TC Anayasası’na Boykot!


TC Anayasası’na Boykot!

Memo Şahin

Kürtlerin TC Anayasa’sı ile gidebilecekleri tek milimetrelik bir yol yok. TC Anayasası’nın 26 değil, 106 maddesi de değişse, Kürtler bakımından durum değişmeyecektir. Çünkü özü ve sözü teklik ve türdeşlik üzerine bina edilmiş, ruhuna ise Türk ırkçılığı sindirimiş.

TC Anayasası’nın hemen girişinde „Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, (…) egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu; (…) hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve (…) sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, (…) demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur” deniyor. Ve devamla ilk üç maddenin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği vurgulanıyor.

Irkçılık sadece bunlarla sınırlı değil. Ve sadece 12 Eylül Anayasası’nın değil, tüm TC anayasalarının omurgası ve iskeleti teklik, ruhu ırkçılık üzerine şekillendirilmiş. Böyle olduğu içinde 1921 Anayasası ile Koçgirî, 1924 Anayasası ile Pîran ve Amed, ardından Agirî ve Dersim üzerine gelinmiş, Kürdistan’da tam bir kıyım uygulanmış; 1961 Ayasası ile 1971 darbesi gerçekleştirilerek Türk sol çevreleriyle Kürt aydınları tırpanlanmış, ve ardından da 1980 darbesiyle Kürdistan’da büyük kıyam gerçekleştirilmiş.

Gelelim anayasalara. Saddam’ın da, Güney Afrika’daki ırkçı aparheid rejiminin de değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez dedikleri anayasaları vardı. Ama değişti, değiştirilmek zorunda kalındı. Irak’ta 5 Milyon Kürt, 15 Milyon arapla eşit statüye getirildi. Irak iki dilli oldu. Federal bir yapıya dönüştü ve Kürdistan diye bir federasyon oluşturuldu. Hem de başkanı, parlamentosu, başbakanı, hükümeti, ordusu ve polisi olan, ilkokuldan üniversitelerine kadar yaşamın Kürtçe şekillendiği federe bir devlet.

Türkiye’deki değişim yanlıları Kürt halkının 90 yıldır içinde bulunduğu kölelik statüsünü gözönünde bulundurarak köklü ve kalıcı yeni bir başlangıca yönelmeliler. Yoksa palyatif tedbirlerle, irili ufaklı, cicili bicili yamalarla TC Anayasası’nın ırkçı, inkarcı ve köleleştirici özü ve ruhu değişmeyecektir. Bu nedenle de Türk aydın ve liberalleri Demokratik Toplum Kongresi’nin 2009 yılının Haziran ayında belirlediği temel esasları gözönüne almalılar. Tek dil yerine çift dil. Tek millet yerine çift millet. Tek merkez yerine yerinde yönetim. Ve A’dan Z’ye yeniden şekillendirilmiş demokratik ve eşitlikçi dezentral ortak bir devlet.

Kürtlerin kırmızı çizgileri bunlar ve Kürt sorununun varlık nedeni de bunlar. Bunlara dokunmayan hiçbir değişime Kürtler itibar etmemeliler. Zaman ve enerjilerini fiili durum yaratmak için yoğunlaştırmalı, TC’yi böylesi bir köklü değişime zorunlu kılmalılar.

Gelelim TC’nin cicili bicili anayasa yamalarına.. Değişiklik önerileri özünde üç ana maddeden oluşuyor: Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ve bileşiminde öngörülen değişiklikle siyasi partilerin kapatılmasının meclis kararı ve Anayasa Mahkemesi’nin onayını gerektirmesi.

Bunların tümü de AKP hükümeti ve Kemalist kesim arasında iki yıldır yaşanan kavganın dışa vuran sonucu ve AKP iktidarını tahkim amaçlı.

Şimdi bunlara bir de Kürt penceresinden bakalım. Örneğin parti kapatmalar: Yetki anayasa mahkemesinde de kalsa, meclise de geçse Kürt partileri için durum değişmeyecektir. DTP’yi daha birkaç ay önce Anayasa Mahkemesi kapatttı. Ama bu kapatmaya bilirkişi raporunu, onayını CHP, MHP ve AKP el birliği ile verdi. Ve nihayetinde Cemil Çiçek „DTP kapatılmayı hak etti“ dedi ve DTP kapatıldı.

Meclis’in bu yapısı değişmediği müddetçe BTP davası yarın Anayasa Mahkemesi’ne de gelse, Meclis Komisyonu’na da gelse kapatılsın kararı çıkar. Bu nedenle öncelikle Kürtlerin meclise yansımasının engellenmesi amacıyla çıkarılan baraj kaldırılarak, o meclis bileşiminin renklendirilmesi gerekir. Bu sağlandığında parti kapatmalarının önüne büyük barikatlar, bariyerler çekilecektir.

HSYK ve Anayasa Mahkemesinin bileşimi Kürtlere ne getirir? Bunların bileşimi değişse de, üyelerini Ahmet Necdet Sezer yerine Abdullah Gül ve Erdoğan sultası da atasa bu anayasa, bu yargı sistemi ortada olduğu müddetçe Kürtlerin Türk yargısı ile başları beladan kurtulamayacaktır. Çünkü Türk yargı sistemi hiçbir zaman Kürtlere ve sol ve demokratik güçlere karşı adil olmadı. Çünkü Türk yargı sistemi Türkiye’de farklı, Kürdistan’da hep farklı işledi. Çünkü dün Seyid Rıza’nın yaşı küçültülerek, oğlununsa yaşı büyütülerek darağaçlarına gönderildi. Çünkü Uğur Kaymazları katleden katillere dokunulmadı, Şemdinli bombacılarının üzerine gidilmedi, hatta ödüllendirildi. Çünkü İzmir’de Ahmet Türk’ü taşlayan sarışın saçlı, göbeği açık bayanlara, çember sakallı koca koca adamlara, Bayramiç’te Kürtlere karşı pogroma kalkışan ilçe sakinlerine dokunmayan Türk adaleti, Kürt çocuklarına dokunup 12 yaşındaki çocuklara 15-20 yıl ceza verebiliyor. Bu yargı sistemi kökten elden geçirilmedikçe Kürtler için durum değişmeyecektir.

Seçimlerde Kürtçe konuşma serbestisi ise tam bir komedi. Okullarda, kamu dairelerinde, mahkemelerde bir dil yasak olacak, ama o dilde sözlü seçim propagandası serbest olacak. İşte bu, tam da bir Türk işidir. Ve amaçsa dün, 29 Mart yerel seçimlerinde dipçik ve rüşvetle başarılamayan, Kutbettin Arzu ve Abdurrahman Kurt gibilere Kürtçe sözlü propaganda özgürlüğü ile başarılmak isteniyor. Bu da kendine demokratların Kürtçe’ye tanıdıkları özgürlüktür.

Kürtler 1982’de TC’nin bu Anayasası’nı darbe ve sıkıyönetim altında boykot ettiler ve tarihe bir not düştüler. Şimdi Erdoğan ve taifesinin bu anayasa üzerine dikmeye çalıştığı cicili bicili yamalara da boykotla karşılık vermeli, sandığa gitmeyerek Kürtler açısından tarihi yeni bir başlangıca imza atmalılar.

