyonlarını durdurmazsa, Hareketimizin tek taraflı çabaları demokratik anayasal çözüm sürecini gerçekleştirmeye yeterli olmayacaktır.

ÇATIŞMASIZLIK SÜRECİ İÇİN İKİ ÖNEMLİ HUSUS

Bu nedenle, çatışmasızlık sürecinin oluşması ve demokratik anayasal çözüm sürecinin gelişebilmesi için aşağıdaki iki hususun ertelenmeksizin yerine getirilmesini gerekli görmekteyiz:

1- TBMM yeni yasama dönemine başlarken Türkiye’nin en temel ve stratejik sorunu olan Kürt sorununu çözmek üzere, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a demokratik anayasal çözüm sürecinde rolünü oynaması için çağrı yapmalı ve buna uygun koşullar yaratmalıdır.

2- Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti adına Başbakan veya benzer düzeyde devleti bağlayan bir yetkili tarafından Kürt sorununun çözümünde imha ve tasfiye değil, diyalog ve barışçıl yolların esas alınacağını, bu temelde polis ve asker operasyonlarının durdurulduğunu açıkça kamuoyuna deklare ederek sürecin gelişmesi için start vermelidir.

BARIŞ ÇİFT TARAFLI ATEŞKES POZİSYONU İLE MÜMKÜN OLUR

Devlet ve yeni görev alacak hükümet tarafından böylesine güven veren, açık bir adımın atılması halinde bu sorunun köklü çözüm yoluna gireceği ve giderek anayasal çözüm temelinde kalıcı barışın ve demokratik çözümün gelişeceği açıktır. Aksi takdirde, hiçbir somut adımın atılmadığı, güvence verilmediği ve sürekli tasfiye operasyonlarının dayatıldığı bir ortamda güçlerimizin tek taraflı ateşkes durumunu sürdürmesi mümkün olmayacaktır. Ciddi, kalıcı bir barışçıl sürecin gelişmesi, ancak çift taraflı bir ateşkes pozisyonuyla mümkün olabilir. Gelinen aşamada sonuç alıcı olmamasına rağmen, bir daha bizden tek taraflı fedakarlık beklemek, güçlerimiz imha sürecine tabii tutulduğu halde bizden bunu istemek, adaletli bir yaklaşım olmayacaktır. Bununla birlikte belirsizlik ve çözümsüzlük sürecinin uzun vadeli devam ettirilmesi de artık mümkün değildir. Kürt tarafı olarak bütün iyi niyet, çözümleyici tutum ve politikalarımıza rağmen, oyalama ve tasfiyenin dayatılması halinde doğacak sonuçlardan hükümetin ve devletin sorumlu olacağı açıktır. Tarihin bu önemli aşamasında mevcut olanaklara dayanan Kürdistan halkı, kendi alternatif çözümünü geliştirme gücüne ve iradesine sahip bir halktır. Bu açıdan devletin süreci doğru değerlendirmesi ve demokratik çözüm iradesini ortaya koyması, Türkiye’nin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Şimdiye kadar Kürdistan üzerinde yürütülen inkar ve imha politikasının iflas ettiği açık bir gerçektir. Bu politikada ısrar etmenin, farklı üslup ve yollarla sürdürmenin hiçbir anlamı yoktur.

TARİHTE İLK KEZ KÜRTLER BU DENLİ BİRLİK KURDU

12 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı en önemli sonuç, Kürdistan halkının barışçıl demokratik çözüm ve demokratik özerkliği onaylamasıdır. Buna tüm kesimlerin saygı duyması ve bu temelde çözüm perspektifini ele alması gerekmektedir. Tarihte ilk kez bu denli birliğini kurmuş ve demokratik çözüm iradesini ortaya koymuş Kürdistan halkı, Türkiye’nin sol, sosyalist ve demokratik çevreleriyle geliştirdiği dayanışma önemli bir düzeyi ortaya çıkarmıştır. Henüz tam yeterli olmasa da Demokratik Ulus ekseninde önemli bir adım olan Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun ortaya koyduğu Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Özerklik perspektifi bu seçimlerle Kürdistan halkı tarafından onaylanmıştır. Bu, Türkiye’nin geleceği açısından, ufuk açıcı, önemli ve yeni bir durumdur.

BARIŞÇIL SÜRECİN GELİŞMESİ İÇİN ÜZERİMİZE DÜŞENİ YAPMA KARARLILIĞINDAYIZ

Bu gerçekliği, devlet ve demokratik toplum güçlerinin dikkate alarak sorunu ele alması çözüm sürecinin gelişmesi açısından önemli bir husustur. Bölgemiz Ortadoğu’da yaşanan yakıcı gelişmeler, Türkiye’ye demokratik uluslaşmayı ve demokratik cumhuriyet haline gelmeyi dayatmaktadır. Bu perspektiften yaklaşarak Kürt sorununu çözmek, Türkiye’yi ekonomik ve siyasi açıdan ileri bir aşamaya taşıyacağı açıktır. Kendi içinde halkların birliği ve kardeşliği temelinde toplumsal uzlaşmayı sağlamış, tüm kesimlerin katılımıyla, demokratik bir anayasa ile bunu perçinlemiş bir Türkiye, geleceğe güçlü bakan, bölgede demokrasi merkezi olmayı başaran, her bakımdan gelişmiş bir Türkiye olacaktır. Kürdistan halkının ve demokrasi güçlerinin ortak çabaları bunun koşullarını güçlü bir biçimde oluşturmuştur.

Halklarımızın demokrasi ve barış beklentileri temelinde, devlet ve hükümet, sürecin gelişmesi için gerekli olan adımları atarsa, çatışmanın olmadığı yeni ve tarihi bir barışçıl sürecin gelişmesi ve demokratik anayasal çözümün önünün açılması için, hareket olarak üzerimize düşeni yapma kararlılığında olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Tüm halkımızı ve barıştan yana olan tüm demokratik çevreleri, tarihin bu kritik aşamasında duyarlı olmaya, kalıcı barışın sağlanması ve demokratik çözüm sürecinin gelişmesi için rolünü oynamaya çağırıyoruz.”

ANF NEWS AGENCY