Yalan Dünyada Neset Ertas Öldü


Neşet Ertaş’ın vasiyeti ne oldu?

Bu sabah hayata veda eden ünlü ozanın son isteğini ailesi duyurdu. Vasiyeti mezarıyla ilgiliydi.

Söylediği türkülerle gönüllerde taht kuran Neşet Ertaş’ın ailesi, sanatçının vasiyetini açıkladı. Ünlü ozan ‘beni babamın avucuna defnedin” demiş.

İzmir’de tedavi gördüğü hastanede vefat eden Türk Halk Müziği sanatçısı ve söz yazarı Neşet Ertaş’ın, memleketi Kırşehir’de toprağa verileceği bildirildi.

Ertaş’ın hayatını kaybettiğini öğrenen sevenleri ve hemşehrileri Medical Park İzmir Hastanesi önünde toplanmaya başladı. Vatandaşların oldukça üzgün oldukları gözlendi.

VASİYETİNİ OĞLU AÇIKLADI

Neşet Ertaş’ın oğlu Hüseyin Ertaş, Medical Park İzmir Hastanesi’nde düzenlenen basın toplantısında, acılarının çok taze olduğunu söyledi.

Babasının Türkiye’ye malolmuş bir sanatçı olduğunu kaydeden Ertaş, ”Bizim babamızda ama Türkiye’nin abisi, babası, kardeşiydi. Cenazesini Kırşehir’e götüreceğiz. Babası Muharrem Ertaş’ın yanına defnedilmeyi istemişti. En kısa zamanda cenazeyi götüreceğiz” dedi.

Neşet Ertaş’ın kardeşi Necati Ertaş ise abisinin Kırşehir’de defnedileceğini kaydederek, ”(Babamın avucuna defnedin) demişti” ifadelerini kullandı.

MEZARI HAZIRLANIYOR

Neşet Ertaş’ın, memleketi Kırşehir’de hüzün var. Kırşehir Belediyesi, sanatçının babası Muharrem Ertaş’ın mezarının da bulunduğu Bağbaşı Mezarlığı’ndaki mezar açma çalışmalarını sürdürüyor. Sanatçının, Başbaşı Mahallesi’nde 16 yıl yaşadığı evde de bakım yapılıyor.

MAHALLENİN BABASIYDI

Neşet Ertaş’ın İzmir’de oturduğu mahallede de hüzün hakim. Ertaş’ın komşusu Kezban Gürsoy, “Yürüyecek hali kalmamıştı. Konuşucak durumu da yoktu. Bize ‘hakkınızı helal edin’ dedi. Mahallemizin babasıydı, babamızı kaybettik. Sürekli ağlıyoruz. Onun adını mahallemizde yaşatacağız” dedi.

KİM NE DEDİ?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Neşet Ertaş’ın her zaman sevgiyle saygıyla ve takdirle hatırlanacağını; en önemli kültür değerlerinden biri olarak gönülleri titreten türkü ve bozlaklarıyla kalplerde yaşamaya devam edeceğini bildirdi.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Neşet Ertaş’ın ölümüyle bozkırın sesinin kısıldığını ve Türk Halk Müziği’nde bir dönemin kapandığını ifade ederek, ”Bozkırın tezenesinin Türk kültürüne verdiği hizmet hiçbir zaman unutulmayacak” dedi.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ”Bozkırın Tezenesi bil ki sazınla, sözünle öyle temiz bir hatıra bıraktın ki gönlümüz hep seni arayacak” ifadelerini kullandı.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, yakından tanıdığı Ertaş’ın büyük sanatına rağmen mütevazı kimlikli, kişilikli bir insan olduğunu söyleyerek, ”Bu kadar erken kaybedeceğimizi düşünmemiştim. Biraz daha uzun ömürlü olacağını umut ediyordum yaşamının. Vefatından derin bir üzüntü duydum. Türk halk müziğine uzun yıllar emek veren ve unutulmaz eserlere imza atan sevgili Ertaş, ülkemizin önemli bir kaybıdır” diye konuştu.

Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, yıllardır söylediği türkülerle gönüllerde taht kuran, 7’den 70’e herkesin beğenisini kazanan, Anadolu’nun sesini gurbete taşıyan Neşet Ertaş’ın kıymeti ve yokluğunun, ölümünden sonra çok daha fazla hissedileceğini bildirdi.

Ben uçtum, sen kaldın



Ben uçtum, sen kaldın-Medya Deniz

Başlangıçta “Kayıp Mezar” ismiyle düşünülen film, yönetmenin Maxmur yolculuğuyla birlikte “Ben uçtum sen kaldın” ismini aldı. Kürdistan’ın coğrafyasının her karışında bir kayıp mezar vardır.

Ez firiyam, tu ma li cih

Medya Deniz

Ben Uçtum Sen Kaldın bir film değil aslında… Kürtlere karşı yıllardır sürdürülen haksız ve acımasız savaşın yarattığı, parçalanmışlığı gerçek kişilerle anlatan bir trajedi. Topluma ulaşması için kameralar burada sadece birer araç… Kürt coğrafyasıparçalı ailelerle dolu, herkesin kendi boyutunda yaşadığı ama kendisiyle sınırlı kalan bir parçalanmışlığın, vicdan sahibi tüm insanlara duyurabilmek amacıyla sese ve bedene büründürülmesi gerçeğidir. Ve bu gerçek geride kalan binlerin yaşamıdır, kanayan yarasıdır..

Kürt olduğunu hiçbir yerde inkar etmediği için sürekli olarak gözaltına alınan, vahşi işkencelerden geçirilen Mızgin’in babası işkenceciler tarafından Kızıl Kemal olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Son tehditlerle birlikte Kemal daha kızı 3 aylıkken sevdiği ve bağlandığı herşeyi arkasında bırakıp dağlara sığınmak zorunda kalır. Kemal’in gitmek zorunda kalması geride emekleyen iki evlat, çaresiz bir eş, ne yapacağını bilemeyen bir anne-baba ve en önemlisi ise bu ayrılığı kaldıramayan şizofren hastalığına yakalanan bir bacı bırakır. Mızgin’in halası yıllarca bu hastalıkla yaşamak zorundadır. Ancak abisinin şehadet haberini alınca tamamen yatağa düşer ve bir anlamda yaşamdan çekilir.