Olası bir referandumda Kürdistan’ın beş veya on ilinde yüzde elli cıvarında boykotla bu anayasa sandığa gömülse, gerçek bir demokratikleşmenin de, demokratik özerkliğin ve daha ileri çözümlerin de yolu açılır. Yeter ki bunu bir deneyelim, sonuçlarını varsın rejim partisi ve AKP, CHP ve MHP gibi seksiyonları düşünsün!

msahin1@web.de

Ejder Kapani


Ejder Kapani

Harun Ahmet

Tarih: 27 Nisan 2010 Salı

Uğur Yücelin yönettiği Ejder Kapanı filminde bayrak direğinde, al beyaz renklere karışmış ceset baş aşağı asılmıştır. Metrelerce yükseklikte penisi kesilerek, acımasızca iğdiş edilmiş kurbana bakan baş komiser, yönetmenin gizli içgüdüsüyle fısıldar bir yerlere.’’ İndirin artık bu cesedi bayraktan!’’.. Film, toplumun bir örnek kahramanlarından olan baş komiserin tecavüze uğramış kız kardeşinin intikamını aldığı bir seri katile dönüşme hikâyesini anlatır.

Onlar filmle adalet kavramını sorguladıklarını söyler. Ama bu sadece gizli kapaklı bir küfrün politik söylemidir. Her gözün bakışı vardır ve her göz kendi bakışıyla kendi yüreğindeki düğümü çözme eğilimindedir. Filmin kahramanlarından birçoğu vatanı korumak için Kürdistan da komando olarak görev yapmış ve ender rastlanan Kürt ejderini tanımışlardır. Kahraman ,Kürt ejderi imgesiyle ait olduğu topluma seslenir, ejderi itinayla besler, zehrini akıtır ve o zehri maktullerine bulaştırır. Kürt topraklarında akıttığı kanın, ödediği bedellerin karşılığında küçük kız kardeşinin tecavüze uğraması bakışının farklılaşmasına ve yüreğindeki düğümlerin çoğalmasına yol açar. Yönetmenin tıpkı ‘Yazı ve Tura’ filmindeki gibi; İnsan bayrağı ve milli varoluşu için ödediği bedellerden sonra bu koruma ya da var olma içgüdüsünün ürettiği sapkınlığı görünce ne yapması gerekir?

Türkiye de insanların bayrak fanatizmi bir lig takımının fanatik taraftarlığına dönüşmüş, yoksunluk ve hiçlikle yüz yüze gelmiş bir toplumun aidiyet kazandığı feodal bir din halini almıştır. Bu aidiyet kültürüne şiddet kültürü de eklenince o bayrak artık bir korsan bayrağıdır. Baş komiser, güncel acı deneyimiyle korsanlığını anımsar, ona sığınır. Korsanlık bütün acı deneyimlerin buluşma noktası haline gelir.

Aslında Ejder Kapanı, bir ezber bozma girişimidir. Eğer bir ülkenin bayrağı altında günde en az yüz tecavüz vakası, binlerce hırsızlık, yüzlerce cinayet, milyonlarca gayri meşru olay yaşanıyorsa korsanlık halini alan o kültür yıkılmalıdır, bayrak yakılmalıdır ve hatta ait olunan devletten bile utanılmalıdır. Vatanseverlik ülkesini bütün yanlışlarıyla, sergilediği haksızlıklara milli değerlerle sahip çıkmakla olamaz. Milli sapkınlık ya salakların ya da çıkar peşinde koşanların kalesi olur ve o kalede ezilenlerle ezenler ortak tasta çorba içer. Fakirle zenginin duvarında aynı şehitler, ortak değerler sallanır. Bu benzerlik eşitliğin ve aidiyetin yine en salak halidir. Baş komiser salaklığını anımsar. Korsan haline dönüşmesine neden olan Kürtlüğün efsanevi yaratığıyla gizemli bir intikam birliği yaratır.

Kürtler Türklerin korsanlığıdır.

Onlara yüzyıllık bir salaklığı hatırlatır. Onun içindir ki; en iyi yüreklisi dahi, Kürtler söz konusu olunca korsan içgüdülerine sarılır. Ne yazarlar ne sanatçılar nede aydınlar, geleceği bu kadar teslim alan, geleceği bu denli bozan tarihi, atalarını ve değerlerini sorgulayacak karakterde değildir. Türklük söz konusu olduğunda hepsi birer korsan mizacı kazanır. Gazeteler tecavüzlerin sorgusunu yapmaz, tecavüzleri erotikleştirir, atların çiftleşmesini dahi elinden geldiğince sapkın ve ayartıcı bir havada geleceğin sapkın ruhlarına taşır.

Gazeteler apış arası kokar Türkiye de! Bayrak ve sancaklara cenazeler asar.

Diplomasi ve siyaseti tıpkı filmdeki gibi cinayetleri incelerken çay ve simit yemeyi alışkanlık haline getiren amirlerden farksızdır. Katil öldürdüğü sapkınlardan ülke coğrafyasını kapsayan bir ejder resmi çıkarırken, amirler katilin yakalanmasını insani değerlerden çok milli değerlerle ister. Eğer savaş, kan, acı, şehit ve değerlerle böyle bir ülke yaratılacaksa ‘’Olmaz olsun!’’ Milli sapkınlığı iktidarların memelerinden emen bir zavallı takımı olmaktansa özgürlüğü ve geleceği için yaşayan bir vatan haini olama aklıselimliği kalmamıştır artık. Onlar bu salaklıktan intikam alırken dahi milli değerlerden taviz vermez. Sapığının da, bürokratının da, dolandırıcısının da, katilinin de, kahramanının da sağ cebinde hep bir bayrak gizlidir.

Kürtler Türklerin korsanlığıdır. En babayiğidinin bile bilinçaltında gizli bir korsanlık yatar.

Türkler yüzyıllardan beri süre gelen bu şiddet kültürünün antikürt fanatizmiyle korsanlığa dönüştüğünü anlamalıdır. Antikürt fanatizmi bu ülkede sapık yetiştirir, kadın ve insan kaçakçılığına batmış general ve albay ordusu yaratır, sokaklarda gezmek bir karıncanın dev adımlar altında gezerken yaşadığı tedirginlik gibi huzursuzluk duyan ve kültürsüz bir nesil yaratır. Tahammülsüz, sağduyusuz, kardeşlik ve dayanışmanın, dostluk ve paylaşımın sadece ve sadece ortak çıkarlara dayandığı, en ufak bir çelişmede korsanlığa sarılan bir toplum inşa eder. Kürtler bu zehrin en güçlü düğümüdür. Bu düğümü çözmek geleceğe kilit vuran sonsuzluğun o bitmeyen süresinin bitmesi anlamına gelir. Savaşın da, milli duyguların da, değerlerin de, şehit kanlarının da huzur bulacağı bir toplum yaratmak en büyük vatanseverliktir.

Kürtler Türklerin korsanlığıdır. Onların geleceği, özgürlüğü ve sağduyusudur.

Harun Ahmet
harunahmet-@hotmail.com

Tüm Üyelerimizin ve Halkimizin Dikkatine


Tüm Üyelerimizin ve Halkimizin Dikkatine

20 Yili askin bir zamandir Luzern Kürt Kültür ve Entegrasyon Dernegi faliyetlerini devam ettirmektedir.Tüm eksiklerinin yaninda önemli calismalari da olan dernegimiz halkimizin ve üyelerimizin emekleriyle bu güne dek ayakta kalabilmistir.Avrupa diasporasinda kurumlasmanin temel ayaklarindan biri olan Dernekler halende bir ihtiyac olarak önemini korumaktadir.Bu nedenle Dernegimizi gelistirmek,daha faal kilmak gerekmektedir.
Her dönem tüzük geregi Dernek yillik olagan kongresinde yeni yönetimini belirler.Secilen her yönetim adayi Dernegin gönüllü yöneticisi olarak,zamanindan,yasamindan feragat ederek hizmet eder.

Degerli Üyemiz.
Yillik sectigimiz yönetimler gecicidir.Ancak kurumumuz kalicidir.Kurumu sahiplenmek yönetim Kadar bizimde temel görevimizdir.
Demokratik konfederal sistemin temel espirisi olan tabana yayilma,yatay örgütlenme ve halk meclislerinin temel isleyisi olan görevleri halkla paylasma yönetim olarak yeni dönem hedefimizdir.Üyelerimizin aidatlarini ödemenin disinda üstüne düsen sorumluluklar nelerdir,yönetim ve üyeler nasil kollektiv görev paylasimi yapmali.Kurumumuzu daha nasil isletip gelistirebiliriz,gencligin,kadinin ihtiyaclarina göre nasal düzenlemelere gidilmelidir.Bu ve buna benzer sorunlarimizi masaya yatirmak somut görüs ve öneriler almak icin genis katilimli bir toplanti düzenliyoruz.Bu toplantiya basta üyelerimiz olmak üzere Luzernde yasayan tüm kürt yurtseverlerini,aydin Demokrat dostlarimizi davet ediyoruz.

Yer:Luzern Dernegi
Tarih:9 Mayis
Saat:13.00

NOT:Ayni gün Dernegimizde Anneler günü etkinligi kapsaminda Luzern Kadin Komusyonunun düzenledigi kahvalti var.Saat 11.30 dan itibaren herkesi kahvaltiya bekliyoruz.Kahvalti ardindan Anneler günü dolayisiyla Kadinlarin toplu turu olacaktir.

Saygilarimizla
Luzern Kürt Kültür ve Entegrasyon dernegi.
http://www.komelaluzern.com

Ağlayan Çocuk Gülüşleri ve Kirlenen Hayaller


Haberi duyduğumdan beri düşünce ve duygu dünyam allak bullak… İçimde büyük bir öfke var. Aslında sistemin doğurduğu toplumsal bunalım-kaos ile kadının mevcut krizli gerçekliği karşısında bir kadın olarak bunları yaşıyor olmam oldukça anlaşılırdır. Ancak şuan içerisinde bulunduğum sarsıntının nedeni bu değil. Beni böyle ağır sarsan şey, egemen erkeğin toplumun tüm hücrelerine akıttığı tecavüz kültürünün en son Siirt’te ortaya çıkmış olan son vahşeti; körpecik yedi kız çocuğunun saf, temiz, pembe hayallerinin karşı karşıya bırakıldığı o büyük vahşet. Evet, Siirt’te yedi kız çocuğunun 100 cani tarafından tecavüze uğradığı veya uğratıldığı vahşetten bahsediyorum. Devletin öteki yüzünden bahsediyorum aslında. Eril sistemden, erkek egemen toplumdan bahsediyorum. Çünkü tecavüz kültürünün kumanda merkezi devletin kendisidir; zira cinselliği ve bunun içinde tecavüzü, kendi iktidarını gerçekleştirme alanı olarak ele alan erkeğin besin kaynağı ve meşruiyet kalkanı, elbette ki iktidarın en yoğunlaşmış biçimi olan devlettir. Devlet kendi iktidarını şiddet yoluyla gerçekleştirirken, iktidar ve şiddet olgularını da toplumsal alanda yayarak, iktidarını meşrulaştırmaktadır. Devletin bu gerçekliği erkekte de cinsel şiddet (tecavüz, taciz vs.) yoluyla iktidarını gerçekleştirme şeklinde gelişmektedir. Dolayısıyla o vahşeti gerçekleştiren 100 cani, bunu yalnızca erkek olarak değil, devletin ve sistemin kendisi olarak gerçekleştirmişlerdir.
Elbette ki Siirt olayı ne bir ilk nede bir sondur. Zira yukarıda da değindiğim üzere, kadının toplumsal varlığına karşı gerçekleştirilmiş bir kültür söz konusudur. Bir tecavüz kültürü… Bunun anlamı ise, toplumsal ahlakın (insanlığın) ölüm koyusunda çırpınması hatta can çekişmesidir. Çünkü toplumsal ahlakın besin kaynağı kadındır, kadın sezgiselliğidir. Dolayısıyla tecavüz kültürü derken, bütün güzelliklerin, maneviyatın ve en yüce toplumsal değerlerin, erkeğin o iki bacak arasına sıkıştırılmış yaşamının lağımında, hunharca kirletilmekte olduğunu kastediyorum.

Bu durum karşısındaki öfkemi haykırmak için bilinçli olarak en adi kelimeleri seçmeye çalıştımsa da, ne yazık ki Siirt’teki çirkinliğin karşısında bütün o adi kelimelerin başı dik kaldı. Düşüncesinin dahi insanın tüylerini ürperttiği bu vahşet karşısında, birde körpecik çocukların yaşadığı travmayı, yıkımı, korkuyu ve çaresizliği düşünebiliyor musunuz? Artık bütün soruların cevabı onlar için anlamsız olacak. Artık bir şeyleri anlama çabasını vermeyecek, anlamanın veya anlamın heyecanını duymayacaklardır.

Böylesi bir insanlık gerçeğiyle birlikte yaşıyor olmanın, nefes almanın verdiği bu büyük utanç, bütün benliğimi hiçleştiriyor. Yalnızca kadınlığım değil, tüm insanlığım eziliyor bu utancın altında. Ve birilerine baba, ağabey, amca, dayı veya erkek arkadaş-yoldaş demek, artık gün geçtikçe daha da zorlaşıyor benim için. Ve eminim ki diğer kadınlar için de… Ve tabi o yedi küçük kız için de!

Yalnız erkek egemen zihniyetin, erkeğin tecavüz kültürünün, dahası devletin Siirt’te açığa çıkan bu son vahşeti, ideolojik boyutları olduğu kadar, siyasal boyutları da olan bir durumdur. Tüm dünyada olduğu gibi Kürdistan’da da sistemin yürüttüğü kirli savaşın en büyük mağduru Kürt kadınlarıdır. Yaşanan savaş gerçekliği içerisinde, neredeyse her an devletin cinsel istismarına maruz kalan Kürt kadınları, sürekli bir tecavüz durumunu yaşamaktadır. Hatta son dönemde BDP’li kadınların uğradığı polis tacizleri ve en son Siirt’te yaşanan vahşet, devletin Kürt kadınlarına dönük bu çirkin yönelimini, daha da ağırlaştırdığını göstermektedir. Ancak 30 yıllık mücadele göstermiştir ki, devletin tüm bu yönelimlerine rağmen Kürt kadınları, erkek egemen sistemin ırkçı-faşist zihniyetine karşı verdiği mücadeleden vazgeçmeyecek, aksine Zilanlarla, Semalarla, Beritanlarla ve Viyanlarla taçlanmış olan direnişini daha da yükseltecektir. Dolayısıyla Siirt vahşetinin yalnızca ideolojik olarak değil, siyasal olarak da devletle ilişkili olduğunun, hatta bizzat devlet tarafından gerçekleştirildiğinin iyi anlaşılması ve buna karşı çok ciddi bir toplumsal refleksin geliştirilmesi gerekir.