Mızgin dedesi ve nenesi tarafından büyütülür… Mızgin büyüdükçe savaş ta büyür… Büyüyen savaş tıpkı binlerce başka çocuk gibi babasını ondan alan Mızgin’in kafasından ve yüreğinden geçen soruları da büyütür. Büyüyen sorular Mızgin’in arayışlarını da büyütür. Ermenistan’da katıldığı bir sinema seminerinde Maxmur Kampı’ından babasını tanıyanlarla karşılaşır. Ve üstelik kendisi gibi genç olan o insanların onun hiçbir zaman “baba” diye çağıramadığı babasını “baba” olarak isimlendiriyordu. Çünkü sevgi dolu olan Kemal kaldığı her yerde acıdan başka bir şey yaşamamış olan Kürt çocuklarına tüm sevgisini ve ilgisini vermeye çabalamıştı. Bu olay Mızgini derinden etkiler ve Ben Uçtum Sen Kaldın filminde sonlandırır.

Filmin temel konusu baba olarak algılansa da çoğunlukla asıl işlenilen Mızgin’in birlikte beraberinde büyüttüğü sorulardır. Baba sorulardan birisidir. Babasını ararken, kendi geçmişini, kimliğini ve tarihini arıyor Mızgin ve bu arayış çoğunlukla Kürtlerin genel tarihiyle paralellik taşıyor.

Kendisini ararken bir savaşa giden bir erkeğin geride bıraktığı kadınları da tüm objektifliğiyle işliyor. Böyle bir konu seçimi beraberinde bazı engellemeleri ve zorlukları beraberinde getirir elbette. Bunları direkt Mızgin’in dilinden aktartmalı: “Hala tüm gösterimlerde insanlar nasıl bu kadar cesur davranabildiğimi soruyorlar ben de bir tercih yapmadığımı söylüyorum. Bir tercih yapmadım, yapmak zorundaydım. Anlatmak zorundaydım. Hem korkuyordum hem de cesurdum galiba. Ailem, yaşadığım ülke, herkes tarafından engellenmeye çalıştım, hem kimlik hem cins olarak bu yolculuğun tehlikeli olduğunu söylüyordu herkes. Nenem ve dedeme oraya gittiğimi söylemedim, asla izin vermezlerdi. Yanımda cesur bir kameraman vardı, kamera vardı, onlar da bana cesaret verdiler.”

Maxmur yolculuğu, daha çok bir iç yolculuk oluyor. Babası yanında yok iken orada bir yerde varolmuş, birçok çocuğun gönlünü kazanmıştı. Bu nedenle kıskançlık ve mutluluğun içiçeliğinin tartışılmaz güzel bir örneği.

Başlangıçta “Kayıp Mezar” ismiyle düşünülen film, yönetmenin Maxmur yolculuğuyla birlikte “Ben uçtum sen kaldın” ismini aldı. Kürdistan’ın coğrafyasının her karışında bir kayıp mezar vardır. Bir tek mezarın bu gerçekliği gerektiği gibi veremeyeceğini düşündüğünden Mızgin nenesinin ona çocukluğundan beri anlattığı “Ez firiyam, tu ma li cih”…. hikayesinin ismini veriyior. Filmi kurmaca bir senaryo ve görüntülerle vermek istemediği için filmi belgesel olarak çekiyor.

İnsan bu filmi izledikten kendisine şu soruyu sormadan edemiyor: Hep geride kalanların hikayesi anlatılır peki uçanların hikayesi ne zaman yazılacak?

Birinin cevabı varsa yarına saklamasın…

Kimdir

Mizgin Müjde Arslan gazeteci, yazar, senarist ve yönetmendir.

1981 yılında Mardin’in Göllü köyünde doğdu.

Ögrenciliği sırasında Dicle Haber Ajansı ve Gündem gazetesinde sanat muhabirliği ve editörü olarak çalıştı.

İlk filmi “Son Oyun” adlı kısa metrajlı filmidir

“İkinci Adres”, “Dana Bayramı: Kamkasa Vit Vit” ” adlı belgesellerin yönetmenliğini yaptı.

“Kirasê Mirinê: Hewîtî” (Ölüm Elbisesi: Kumalık, 2009) adlı belgeseli ulusal ve uluslararası pekçok festival gösterildi.

“Ez Firiyam Tu Ma Li Cih” ilk uzun metrajlı belgesel filmidir.

Babamın Sesi (Dengê Bavê Mın)


Maraş Katliamı’ndan etkilenen bir ailenin hikayesini anlatan ‘Babamın Sesi’, 19 Altın Koza’da en iyi film seçildi. Pelin Esmer’in ‘Gözetleme Kulesi’ ise beş ödülle festivalin en çok kazananı oldu.

Bu yıl 19’uncusu düzenlenen Adana Altın Koza Film Festivali ‘nde büyük ödül ‘Babamın Sesi’nin oldu. ‘İki Dil Bir Bavul’ ekibinin yeni filmi ‘Babamın Sesi’, Maraş Katliamı ‘ndan etkilenen Kürt- Alevi bir ailenin hikâyesi üzerinden kimlik meselelerine eğiliyor. Eski eşyaların arasında babasına gönderilmek üzere kaydedilmiş annesinin ve kendi çocukluk sesinin olduğu kasetleri bulanca babasının gurbetten gönderdiği kasetlerin peşine düşen genç Mehmet’in arayışına odaklanan film, dünya prömiyerini geçen şubatta Rotterdam Film Festivali’nde yapmıştı. ‘İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan’la birlikte yönetmenliği üstlenirken ‘İki Dil’in diğer yönetmeni Özgür Doğan bu kez yapımcı.

Altın Koza ‘nın en çok ödül kazanan filmi ise beş ödülle Pelin Esmer’in yönettiği ‘Gözetleme Kulesi’ oldu. Pelin Esmer en iyi yönetmen seçilirken ‘Gözetleme Kulesi’ başroldeki Nilay Erdönmez’e en iyi kadın oyuncu, Menderes Samancılar’a yardımcı erkek, Laçin Ceylan’a yardımcı kadın oyuncu, Özgür Eken’e de en iyi görüntü yönetmeni ödülünü getirdi.

Yönetmen Belmin Söylemez, ilk filmi ‘Şimdiki Zaman’la Yılmaz Güney Ödülü’nün sahibi oldu. Radikal ‘in sinema yazarlarından Şenay Aydemir’in de yer aldığı SİYAD jürisinin en iyi film tercihi de ‘Şimdiki Zaman’ olurken bu yıl ilk kez yönetmenlerin verdiği Film-Yön jürisinin ödülü ‘Yük’ filmiyle usta yönetmen Erden Kıral’a gitti. Film-Yön jürisi Belmin Söylemez’e de özel ödül verdi.

Başkanlığını yönetmen Ferzan Özpetek ‘in yaptığı jüri, ‘Siirt’in Sırrı’ belgeselinde hikayesi anlatılan kadın güreşçi Evin Demirhan’a özendirme ödülü verilmesini kararlaştırdı.

Festivalin iddalı yapımları arasında gösterilen Yeşim Ustaoğlu’nun yönettiği ‘Araf’ ise yardımcı kadın umut veren kadın/erkek oyuncu ve sanat yönetimi ödülleriyle yetinmek zorunda kaldı.

19. Altın Koza Film Festivali ödülleri

En iyi film: Babamın Sesi (Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan)

Yılmaz Güney ödülü: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez)

Yönetmen: Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi)

Senaryo: Orhan Eskiköy (Babamın Sesi)

Kadın oyuncu: Nilay Erdönmez (Gözetleme Kulesi)

Erkek oyuncu: Engin Günaydın (Yeraltı), İlyas Salman (Lal Gece)

Yardımcı kadın oyuncu: Nihal Yalçın (Yeraltı ve Araf), Laçin Ceylan (Gözetleme Kulesi)

Yardımcı erkek oyuncu: Menderes Samancılar (Gözetleme Kulesi)

Görüntü yönetmeni: Özgür Eken (Gözetleme Kulesi)

Müzik: Verilmedi.

Sanat yönetimi: Osman Özcan (Araf)

Kurgu: Siirt’in Sırrı (İnan Temelkuran, Kristen Stevens)

Türkan Şoray umut veren genç kadın oyuncu: Neslihan Atagül (Araf)

Umut veren genç erkek oyuncu: Barış Hacıhan (Araf)

İzleyici ödülü: Lal Gece (Reis Çelik)

SİYAD jürisi en iyi film: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez)

Film-Yön jürisi en iyi yönetmen: Erden Kıral (Yük)/ özel ödül: Belmin Söylemez (Şimdiki Zaman)

Jüri Özel: Siirt’in Sırrı

Jüri Özendirme ödülü: Evin Demirhan (Siirt’in Sırrı belgesilde hikayesi anlatılan kadın güreşçi)

Radikal

Tarihin delikanlı çocuklarına


Günay Aslan

Tarihin delikanlı çocuklarına

Yalnızlığın bir yılan gibi ruhumu ısırmaya başladığı gecelerin birinde, beynimi yaylım ateşine tutan ölümcül sorulara yanıt arıyorken bir sese sığınıyor, bir kadının çığlıklarına sarılıyor, içimde yankılanıp duran acının sesine bir başka ses katıyorum…

Bir kadın…Bir ana….Bir eş…Bir yoldaş..

Bize yakın tarihimizden sesleniyor.

Yakın tarihimizden seslenen kadının sesi kimsesiz, tenha bir uçurumun kıyısından, sessiz ve hicran yüklü bir boşluğun ortasından geliyor.

Düşlerinde cenneti, yüreğinde cehennemi taşıyan ve Araf’ın sonsuz boşluğunda çırpınan kadının sesi kirli bir savaşın kurbanlarını kutsuyor…

Kadının çığlıkları yürek dolusu çaresizlikler yaşatıyor.

Soluğu ıssız ırmaklarda boğulan ve elinde yalnızca dağların rüzgarları kalan kadın gidenlerin ardından ağıtlar yakıyor.

Sesindeki yangınlar içindeki ıstırapla alevlendiği için de ağıdından kara kara dumanlar yükseliyor.

O kadın benim kurtuluşum oluyor…

Acıdan başka anısı olmayan o kadının ellerini tutuyor, yüreğimi acının seline karışan sesine açıyor, ruhumu onun gizli gizli akan gözyaşlarında yıkıyorum.

Gözleri olmadan bakabilen, sesi olmadan haykırabilen, hayalleri içine akıttığı gözyaşlarına yetişemeyen kadının adı Nuray Şen.

Bir ana Nuray Şen; bir eş, bir yoldaş…

O, kapıları kilitli kalbinin orta yerinde eşiyle,oğulları, yoldaşları ve halkıyla birlikte yanıyor.

Gül kokulu parmaklarıyla yakınlarını gömdüğü yüreğinden dışarı çıkamıyor.

Yanıyor da yanıyor.

Hem yanıyor hem de kendine durmadan kılıç sallıyor…

Kendisini ve bizi sayısız parçalara bölüyor.

Nuray Şen yalnızca haykırmıyor, yalnızca şiir okumuyor;

Eşi, çocukları ve yoldaşlarının şahsında bizim yaşanmış hikayemizi hayatın ırmağına akıtıyor.

Yaşanmış ancak, henüz konuşulmamış ve paylaşılmamış acıları dillendiriyor…

Savaş mağdurlarının sarılmamış yaraları gözler önüne seriyor.

Vicdanımızın orta yerindeki duruşuyla da geleceğimizi aydınlatıyor.

Nuray Şen bize gerçeği bulma fırsatı sunuyor ve her şiiriyle umut çiçeklerimizin bir parça daha büyümesini sağlıyor.

O, hisleriyle hepimize kavgaya ve sevdaya dair armağanlar veriyor.

Onun sesi peşine düştüğümüz hayatın öpücüğü oluyor…

Şiirlerini türkülerle süslüyen Nuray Şen’in şiir albümünü MİR Müzik hazırlamış.