Ayrıca bu son Siirt vahşetiyle, devletin ‘KARDELENLER’ gibi, Kürt kız çocuklarını, okutturma adı altında sistem gerçekliğine çekme projelerinin de, esasının aslında ne olduğu artık çok daha iyi anlaşılmıştır. Kürt anaları artık bu gibi projelerin, Kürt kızlarının çocuk hayallerini ve çocuk gülüşlerini kirletmesine izin vermeyecektir ve kanmayacaktır. Zira ‘KARDELENLER’ ağlayan gülüşlere ve kirlenen hayallere dönüştü. Ama artık her Kürt kadını kendi evini, sistemin yozlaştırıcılığına ve ahlaksızlaştırıcılığına karşı, birer okula dönüştürecektir. Bu evlerde eril sisteme karşı bilinçlendirilmiş ve güçlendirilmiş kızlar yetiştirilecek. Kürt kadınları için Siirt vahşetinden çıkarılması gereken en büyük ders budur. Aksi halde devletin vahşetine maruz kalan bu küçük kızlarınız, bu defa da bu vahşetten hiç düşünmeden onları sorumlu tutabilecek bir başka vahşetin, yani namus canilerinin mağduru olabilirler. Bu durumun da gelişebilme ihtimalini göz önünde bulundurarak, anneler, kadın örgütleri ve sivil toplum kuruluşları daha duyarlı olmalı ve aileleri devletten hesap istemeye, hatta bu duruma karşı yeniden toplumsal ahlakın işletilmesine yani ahlaki uygulamaların gelişmesine çabalamalıdırlar. Zira Siirt vahşeti, halk mahkemelerinin geliştirilmesi konusunun önemini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Nitekim bu ve benzeri suçlar devlete değil topluma karşı işlenmektedir ve bu suçu işleyen de bizzat devlettin kendisidir. O halde suçu işleyen devletten kendi kendisini cezalandırmasını beklemek gülünç olur. Dolayısıyla kendisine karşı işlenen bu ve benzeri suçları yargılaması ve buna karşı bir uygulamaya gitmesi gereken toplumun kendisidir. Ayrıca toplumun kendisinin oluşturacağı halk mahkemelerinin, bu gibi toplumsal suçlar açısından caydırıcılığının çok daha fazla olacağı muhakkaktır. Zira hiçbir gücün, toplum ve toplumsal ahlak kadar caydırıcılığı olamaz. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Yazımı, bu lanetli olayın, bu vahşetin kolay unutulmayacağı ve unutturulmayacağı ve bu lanetli güne karşı kadınların, kendi örgütlülüklerini ve mücadelelerini her zamankinden çok daha fazla yükselteceklerine olan inançla sonuçlandırıyorum.

Ekin Gever

Kürtler diplomasisini tartıştı


Kürtler diplomasisini tartıştı

ANF13:54 / 25 Nisan 2010 ZÜRİH – İsviçre’de diplomasi ve lobi çalışmalarını yönlendirecek olan ‘Dış İlişkiler Konferansı’nda Kürtler yeni dönem diplomasi stratejilerini tartıştı.

KNK ve FEKAR tarafından, İsviçre’de diplomasi, lobi ve kamuoyu çalışmalarını yönlendirmek ve yeniden biçimlendirmek amacıyla organize edilen ‘İsviçre Dış İlişkiler Konferansı’, Zürih’te yapıldı. Konferansa İsviçre’de bulunan Kürt Kültür Dernekleri, Kürt Halk Meclisleri temsilcileri katıldı.

‘LOBİDE ÖNCELİK STRATEJİDİR’

Konferansın açılış konuşmasını yapan Erol Polat, İsviçre’de yaşayan Kürtlerin örgütsel, kültürel, sosyal konumları hakkında kısa bilgiler verdi. Daha sonra SP Basel Milletvekili Mustafa Atıcı bir konuşma yaptı.

Atıcı konuşmasında İsviçre’nin siyasal, toplumsal ve sosyal yapısını tanıtarak, “ İsviçre dünyanın 16. büyük ekonomisine sahip. Ülkede üç aşamalı bir sistem bulunmaktadır. 1848 yılına kadar çok sayıda kantondan oluşan sistem, daha sonra federal bir statüye kavuşturularak; kanton, ulusal parlamento ve federal parlamento biçiminde örgütlenmiştir. Sistem içerisinde kantonların ve farklı ulusal kökenden halklar, farklılıklarını korurlar. Sistem direkt demokrasiyi esas alır. Bunun en iyi göstergesi referandumlardır” dedi.

Atıcı lobi çalışmalarının uzun vadeli, planlı ve sürekli bir çalışmayı gerektirdiğini, Kürtlerin bu alanda başarılı olabilmeleri için uzun vadeli stratejiler belirlemeleri gerekmektedir diyerek sözlerini bitirdi.

‘KÜRT MÜLTECİLERİN TEMSİLCİSİ TÜRK DEVLETİ DEĞİLDİR’

Ardından söz alan Sosyolog ve Gazeteci İhsan Kurt, İsviçre Kürt Dernekleri ve çalışma biçimleri konulu üniversite tezinin sonuçlarını aktardı. Kendisini böylesi bir çalışmaya iten nedenin basının Kürt sorununa ilgisizliği, Kürtlerin resmi olarak kendi kimlikleri ile tanınmaması ve İsviçre’de Kürtlerle ilgili enformasyon vb kaynaklarının olmaması olduğunu ifade eden Kurt, “ Kürtler İsviçre’ye 1960’larda ekonomik, 1970 sonrası ise siyasi mülteci olarak ama Türk kimliğini koruyarak geldiler. 1980 sonrası gelen kuşak politik mülteci ve Kürt kimliğini birleştirerek bu ülkede varlığını hissettirdi” diye konuştu.

1960’lı yıllarda 4 bin 700 Türkiyelinin bulunduğu İsviçre’de bugün 100-110 bin Kürt mültecinin bulunduğunu belirten Kurt, “Her çevrenin Kürtler ile ilgili tespitleri bulunurken, Kürt kurumlarının bu ülkede kaç Kürdün yaşadığına dair bir bilgisi bulunmamaktadır. Kürtlerin diasporası yeni oluşmaya başlıyor. Şunu da anlatmak ve kavratmak gerekir ki burada on binlerce Kürt yaşıyor ve bunların temsilcisi Türkiye devleti değildir. Kürtlerin kendi temsilcileri vardır ve onlarla iletişime geçilmesi gerekiyor” şeklinde konuştu.

İsviçre’de ikinci kuşağa yönelik güçlü politikaların üretilmesi gerektiğini kaydeden Kurt, “İsviçre’de bulunan ikinci kuşak rasyonel düşünüyor. Olaylara ve durumlara daha çıkarsal yaklaşabiliyor. Bu durum göz önünde bulundurularak bir çalışma yöntemi uygulanmalı” dedi.