Tarihin Delikanlı Çocuklarına adlı albüme Kürt sanatçıları da sesleri ve estrümanlarıyla eşlik etmiş…

**
gunayaslan@hotmail.de

Cinsel faşizm ve Ertuğrul Kürkçü


Cinsel faşizm ve Ertuğrul Kürkçü

Hasan Bildirici

Sıradan Türk vatandaşlarıyla sohbet etmeyi sevmem. Zaten sohbet ederken ağızlarından berbat bir küfür çıkacak diye yüreğim ağzımda olur. Yolda tesadüfen karşılaştığımda, selamın dışında ağzımızdan ikinci bir söz çıkmasın diye adımlarımı çabuklaştırırım. Çünkü nasılsın diye sorsam biliyorum ki gelecek cevabın şöyle olma ihtimali yüksektir:

“Koduğumun memleketinde iyi mi olunur?”

Ya da kazara şöyle bir soru sordunuz:

“İşler nasıl?”

Gelecek cevabın küfür içerme ihtimali yüksektir:

“Koymuşum işe!”

Edebimiz el verse de küfürleri olduğu gibi yazsak. Aslında nasıl bir kültüre sahip olduklarını anlamak için ürettikleri küfürleri bütün açıklığıyla alt alta sıralamak gerekir.

Bir bahçem var. Bitişikte de Türklerin bahçesi var. Kürt arkadaşlarla oturur sohbet ederiz bazen. Ağzımızdan tek küfür çıkmaz. Türkler bitişik bahçede bir araya geldiklerinde kadın çocuk kim varsa alıp götürmek lazım. Çünkü sohbetlerinin yüzde ellisi küfürdür. O gün dayanamadım Türk vatandaşların sohbetinin içine daldım:

“Konuşurken küfür etmek zorunda değilsiniz,” dedim. “Ayrıca komşular da sizin küfürlü konuşmalarınızı dinlemek zorunda değil.”

Başlarını önlerine eğip, “haklısın” dediler. Zaten hep haklı bulurlar, ama bildiklerini okumaya devam ederler.

Cinsellikle iktidar arasında yakın bağ var. Yaşlıların siyasal iktidara dört elle sarılmaları, cinsel iktidarlarının azalmasındandır. Dünyaca ünlü bir kadın dergisi Türkiye’de yaşayan vatandaşların ortalama sevişme süresini 3 dakika olarak tespit etmişti. Ne uzun süre değil mi! Üç dakikada çoğu kadın ve erkek giysilerini çıkaramaz. Hele kadın nazlı biriyse, değil üç dakika 33 dakika yetmez. Ortalama üç dakika dedikse, kadın dergisinin yazdığına göre çıplak kadına ulaşamadan ayakta boşalan erkek de varmış…

3 Dakikada bir toplumun kadınları ve erkekleri cinsel tatmine ulaşamaz. Kadın ve erkek vücudu cinsel tatmine ulaşmadımı gerilim doğar. Gerilim sokağa ve iktidara yansır. Yatakta başarısız olan erkek ve kadın sokakta bildiğiniz küfürleri yapar:

“Bilmem neyine koduğum.

“Kavga sırasında kadınların da küfürlerine çok rastlamışımdır:

“Kocam seni şey etsin.”

İnsan o kadına şöyle söyleyemez tabii ki.

“Hanımefendi, kocanız başkasını şey yapacağına layıkıyla sizi şey yapsın.”

Bunlar denmez, denirse olay çıkar. Ama Türkler sabahtan akşama kadar onun bunun karısına, kızına, çocuğuna, memleketine, dinine ve imanına sövmeye devam ederler. Cezası falan da yok. Ben söylemiyorum, Türk basını ve onun cinsellik uzmanı elemanları söylüyor:

“Türkiye kadınlarının yüzde elliden fazlası cinsel tatmini tanımıyormuş.”

Çocuklarla ilgili porno sitelerine girişte Ankara, İzmir, İstanbul önceliği başka ülkelere vermiyormuş. Bu da çocuk pornoculuğuna karşı mücadele eden uluslar arası birimlerin tespiti.

Türkiye’deki gerilimi azaltmak, başkalarına saygılı olmayı öğretmek ve demokratik bir ortamı yaratmak için Türkiye’nin öncelikle cinsel sorununu çözmesi gerekiyor. Bunun için de kadın, erkek, sevgili, eş nasıl sevişilir uzmanlar eşiliğinde bunlara anlatmak lazım ki, tatminkar ve küfürden arınmış bir toplum çıksın ortaya… Bunları yazdığımda Türklüğüne pek düşkün ırkçı evlatlar yine küfürü basacak:

“Vay senin ananı, bacını, beşikteki çocuğunu….”

Dediğim işte tamamıyla bu…

Pornocu kültür bu kez, devlet kurşunlarıyla ölümcül yaralayıp, yirmi yılını da hapiste geçirttikleriErtuğrul Kürkçü’yü sevgilisyle kumsalda basmış. Gazeteciliğe ve habere bakın! Haberin detayları daha da ilginç:

“Dağda gerillaya kumsalda sevgilisine sarılmış!”

Dişi sineğe sulanan Türkiyem vatandaşı da tabii not düşecek:

“Vay be!”

“Ertuğrul Kürkçü üstelik sevgilisinin yanağından makas almış.”

Türk cinsel faşizmini yerle bir etmek için Ertuğrul Kürkçü’ye önerim, sevgilisini yüce dedikleri meclis önünde öpmesi olacak. Gazeteciler yeterince fotoğraf alamamışsa bir kaç kez daha öpmeli… Ahlaksızlığı, pornoculuğu, küfürü, kadın erkek arasındaki doğal ilişkiyi berbat bir hale sokmuş Türklüğün cinsel faşizmine meydan okumak için açık alanlarda sevgililerinizi ve eşlerinizi daha çok öpün. Bir sevgilim olsaydı onu öperken ki resmimi ilkin ben kendi sayfama koyacaktım ki, onlara beni sevgilimle yakalama hazzı vermemek için.