‘KÜRTLER POLİTİKADA AKTÖR OLDU’

Konferansın ikinci bölümünde de KNK Yürütme Konseyi Üyesi Nilüfer Koç ‘İsviçre’de neden diplomasi çalışması yapılmalı’ konulu bir sunum yaptı.

İsviçre’nin uluslararası arenada ‘tarafsız’ olarak kabul gördüğüne dikkat çeken Koç, “Burada diplomasi yapılırken bu gerçeklik göz önünde tutulmalı ve buna göre bir pratik çalışma yürütülmelidir. Hedefin, yani İsviçre’den neyin istendiğinin net ortaya konulması lazım. Yoksa zaten İsviçre’nin tek isteği vardır o da mevcut yasalarına uyulmasıdır. Kürtler hâlâ BM’de temsil edilmiyor, hâla kendi kimlikleri için mücadele veriyor. Kürt kimliği hâlâ resmi bir kimlik değil. Bunun da böyle algılanması lazım. İsviçre Kürdistan’daki gelişmelerden bağımsız bir şekilde buradaki Kürtleri ele almaz” diye konuştu.

Avrupalı ve İsviçrelilerin Kürt sorununu bir güvenlik sorunu olarak ele almalarını salt bazı eylem türlerine bağlamanın saflık olacağını ifade eden Koç, “ PKK’nin siyasi yolları ve barışı amaç edinerek adını da değiştirdiği bir dönemde, Avrupa’nın PKK’yi ‘terör örgütleri’ listesine almaları dikkat çekicidir. Aslında konu Kürtlerin politikada birer aktör olmaları ile ilgilidir. Her zaman karşıt güçlerin öfkesi, karşıtlarının da güçlerini ortaya koyar” dedi.

Konferansın öğleden sonraki bölümünde ise FEKAR Dönem Sözcüsü Mehmet Tali Polat, dernek, federasyon ve diğer Kürt kurumlarının diplomasi ve diğer kamuoyu çalışmalarındaki yeri ve önemi konulu bir sunum yaptı.

ANF NEWS AGENCY

FOTOĞRAFANALİZSÖYLEŞİFOTOĞRAF

Foto Galeri
ANALİZAlevi burjuvazisi Teşkilatın kalemşörüne ABD’nin ‘terörle savaşının’ bedelini siviller ödüyor -Çeviri Hey adamlarım, hayırlı savaşlar! -Çeviri Devamı

SÖYLEŞİ’En özgürlükçü sendika bile cinsiyetçi’ Felgenhauer: Askerin darbe yapma ihtimali var Karayılan: Açıkça savaşı dayatıyorlar Mustafa Sönmez: Militan bir genç işçi kuşağı geliyor Devamı

Haberi Paylaş |

Diyarbakır’da Kürt Kadın Rönesansı!


Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH) tarafından Diyarbakır’da düzenlenen Kürt Kadın Konferansı,

milletvekilleri, belediye başkanları ile Kürdistan’ın diğer üç parçasından (Suriye, Irak ve İran) gelen çok sayıda Kürt kadın davetlinin katılımıyla başladı. Konferansta konuşan eski DEP Milletvekili Zana, kadınların en önemli sorununun özgürlük sorunu olduğunu belirtirken, konferans için “Bu gün aynı zamanda Kürt kadınının Rönesans bayramıdır” dedi.

DÖKH tarafından organize ettiği Kürt Kadın Konferansı başladı. Sümerpark Resepsiyon Salonu’nda yapılan konferansa BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak ve BDP’li kadın milletvekilleri, DEP Eski Milletvekili Leyla Zana, Prof Kajal Rahmani, Qazi Muhammedin kızı Süheyla Qazi, Birlik Partisi’nin Kerkük Parlamenteri Ala Talabani, Behram Salih’in Hukuk Danışmanı Amire Hasan, Zahmetkeş Partisi Üyesi Tanya Kemal Derwersh, Irak Parlamentosu’ndan Ala Talabani, Kadın Asuda Kurumu’ndan Ameera Saaed, İran Komünist Partisinden Sabriye Bahmany, Irak’tan Tanya Muhammed, Kerkük Kadınları Federasyonu Başkanı Ronak Ali Hüseyin, KDP Kadın Çalışmaları Danışmanı Şirin Amadee, Kandilden gelen barış grubu üyesi Gülbahar Çiçekçi, Barış Anneleri Üyesi Emine Özbek, Paris-Erbil Barosundan Av. Ruşen Werdi Aytaç, Özgür Kadınlar Merkezi Temsilcisi Şikofe Reshid Muhammed, Birlik Partisi Kadın Grubu Başkanı Suzan Xala Shap, Şair Çevirmen Xelat Ehmed, Hakpar’dan Hamiyet Çelebi, Goran Parlamenteri Kwestan Mohammad Abdulla, KDP’li Parlamenter Emine Zikri, YNK’li Parlamenter Emel Celal ve AB eski parlamenteri Feleknas Uca’nın yanı sıra yurtdışından ve Türkiye’ni diğer illerinde çok sayıda kadın parlamenter ve kadın kurumu aktivisti katıldı.

KADINLARIN SORUNLARI ORTAK

DÖKH adına açılış konuşmasını yapan DÖKH aktivisti Mülkiye Birtane, konferansın Kürt kadınları için tarihsel bir anlam ifade ettiğini belirterek, “Kürt kadınları sisteme karşı yıllarca mücadele ettiler. Ve feodal toplum içerisinde önemli bir temsiliyet düzeyine kavuştular” dedi. Kadınların cinsiyet özgürlükçü ve demokratik bir toplum için mücadele ettiğini kaydeden Birtane, kadınların en büyük sorununun özgürlük sorunu olduğunu belirterek, “Bu nedenle kadınlar asimilasyon politikalarına karşı mücadele ediyor” dedi. Kadınların sorunlarının ortak olduğuna işaret eden Birtane, kadınları ortak mücadele vermeye çağırdı.

ZANA: TARİH KADINLARA SORUMLULUK YÜKLEDİ

Eski DEP Milletvekili Leyla Zana ise, tarihin kadınlara sorumluluklar yüklediğini belirterek, “Büyük yükler ve sorumluluklar, baskı ve inkarın, kimliksizliğin, Kasrı-Şirin ve Lozan’ın yüküdür. Bu yük göçün yersizlik ve yurtsuzluğun yüküdür” dedi. Bu yükün siyasi, sosyal, kültürel, dinsel ve ekonomik yük olduğuna işaret eden Zana, bunun hayatın bütün alanlarını kapladığını belirterek, “Bu yüzden kadınlar özgürlükçü, demokratik ve barışçıl bir toplum ve dünya için öncü rollerini bugün olduğundan daha fazla ve güçlü bir biçimde ortaya koymalıdır” dedi. Zana, Kürtlerin karşılaştıkları toplumsal ve siyasal sorunların, özelde Kürt kadınlarının maruz kaldığı çoklu ayrımcılık biçimlerinin ve demokratik mücadele süreçleri içinde temsil rollerinin, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılması ve demokratik ulusal dayanışmayı sağlamak için yapılması gerekenlerin iki günlük konferansta tartışılacak başlıca konular olduğunu belirtti.