Sadece kültürümüz üzerine çökmüş soykırımcı siyasal faşizmleri değil, duygularımız ve cinselliğimiz üzerindeki cinsel faşizmleri de yıkılsın…

bildiricihasan@hotmail.com

12 Eylül ve cehennem yürekli bir çocuk


12 Eylül ve cehennem yürekli bir çocuk
Şerif Kaplan

Henüz on dört yaşındaydı, yaşamın ciddiyetini anlayacak, zorlukların kavramaktan uzaktı. Akranları gibi okulda arta kalan zamanını sokaklarda bilye, akşamları saklambaç oynayarak geçirirdi.

Çocuktu, yüzünde ayva tüyleri cebinde oyun bilyeleri ile dolaşan…

Bir yanı çocukluk zamanında diğer yani kendini tanımanın sevdasında, uzakta göz kırptığı, „davam”dır dediği kızın zamanında…

Yatılı okul bitince öğretmen olacaktı, köy ile okul arasında her hafta sonu mekik dokuyarak geçiriyordu günlerini.

Dudağında bir ıslıkla yaklaştı okuluna, çantasında annesinin elleri ile yıkadığı, yeşil sabun kokan temiz çamaşırları, yüreğinde düşleri, cebinde az bir parası vardı.

Okulun etrafını polisler çevirmişti, içi pır etti ama yatakhaneye doğru hızlandırdı adımlarını.

“Polisler seni arıyorlar, çabuk kaybol. Gün batımına doğru, su kulesinin oraya gel, ben de oraya geleceğim” dedi yanından hızlı adımlarla geçen arkadaşı.

Nereye gitmeliydi? Ellindeki çantası daha da ağırlaştı, adımları ise bir o kadar hızlandı. Yatakhaneye gidip çantasını bırakmalı mıydı? Yoksa kaçmalı mıydı? Daha arkadaşının ayak sesleri uzaklaşmamıştı, parke taşlara sert değen, topukları çabucak yıpranmasın diye, atların ayaklarına çakılan nalları gibi, yöresel adları ile “perçe” dedikleri demir parçasının çıkardığı ses kulaklarında yankılanırken karar vermek için saniyelerle yarışıyordu adeta düşünceleri ve ellindeki çantası ile bir anda kendini yemekhanenin arka kısmında bulunan futbol sahasının içinden, ekili tarlalara doğru yürürken buldu.

Su kulesi ile yemekhanenin köşeleri aynı hizaya geldiği noktada çantasını buğday tarlasının içinde, gözlerde ırak bir şekilde bırakıp, tarlalar arasında okulun güneyinde yer alan elma bahçelerin içine gitti.

Sabah çok erken evde çıkmıştı, annesinin bütün ısrarına rağmen bir şey yememişti. Şimdi gün öğle saatlerini aşmıştı ve karnı açlıktan zil çalıyordu. Bir ara “Şeyen’e mi gitsem” diye aklında geçirdi ama sonra sevdiğini zora sokmamak için hemencecik o düşünceyi kafasında sildi.

Bir şekilde açılığını bastırmak zorundaydı. Daha fazla dayanma gücü yoktu. Okulun kuzey doğusunda yer alan tren istasyonuna hızlı adımlarla yöneldi. Bir yarım acık ekmek ile iki yüz elli gram Antep helvası aldı, bir de gazoz alarak aynı hızlı adımlarla bahçelerin içine, geldiği yere doğru geri gitti.

Ağaçların arasında kaybolunca, ekmeğinin içine helvasını doldurdu ve çok seri bir şekilde yedi. O güne kadar yediği en güzel helvaydı.

Gün batımına kadar okulun etrafında, ağaçların arasında dolaşıp durdu cehennem yürekli çocuk, gün batımında su kulesine gelen arkadaşı polislerin her yerde onu aradığını söyledi.

Ne yapmıştı acaba? Polislerin kendisini neden aradığını düşünerek, bir çocuğun zor zamanlarında gidip sığınacağı tek adrese çevirdi yönünü. Annesinin sıcak kollarına, evinin korunaklı güvenliğine bir an önce ulaşmak için adımlarını hızlandırdı. 20 kilometre yolu kat etti, istese de o saate köye gidecek bir araç bulması imkânsızdı.

Yol çatıdan aşağıya doğru yokuş aşağı inerken yüreğini bir ürperti sardı. Korkunun soğuk yüzü ile ilk kez bu kadar yakın karşılaşmıştı. Uzakta, köylerinden gelen köpeklerin havlama sesleri ile korkulu düşüncelerinde sıyrıldı.

Patika yolunun sağından solunda filizlenen ekin tarlarının ıslak bitki kokusu gece karanlığını yırtarak onu sarıyordu.

Eve ulaştığında saat gece yarısına çoktan vurmuştu.

Geçmek bilmeyen bekleyiş dolu günlerde okuluna gitmedi. Ne yaptığını bilse, neden arandığını anlasa içi rahatlayacak ona göre davranacaktı. Soru dolu bakışları babasının gözleri ile buluştuğunda “Oğlum Allah büyüktür elbet bir çaresi bulunur” demekle yetiniyordu. Ne dil ne yol yordam bilen adam. Yüreğine çöreklenen korkuyu cehennem yürekli çocuğa göstermemeye çalışarak, o da çaresizce dolaşıp duruyordu köyün içinde.

Çokça eşkıya hikâyesi, çokça Kürtçe klam dinleyen cehennem yürekli çocuk bilyelerini farkına varmadan cebinden çıkardı. Artık o arkadaşları ile saklambaç oynayan, düş kuran çocuk değildi, devletle saklambaç oynayacaktı. Kendini bir eşkıya gibi hissediyor, dağlarda hayvan güdüyor, gece başka başka akrabalarında konuk kalıyordu…

İki ay sürdü eşkıyacılık oyunu. Dayanmamdı anne özlemine…

Mayıs ayı ile birlikte yeryüzü yeşil halı düşüyor ve kır çiçekleri birer nakış gibi rengarenk üzerinde duruyordu. Güneşin sabah serinliğini kırdığı bir saate, evlerinin ön kısmında bulunan bahçenin içine gitti. Papatyaların yoğun olduğu bir noktaya diz çökerek ve en büyük papatyayı koparıp “seviyor, sevmiyor” diye saymaya başladığı bir sırada kendisine doğrulan soğuk namlular eşliğinde “teslim ol” sesi ile irkildi.

Diz çöktüğü yerde kalkıp arkasına dönene kadar, bir dipçik darbesi ile yere yığıldı. Hemen oracıkta elleri arkadan kelepçelendi cehennem yürekli çocuğun. Telsiz sesleri ile annesinin yüreğinde çıkan sesler bir birine karışıyordu.

Sonraki günlerde, ölümle koyun koyuna bir yaşam başladı cehennem yürekli çocuk için.

Askeriyenin kısa sorgulamasından sonra, polislere teslim edildi. Tam 86 gün aralıksız işkenceli bir yolda yürüdü! Taze yüreği, daha çocuklukta yeni kurtulma çabasında olan bedeni Filistin askısından, falakaya, cinsel organlarına elektrik şokundan, cinsel tacizlere kadar her şeye maruz kaldı. Anlamaya, algılamaya çalışıyordu ama nafile. İddia çok büyüktü, cinayetler, soygunlar ve örgüt…

Savcılığa çıkarılana kadar vücudunun işkenceden nasibini almayan hiç bir yeri kalmamıştı. İki ayak bileklerinde acılan yaralarda oynayan kurtçukları fazlalık saymasak, kırık, ezikler dışında bir eksiği yoktu. Fırsat buldukça, bir çöp parçası ile o kurtçukları yaradan çıkarmaya çalışıyordu, ağırlıktan kurtulmak için! Savcı “Askeri Aparat sorumlusu” iddiası ile tutuklaması isteğine mahkeme de uydu.

“Eşkıya”lıktan “mahpus”luğa geçmek hiç de eğlenceli değildi… ne anlatılan öykülerdeki gibi heyecanlıydı nede macera doluydu…

O bir çocuktu, yüreği cehenneme dönüşmüş bir mahpus…

Azrail’in kol gezdiği taş duvarlar arasında ölümün bile ürkek baktığı bir yaşama tanık oldu. Vahşeti, işkencenin esasını, ihaneti gördü, delikanlılığı, yiğitliği, direnişi, bedenlerinden başka hiç bir şeyleri olmayan insanlara tanık oldu, kurtçukların ayak bileklerinde gezdiği günleri aramaya başladı.

Ölüm orucunda ölenleri, işkence ile öldürülenleri, intihar edenleri, kendini yakanları, makatlarına cop sokulanları, tecavüze uğrayanları, kendini bir parça ekmeğe satanları, dev aynasında kendini gören zavallı cüceleri, sessiz ama büyük yürekleri tanıdı.

Dört yıl, ön kısmı parmaklıklarla kaplı, tek kişilik hücrede kaldı. 125 maddesi gereğince ölüm cezası ile dava açıldı. Önce ölüm cezası aldı, sonra Yargıtay “delil yetersizliği”nde davasını bozdu, tekrar yargılandı, yedi yıl üç ay cezaevinde kaldıktan sonra, örgüt sempatizanı olmaktan üç yıl altı ay ceza aldı ve sonra berat etti!

Duruşma hâkimin “tahliye” sözüne itirazdan bulundu. Çünkü dışarıyı unutmuştu, nereye gidebilirdi ki!

Çocukluğunu demir parmaklıkların arkasına girmeden önce dışarıda bırakmıştı, gençliğini parmaklıkların arkasında tanımıştı. Dışarıda çocukluğu içerde gençliği kalırken o nereye gedecekti. Yaşadıklarına bile inanmazken nasıl yaşayacaktı…

Demir kapının çıkardığı uğultu arasında dışarı adımını atarken, yanaklarında süzülen gözyaşlarına engel olamadı.

Tahliye olmuştu ama sadece idareye kadar gidebilmişti. Cezaevi idaresinde kendisini bekleyen polislere teslim edilmişti. Cezaevinin dış kapısından bekleyen Polis arabasına tekrar bindirildi ve yedi yıl üç ay ve on beş gün önce işkenceli yolculuğa başladığı yere geri gelmişti.

“Biliyoruz sen bizi sevmedin, hatta belki nefret ediyorsun ama biz sana daha doyamadık! Bir kaç gün daha misafirimiz kalacaksın!”

Ne diyebilirdi ki, çaresizlikten başka ne vardı ki ellinde…

Yakasına yapışan kirli eller, yaşamını acımasızca çalanlar, şimdi askere gideceksin diyorlardı…

Gidemezdi, bunca vahşeti o elbiseleri giyenler, o elbiseler adına yapmıştı.

Kaçtı.

Bir süre sonra kendini Avrupa’ya attı. İşkence yoktu ama Avrupa uçsuz bucaksız kocaman bir açık cezaeviydi…

Evet, 400 sayfalık kitabıma konu olan kahramanımın kısa öyküsü. Kendisi ile son kez konuştuğumda, “çok eksik bıraktım. Ancak o vahşeti, Diyarbakır zindanını yaşayan herkes bir kitap yazarsa, belki biraz anlatmış olacağız. Çünkü herkesin ayrı bir öyküsü var. Herkes ayrı bir cezaevi yaşadı.”

Biz yazmaya devam edelim ama bilmem ki kaçımız bu Cehennem Yürekli Çocuğun düşlerini anlayabilir, yüreğinde ki acıyı hissedebiliriz.

Son olarak bana dedi ki, “hep yabancı yaşadım, doğduğum yerlerde bir yabancı gibiydim, sonra ikinci kez yabacılaştırıldım. Hep düşünüyorum da, her geminin bir limanı, herkesin bir ülkesi var acaba bir gün bizimde olacak mı? Bir liman, bir ülkemiz?”

Bir arkadaşım bana bir gün demişti ki ‘son liman olmak istemiyorum’ beni çok üzmüştü, günlerce düşünmüştüm. Keşke son liman olabilseydim.”

Türk-İslam çetesi de dağılacak!