KADINLARIN HAYATİ SORUNLARI

Konferansın gerekliliğinin salt kadınların yaşadığı haksızlıklar olmadığını belirten Zana, “Recm, kadın sünneti, namus adı altından işlenen kadın cinayetleri, aile içi şiddet, berdel, zorla evlilik, cinsel şiddet, taciz, tecavüz ve ana dil yasağı gibi konular biz kadınlar için en güncel hayati sorunlar olmaya devam ediyor. Bu kötü olayları bu günden yarına çözmemiz mümkün olmasa da inanıyorum ki fikir teatisi, dayanışma ve koordineli bir çalışma yaşananları tamamıyla ortadan kaldırmasa da hem azaltıcı hem de hafifletici bir etki yaratacaktır. Bu etkiyi yaratmak ancak yapabilen ve anlayan kadınların yaşananlara karşı kendilerini sorumlu hissetmeleri ile mümkün olabilir. Bu gün ihtiyacımız olanda bu sorumluluk duyduğu ile örgütlü bir şekilde harekete geçmektir” diye konuştu.

KÜRT KADIN RÖNESANSI

Kürt kadınlarının tarihsel sorumluluklarının olduğuna işaret eden Zana, bu tarihsel sorumlulukların Kürt kadınlarını ve Ortadoğu’da yaşayan diğer kadınları dünyanın diğer kadınlarından farklı kıldığını belirtti. Zana, “Bu farklılık bir ayrıcalık değil, tam aksine bir ayrımcılık olarak tanımlanabilir” dedi. Kürtlerin yaşanan talihsizliğin bağrından büyük bir fırsat doğurduğunu aktaran Zana, “Kürt kadınları, bir yandan kadın kimlikleri için bir yandan da ulusal kimlikleri için mücadele ettiler. Düşünce dünyaları, eylemlilikleri ve yürüyüşleriyle her iki kimliğin kazanımı için gerekli çabayı durmaksızın sarf ettiler ve ediyorlar. Bu yönüyle Kürt kadını çoğu zaman ezilenlerin ve sessizlerin sesi ve rengi oldu. Yalnızca toplumsal kimliğinden ötürü ezilmedi. Yaşadıkları, ezilmişliğinin de çok boyutlu olduğunu gösteriyor. O halde, Kürt kadınının ‘ezilenin de ezileni” olduğunu söyleyebiliriz” diye kaydetti. Konferansın kadınlar için hem özel hem de tarihi bir gün olduğunun altını çizen Zana, “Bu gün aynı zamanda Kürt kadınının Rönesans bayramıdır” diyerek, bu konferansın kadınların evrensel buluşmasının altyapısını oluşturacağını belirtti. Zana, ayrıca bu buluşmanın Kürdistan ve diasporada yaşayan kadınların Kürt kadınlarının ilk defa toplanıyor olmasının oldukça önemli olduğunu vurguladı.

BİRLİK ÇAĞRISI

Tüm Kürt örgütlerine ve kurumlarına çağrıda bulunan Zana, “Kürtler nerede yaşarsa yaşasınlar, her zaman demokrasi mücadelesi verdiler. Ama bir eksik bıraktılar. Önce kendi içlerinde barışık, demokrat, özgürlükçü ve birlik olmaları gerekiyor. Kürtler kendi değerlerini ortaklaştırarak sahiplenmedikleri sürece dayanışma olmaz. Dayanışma olmadan birlik, birlik olmadan güç, gün olmadan barış sağlanamaz. Unutulmamalıdır ki Kurtlar sofrasında herkes kendi Kürt’ünü yaratmak istiyor. Bunu ancak iç barış, birlik, dayanışma ve temiz bir siyasetle önleyebiliriz” diye konuştu.

Konferansın il oturumu “Kürtlerin karşılaştıkları toplumsal ve siyasal sorunlar, ulusal kimliğin reddi ve inkarı üzerinde süren devlet politikaları” başlığıyla Mizgin Bingöl’ün moderatörlüğünde Birlik Partisi Kerkük Parlamenteri Ala Talabani’ni, BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak, Kürdistan Barış ve Adalet Akademisi Başkanı Prof. Kajal Rahmani, KDP Kadın Çalışmaları Danışmanı Shirin Amedi ve Süheyla Qazi’nin konuşmaları ile basına kapalı olarak devam ediyor.

ANF

24 Nisan’da “Bu Yas Hepimizin” Diyenler Anlatıyor


24 Nisan’da “Bu Yas Hepimizin” Diyenler Anlatıyor

1915’te “gönderilen” Osmanlı Ermenilerinin anısına bugün Taksim meydanında toplanmak üzere “Bu acı bizim acımız, bu yas hepimizin” diyerek çağrıda bulunanlar, bu buluşmanın önemini, neden gerekli olduğunu bianet’e anlattı. Buluşma, saat 19:00’da Taksim’deki Tramvay durağında.

Neşe Düzel (Gazeteci): Ermeni katliamının acısını yeni hisseden biri değilim. Çocukluğumdan beri bildiğim bir durum. Ailemle Fransa’da yaşadığım yıllarda bize en çok yardım eden Türkiyeli Ermenilerdi. Neden Türkiye’de olmadıklarını merak etmiştim. Resmi tarih ve toplum bu gerçeği bize unutturmaya çalışıyor. Öyle ki, bu konu hayli geç bir zaman olan 2000’li yıllardan beri konuşuluyor. İnsanın insana, devletin insana yaptığını yok sayarak, unutturarak kendimiz tedavi edemeyiz.

Bu acıyı hatırlayarak iyileştirebiliriz ancak. Bunu yapan ben değilim ama yapanlar adına özür diliyorum. Biz yapmayanlar olarak acıyı paylaşıyoruz. Gerçekle yüzleşilmesini istemeyenlere karşı ben yüzleşmek istiyorum. Bu hatırlamayı yaparsak ancak insanın insana böyle bir şeyi bir daha yapmasını engelleyebiliriz.

Zeynep Tanbay (Dansçı): 1915’te bu topraklarda büyük bir felaket yaşandı. Ermeni yurttaşlarımız tehcir edildiler, buhar oldular diye anlatıldı. Biz böyle bir şeyin olmadığını kabul etmiyoruz. Bütün dünyada 24 Nisan anma günü iken bir tek Türkiye’de olmaması ayıp bir şey. Bizim de bu tarihi Ermeni yurttaşlarla beraber anmamız gerektiğini düşünüyorum. Yurttaşlar ise devletin önünde hareket ediyorlar. Önce özür kampanyası yapıldı, şimdi anma gerçekleştiriliyor. Gün gelecek devlet de Ermeni yurttaşlardan özür dileyecek ve anılarına bir anıt dikecek.

Ufuk Uras (Barış ve Demokrasi Partisi Milletvekili): İnsanların kaybettiklerini anmalarından doğal ne olabilir? Bu bizim ortak acımız. Anadolu kültüründe folklorumuz, müziğimiz, mimarimiz ortakken bu acıyı da ortak anmanın vicdani bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. Siyasi yetkililer taktiksel manevralar yaparken, toplum bu noktada öne geçti ve bir hatırlamak adına bir hareket geliştirildi. Bu, toplumdaki ırkçı yargılara karşı gelişen bir sağduyu olarak değerlendirilmelidir.