Türk-İslam çetesi de dağılacak!
Hasan Bildirici

Kemalistlerden iktidarı devralan Türk-İslam kadrolarının devleti vardırdığı yer, Türk-İslam faşizmi oldu. Biz böyle yazdığımızda İslamcı veya Müslüman arkadaşlar, İslamın faşizmi olmaz diyerek tepki gösteriyorlar. İslamın bal gibi faşizmi olur. Saddamlı, Esatlı, Müberekli, Kral ve Emirlikli Arap cağrafyasında hükümünü sürdüren İslam faşizmidir. Müslümanlık, bir dindir. Hıristiyanlık ve Musevilik de dindir. Dinler kullanılarak kurulan sistemlerin niteliği onun rejim karakterini belirler. Allah ve peygamber satarak iktidara gelen İslam diktatörülerinin zavallı Müslüman halkı götürüp bıraktığı liman ortadadır.

Erdoğan, Türkçü ve İslamcı bir faşisttir. Partisinin kadrolarının çoğu öyledir. AKP faşizminin Kürdistan’da dayandığı taban da Türk İslam faşizminin koltuk değeneğidir.

Batılı devletler, dinle aralarına mesafe koyarak burjuva demokratik birer rejim kurmuşlardır. Batılılar, Hristiyan diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Orta Çağ karanlığından çok ağır bedeller ödeyerek kurtulmuşlardır.

Türkiye gibi çalıntı çeyrek demokrasilerle yönetilen ülkelere Batılıların uygun gördükleri ise din karışımı bir diktatörlük olmuştur.

21. Yüzyılda Türkiye Osmanlı artığı Sünni diktatörlere çok mu ihtiyaç duyuyordu?

Hayır, Türkiye ve Kürdistan’ın böyle bir iktidar biçimine ihtiyacı yoktu. Batılı devletlerin, Müslüman dünyasına karşı Batı için ajanlık yapacak AKP gibi İslamcı bir partiye ihtiyaçları vardı.

TC’nin kuruluşunu gerçekleştiren Kemalist diktatörler, Türk İslamcılarını ve ırkçılarını yıllarca solculara, Alevilere, azınlıklara ve Kürtlere karşı tetikçi olarak kullandılar.

Şimdi roller değişti, sokağın tetikçileri iktidarı elegeçirdiler. Batı desteğiyle örgütlendirilen Fethullah Gülen, İslam coğrafyasının kemiklerini kıran Amerika’da oturtularak işlem tamamlandı.

Batı tarafından İslam coğrafyasının kemikleri kırılırken, iktidarda CHP’nin olduğunu düşünün. Her Cuma camiden dağılacak olan Türk-İslam kitleleri “Amerika’ya ölüm, Avrupa’ya ölüm!” diye slogan atacaklardı. Şimdi iktidarda dut yemiş bülbül gibiler. Her fırsatta öten bülbül dut yiyince neden susar acaba? Her halde ağzının tadına varmak için. İslam coğrafyasının kemiklerinin kırılması iktidardaki Türk İslam diktatörlerini rahatsız etmiyor. Aksine yıkılışlarına yardım ediyorlar.

Başkasının mezarını hazırlayanlar, bir gün gelir mezarı hazırlananlar olur. Hapisteki Kemalist 40 general olup bitenin doğru düzgün farkında değiller. Onlar hala bir gün iktidara gelmeyi hayal ediyorlar. Hayır, bu asla gerçekleşmeyecek. Kemalist unsurlar ancak, İslam coğrafyasının kemikleri yeterince kırıldıktan, Türk İslam faşizmi yeterince kullanıldıktan sonra bir istikrarsızlık unsuru olarak Türk sistemine çöreklenmiş İslamcı bürokratların temizlenmesinde kullanılacaklar. Ve o zaman Türkiye asla eski Türkiye olamayacak…

AKP faşizminin Kürdistan sorununda üstlendiği rol, yıkcı ve serserice bir roldür. Batı tarafından kullanılmak üzere oluşturulmuş olan AKP’nin Arap iktidarlarına yönelik kullanılan ajanlık durumu, durmuş bir saatin günde zamanı iki kez doğru zamanı göstermesi gibi, bazen Kürtlerin işine yarıyor. Bu durum, AKP’nin Batı tarafından kullanılmasının bir sonucudur. AKP iktidarının Esad yönetimine tavır almasıyla ortaya çıkan Kürt inisiyatifi, AKP’nin iradesi dışında gelişmiş nesnel bir durumdur.

Tarih Kürdistan’ı parçalayıp sömürgeleştirmiş lanet dörtlüye işte böyle bir de birbirinin kuyusunu kazma rolü yüklemiştir. İran, Suriye, Irak ve Türkiye arasındaki gerlimin niteliği budur. Kürdistan’ın gaspı üzerine kurulmuş hastalıklı gövdelerini karşılıklı yiyip bitireceklerdir.

Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur, Türkiye Cumhuriyeti Krallığı vardır. Türk devleti, Kemalistlerle İslamcı Türk ırkçıları arasında el değiştiren askeri ve bürokratik bir krallıktır. Meclis, bu krallığın maskesidir. Roma imparatorluğunun da bir senatosu vardı. Roma Senatosu, Türkiye meclisinden daha demokratikti. Türk meclisinin çıkarmaya hala güç yetiremediği bir çok yasa, Roma İmparatorluğu’nun hukukunda yazılıydı.

Bir devleti yaşatacak olan askerler ve bürokratlar arasındaki maaş ve iktidar uyumu değil, devletle vatandaşlar arasındaki hukukun adaleti ve sağlamlığıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Krallığı ile Kürt vatandaşları arasındaki hukuk, bir suç hukukudur. Türk hukukunda Kürtlerin hak ve özgürlükleri değil, neleri yapamayacağı yazılıdır. Alevilerin Türk hukukunda hiçbir yeri yoktur. Solcuların da yoktur. Türk hukuku, Kemalist diktatörlerle Türk İslam ırkçılarının hak ve özgürlüklerini düzenlemiş bir hukuktur.

Bizim için bu bir çete hukukudur bu.

Bu çete hukuku, özgürlük arayışçısı Türk vatandaşları ve Kürt özgürlük savaşçıları tarafından parçalanıp sahiplerinin kanlı ve karanlık suratlarına çarpılacaktır.

Bütün diktatörüler çok kararlı görünürler.

Türk İslam diktatörlüğü de kararlı görünüyor. Çete hukuku yolundaki kararlılık, işte tam da bu, Türk İslam diktatörülerinin de yıkılma nedeni olacaktır.

Tarih, Türk İslam faşistlerine, adalet diyip iktidara geldikten sonraki çeteciliğin hesabını ağır soracaktır.

bildiricihasan@hotmail.com

Orhan Miroğlu aydın mı?


Orhan Miroğlu aydın mı?

Hasan Bildirici

Kürdistan’ın özgürlük savaşçılarıyla sömürgeci Türk güçleri arasındaki savaş şiddetlenerek sürüyor. Bu savaş, Kürt gibi yaşamak isteyenlerle, onları Türke köle yapmak isteyenler arasında geçiyor. Kürt direnişçilerinin ciddi mücadele yürüttüğü alanları bırakıp kaçan Türk devlet güçleri, Türk basın üç kağıtçılığı üzerinden ne kadar büyük olduklarının ve mutlaka kazanacaklarının mesajını veriyorlar. Ama biz bunu yutmuyoruz.

Çeteciliğin büyüklüğü olmaz. Türk devleti, Türk İslam faşistlerine ve devlet soyarak yaşamını idame ettiren Kemalist diktatörlere hizmet sunan bir çete devletidir. Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri kadar koftur. 20 milyon Alevinin mezhebini, 20 milyon Kürdün dilini yasaklamış ve tarihin ilk soykırımını gerçekleştimiş bir devletin büyüklük naraları ancak ödlekleri, üç kağıtçıları ve Kürt sorunun cepçilerini korkutur. Türk çete devletinin Kürdistan halkına ölümden ve zulümden başka verebileceği hiçbirşey yoktur. Kürtler ise Türk soykırım devleti karşısında artık ölüm arsızıdırlar. Bu nedenle Kürdün ulusal direnişi karşısında yıkılacaklardır.

Her alanda dişe diş bir mücadele yürüten Kürdistan direnişçilerini kutlamak gerekiyor. Kabına sığmayan Kürdün ulusal enerjisi, Türk soykırım devletinin Kuzey Kürdistan’daki paslı zincirlerini paramparça edecektir. Bunun ortası yoktur.

***

Orhan Miroğlu’nun İki Büklüm Mehmet Metiner’inkine benzeyen hayat ilerleyişini hep birlikte izliyoruz. Şaşkın değiliz. Orhan Miroğlu’nun ne yapacağını beş yazı öncesinden tahmin edebiliriz. Ahmet Altan’ın yazdığına göre, 4200 vuruşluk olması gereken köşe yazısını Orhan Miroğlu 5700 vuruşa çıkartarak kendisini Taraftan kovdurmuş. Köşeye sığmayan yazısının kısaltılması istendiğinde ise eski yazıya yeni bir paragraf ekleyerek, sansüre uğradığını açıklamış… Ahmet Altan, şaşkın. Ama biz şaşkın değiliz. Kafasıyla cüzdanı yer değiştirmiş Orhan Miroğlu’nu kim bizim başımıza “Aydın musallatı” yaptıysa, onun işleri yolunda gitmesin.

Taraf’taki son yazısı, “Kürt aydınının trajedisi”nde Orhan Miroğlu, Kürt aydınlarının “PKK korkusu”na değinmiş ve bu korkudan dolayı Kürt aydınlarının Türk devletiyle ilişki kurmaktan çekindiğini belirtmiş. Yazdığına göre AKP iktidarıyla birlikte Türk basını “Kürt aydınları”na daha çok yer verir olmuş, ama yeterli değilmiş.

Bir aydının devletle ne ilişkisi olabilir?

Devlet, bürokratik, askeri ve siyasi bir çarktır. Aydın kişi, asker, bürokrat veya siyasetçi midir ki, devletle ilişki kursun?

Orhan Miroğlu, aydın tanımının da içine etti. Kendisi daha rahat ve olanaklı yaşasın diye Miroğlu’nun çizdiği aydın tipine tav olmamız gerekecek.

PKK karşısında olması gereken aydın tavrını Nuray Mert açıkladı. Onun yazdıklarına ekleyeceğim bir şey yok. Nuray Mert, “Eli, kolu ve ayakları bağlanmış PKK’ye saldırmanın” mertlik olmadığını açıkladı. PKK’nin aşırılıklarından da Türk devleti sorumludur. İnsanların dilini, isimlerini ve kültürlerini yasaklarsan ortaya barbar bir nesil çıkartırsın.

PKK, çok daha katı olabilirdi. Bundan da Türk devleti sorumludur.

Orhan Miroğlu, PKK’nin devletle olan ilişkisini örnek göstererek, kendi devlet ilişkisine kılıf bulmuş olduğunu sanıyor. PKK askeri ve siyasi bir harekettir. Savaştığı devletin niteliği de budur. Savaşanlar arasında ilişki ve görüşmeler olur.

Peki Orhan Miroğluhangi sıfatla devletle ilişki kuracak? Siyasetçi midir? Asker midir? Bürokrat mıdır?Aydın olduğunu söylüyor. Aydınlar devletlerle ilişki kurmaz. Aydının görevi, devletin yapması gereken işlerin övgüsünü dizmek değil, yapamadığı ve yanlış yaptığı şeylerin eleştirisini yapmaktır. Miroğlu, devleti bir rant ve gelir kapısı olarak gördüğü için devletle kurduğu ilişkinin niteliği uşakça bir ticari ilişkidir.

PKK’nin devletle kurduğu ilişkiyi kendi ilişkisiyle kıyaslıyor.

İnsan gülüyor tabii.

Ahmet Altan, Orhan Miroğlu’nun kendilerine çektiği numaranın farkında.

Miroğlu, yazı yazma isteğinin kalmadığını açıklamış. Bu da büyük bir yalan.

Miroğlu ile ilgili daha önce bir tespitte bulunmuştum. Kürdistan diye bir derdi olmayan ve Türk basını tarafından kullanılan bu şahıslar Kürt sorunun cepçileridirler.

İtibarsız ve güvensizdirler.

Kürdistan halkınınbu gibi şahıslara teslim edeceği bir kara sineği dahi yoktur.

****

Almanya’da yapılacak Kürt Kültür Festivalinde buluşmak üzere. Görüşmek isteyen arkadaşlarla Mezopotamya standında buluşabiliriz.

bildiricihasan@hotmail