Ayhan Bilgen (Eski MAZLUMDER Başkanı, insan hakları savunucusu): Türkiye toplumunun geçmişi ile yüzleşmesi, yeni acılar yaşanmamasının teminatıdır. Konunun devletler arası ilişkilerde koz olmaktan çıkartılması, toplumlararası ilişkilerde birlikte yaşamanın güvencesi haline getirilmesi gerek. Başkalarının Türkiye tarihiyle ilgili yapacakları tanımlamadan öncelikli olanı Türkiye aydınlarının kendi geçmişlerinde yaşanan olaylarda gerçeği ortaya çıkarma sorumluluğu üstlenmeleridir.

1915’te yaşanan insanlık dramı ile yeterince yüzleşmediğimiz için sonraki yıllarda İstanbul’da, Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da ve Dersim’de toplumun farklı kesimlerine yönelik kapsamı farklı olsa da yine benzer suçlar işlenmiştir.

Bundan sonrası için bu buluşma önemli bir adım olabilir. Elbette gidenleri geri getirmek mümkün değil. Bu adımla sadece vicdani ve insani sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluyoruz.

Sebahat Tuncel (Barış ve Demokrasi Partisi Milletvekili): 24 Nisan, Türkiye tarihi açısından Ermenilerin yaşadıklarını hatırlamak için önemli. Bu tarihi yok sayan bir yaklaşım var. Yaşananları yok saymak bence mümkün değil. Acıları ortaklaştırmak, anlamak için önemli diye düşünüyorum. Türkiye’de yaşayan herkesin geçmişle yüzleşmesini sağlamak, Türkiye’de yaşayan bütün halkların bir arada yaşayabileceğini göstermek için önemli.

Soykırım denilmiş, denilmemiş meselesinden öte bir durum var. Bu acıyı hatırlamak ve ona ortak olmak daha çözüme yönelik bir tutum.

1915’te de 1938’te de yaşananları unutmayacağız. Unuttukça, yaşanmamış gibi bir durum bırakılıyor geleceğe. Barış ve demokrasiyi sağlamak için hatırlamak, anmak gerekir.

Nil Mutluer (Akademisyen, kadın hakları savunucusu): Vicdanımızı rahatlatmak, geçmişimizle yüzleşmek ve geleceği barışla kurmak için 24 Nisan’daki anmada yer almak gerektiğini düşünüyorum. Sembolik adımlar olsa da, bu olayı normalleştirmek, beraber ağlamak, gülmek için atılması gereken bir adım.

İlk defa 24 Nisan’ı toplumca bu şekilde anıyoruz. Bu açıdan çok kıymetli bir hareket. Tepkiler olacaktır mutlaka, ama konuşulması gerekenlerin konuşulmasını sağlayacak. Türkiye’de aynı topraklar üzerinde yaşıyoruz. Ermenilerin yaşadığı travmadan ayrı olarak Ermeni olamayan tarafın da yaşadığı travma, tarihle yüzleşememekten doğuyor. Bu gibi sorunları dostluk içinde konuşup tartışabilmeye başlamayı sağlayacak bir adım bu

Zeynep Gambetti (Akademisyen): Bu topraklarda yaşananların tamamından sorumluyuz. Geçmiş hepimizin eseridir, hepimize dokunur. 1915 olaylarını, “biz”den farklı birileri, “ötekiler” yaşamış değildir. Acı ortak acıdır, kayıp ortak kayıptır. Ermenileri ötekileştirmek suretiyle kendi geçmişimize yabancılaşmamız bizi eksiltmiş, kişilik bölünmesine yol açmıştır. Geçmişe kendi geçmişimiz olarak yeniden sahip çıkmak, bu geçmişteki acılarla yüzleşmek, bunların yasını tutmak hepimizi özgürleştirecek, olgunlaştıracaktır. Kendinden sürekli kaçan bir toplum olmaya daha ne kadar devam edebiliriz ki? Üç maymunu oynaya oynaya kör, sağır ve dilsiz kaldığımızı görmüyor muyuz? 1915’le artık ilişkilenmek, ona dair kendi sözcüklerimizi bulmak, kendi vicdanımızı oluşturmak zorundayız. 1915’e “tarih” olarak değil, kendi geçmişimiz olarak bakmak ve belleğimizde ona bir yer açmak zorundayız. Sadece ötekileştirdiklerimizle değil, kendimizle de birlikte yaşamanın koşulunu ancak böyle tesis edebiliriz.

Lale Mansur (Oyuncu): “Bu acı bizim acımız; bu yas hepimizin” diyerek, yayınlanan çağrı metninin, her şeyi çok güzel ifade ettiğini düşünüyorum.

Bu, o tarihte olup bitmiş bir şey değil. Cumhuriyet tarihi içinde tekrarlanmış bir şey. En son Hrant’ın ölümünde tekrar yaşandı.

Sadece Ermenilere yönelik de değil. Kürtlere karşı da gelişen bir tutum. Bugün yüzlerce çocuk tutuklu bulunurken, halk coşku içinde 23 Nisan’ı kutluyor.

İpek Çalışlar (Gazeteci, yazar): Bu toprakların Ermenilerine ne oldu? Bu sorunun cevabını uzun süre hiç merak etmemişiz. Birden bire merak etmeye başladık ve öğrendik. Yine de eksik öğrendik. Geçen haftalar içinde bir Alman TV kanalında tehcirin ne anlama geldiğini gösteren belgesel bir film izledim. O günlerde çekilmiş filmler içine serpiştirilmişti. Eğer 1915 yılında Ermenilere yapılanın adı sadece göç ettirme ise benim de adım İpek değil.

İşte anmaya bu yüzden gerek var.

24 Nisan’da “Bu Yas Hepimizin”

Nefretin ideologları


Nefretin ideologları
Yıldırım Türker

Radikal

Hakkâri’de anasının kollarından sökülüp alınan, sürüklenerek götürülen 14 yaşındaki çocuğu görmüşsünüzdür. Haberlerde yayımlanan görüntüler karşısında kanal değiştirmediyseniz. Elinize geçen gazete dört beş polis tarafından yerlerde sürüklenip hırpalanan bir çocuğu haberden sayıyorsa. Kör sağır değilseniz.
Polisler götürmesin diye çırpınan çocuğun, çığlıklarına yakarılarına kulak asılmayan ananın kollarından nasıl çekilip koparıldığını, buna rağmen kuzusunu koyvermeyen ananın da yerlerde sürüklendiğini.
Çünkü anasına sığınmıştı. İnsan o yaşta anasına sığınır.
Ana da anaydı ha; nefretten gözü dönmüş onca adamın pençelerinden korumak için, kenetlendiği çocuğunu asla bırakmıyordu. Ana ve oğul bir olmuşlardı bu nefretin karşısında. Çocuğun her bir kol ve bacağından biri tutmuş çekiştiriyordu. Ana da yüzüstü yere kapaklanmış, bırakmıyordu oğlunun paçasını.
Uzun uzun seyrettik. Aralarında bizimkinin de olduğu birkaç gazete bu görüntüleri, ‘insanlık yerde sürünüyor’ manşetiyle taşıdı ilk sayfalarına. Diğerleri için o Hakkârili çocuk, taş atan, terörist büyüklerince kullanılan bir piç kurusuydu besbelli. Onları incitmiyordu bu görüntüler. Kendini kurda kuşa koymamak için anasının yerlerde süründüğünü, itilip kakıldığını gören bir çocuğun yaşadıkları hayatımızla bire bir ilişkilendirebildikleri bir konu değildi.
Mesele de budur zaten. Bu memlekette Kürt sorunu değil, insanlık sorunu var.
Bu iç kanırtıcı sahne, bu korkunç nefret skeci vatanın her köşesinde yayımlandı.
Konu, Ahmet Türk’e Samsun’da attırılan yumruktu. Hakkâri halkı toplanmış o yumruğa kefil olan devleti protesto ediyor; temsilcilerine, bilge bildikleri yaşını başını almış bu adama reva görülen muameleyi hazmedemeyeceğini haykırıyordu.
Hepimiz gibi. İnsan kalmaya yeminli, alçakça yükseltilen ırkçılık bayrağı karşısında durmaya yeminli, barışı özleyen herkes gibi.
Bu arada bir başka belediye meclisinin MHP’li üyesinin konuşmasını da izlemiştik. Sırrı Sakık’ın üç yıl önce ölen eşi Gülsima Sakık’ın Gölbaşı Belediye Mezarlığı’na gömülmüş olmasını eleştiriyor, ‘buraya teröristleri gömdünüz’ diye haykırıyordu. Sorsanız inançlı bir Müslümandır; mezarlık milliyetçiliğinden, siyaset nebbaşlığından geri adım atmıyordu.
Ahmet Türk’e atılan yumruk da nefretin ideologları tarafından bir kez daha Kürtlere tanrının bahşettiği bir sınav olarak yansıtıldı.

Bunca nefret varken
Çünkü hepsi birer sınav.
Şanlı Genelkurmay’ın yalanları bir bir çıkıyor. Kendi askerine sahip çıkamayan, onun ölümüne neden olan, nedamet getireceğine bundan da bir fırsat alanı çıkarıp suçu PKK’nın üstüne atanlarda en ufak bir utanç kırıntısına rastlamak mümkün değil.
Çünkü hepsi Kürtlere birer sınav.
Ahmet Türk’ün göz göre göre, onca devlet görevlisi önünde yumruklanması da Kürtlerin tepkisini ölçmek için geliştirilmiş bir taktik sanki. Burnuna vur ve itidal bekle!
Nitekim akabinde ortaya çıkıveren basın mücahitleri, nefret ideologları hemen üstünde tartışacağımız zeminin sınırlarını çiziverdiler.
Doğal olarak ipi ilk geren Hürriyet gazetesinin son keşfi, Çandar’ın mükemmel adlandırmasıyla ‘basının Ogün Samast’ıydı.
Tekrarlamak insanı kirletir, Yılmaz Özdil, sahibinin tanımıyla ‘her zamanki olağanüstü zekâ, ondan üstün üslup ve espriyle yazılmış’ yazısıyla açıkça ‘oh olsun’ diyordu. Ardındaki kara kalabalığa güvenerek.
Hürriyet gazetesi ve altındakiler tarafından şehvetle ‘en komplekssiz adam’ olduğu sıkça vurgulanan Özkök’ün stratejisi gereği iyice azıp kudurana kadar üçüncü sayfa güzeli olarak sunulan milli değerler her seferinde bir adım daha ileri atıyorlar. Kahramanlıklarından sarhoş, frenleri patlamış şekilde basın tarihinin en utanılası ırkçılık-ayrımcılık-nefret dilinde yeni çığırlar açıyorlar.
Eski güzel Çölaşan’ın da gitmesine yakın suikast, sabotaj, kundaklama konularında sivrilmiş karanlık devlet köstebeklerini vatanın kahraman evlatları ilan ettiğini, ‘komşunun’ ormanlarını yakan bu zevatla nasıl kahve içip coşkulu sohbetler edişini ballandırdığını hatırlayın. İşi bitince ıskartaya ayrılmıştı.
Aynı şekilde Bekir Coşkun da tetikçi olarak uzun süre kullanılıp romantik hayvan-doğasever üslubuyla nefret konusunda coşkulu ürünler vermişti. O da amiral battı oyunundan emekliye ayrıldı.
Şimdi Özdil’le öğreniyor yoksul mutsuz insanlar, diğer yoksul mutsuz insanlardan nefret etmeyi.
Özdil’in geçmişi parlak. Sonunda yuvasını bulmuş bir başka kahraman kalem Fatih Çekirge’yle birlikte ilk ‘Star’ gazetesindeki başarılarını kimse unutmadı. Sokak ortasında döner bıçaklarıyla katledilen iki Britanyalı futbol taraftarı üstüne ‘Two Size’ manşeti atıp Türk’ün gücünü Türk katillerine bir kez daha hatırlatmışlardı hani. Hürriyet’i çoktan hak etmişlerdi, anlayacağınız.
Hürriyet gazetesi bu konuda liderliği kimselere kaptırmıyor.
Andıç anılarından geçtim daha birkaç yıl evvel de Pınar Selek üstüne bir soytarının uydurduğu bir haber müsveddesini, üstelik ilgili şahsın tamamen uyduruk olduğunu belirtmesine rağmen kocaman bir manşetle duyurmuştu sözgelimi. Pınar Selek’in Öcalan’dan evlenme teklifi aldığı söylentisini, yıllardır çekmediği kalmamış bu genç sosyologun kocaman fotografıyla yayımlamış, her zamanki gibi beğenmediklerini mahallenin katillerine işaret edip sonra da mahalle baskısının yakıcılığından yakınmayı sürdürmüştü.
Katillerin yanında durmayı, hedefe kitlesini katiller ve katil ruhlular olarak belirlemeyi hiç savsaklamadı.
Ertuğrul Özkök, yine anıyorum, Hrant öldürüldüğünde yazmıştı:
“Bu işi çözmek istiyorsak, hepimiz empati duygularımızı geliştirmeliyiz. Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız. İkinci Cumhuriyetçi fikirlere sahip birisi, kendisi için ‘Vatan haini’ ifadesinin kullanılmasından rahatsız oluyorsa, başkalarının da başka ifadelerden rahatsız olabileceğini düşünmelidir.
Mesela, milliyetçiliğin çok kötü bir şey olduğunun sürekli vurgulanmasından.”
Oysa bu katil gençleri anlamak, onların yarılmış bilinçlerini referans olarak almaktan çok farklıydı elbet. Özkök’ün önerisi, onların parçalanmış, paralanmış, vahşileşmiş, kan tutmuş çarpık bilinçlerini toplumsal mutabakatımızın bir kefesine yerleştirmekti. Özkök, ‘hırsızın da suçu var’ diyordu. ‘Öyle demeseydi.’ ‘Çocukları kızdırmasaydı.’
Dışkılanmış duyarlıkları; açlığın, şiddetle emzirilmişliğin, sevgisizliğin, ilgisizliğin birer yaratısı olarak karşımızda duran katili, dilimizin sınırı olarak belirliyordu. Böylelikle ölümün hak edilesi olduğunu da belirtmiş oluyordu.

Bir de ötekiler
Ahmet Türk’e saldırı, diğer kimi gazetelerce de bir ‘Kürde sınav’ muamelesi gördü.
Zaman gazetesi provokasyonun amacına ulaştığını duyuruyor, gösterilerden yakınıyordu. Osman Baydemir’i de ‘tahrik edici’ bulduğunu belirterek. En gülüncü kimi yerlerde Baydemir’in ‘şerefsiz’ sözünün hicaptan noktalı yayımlanmasıydı. ‘Şe…siz’ diye.
Bu hassasiyetin samimiyeti karşısında, tuzu kuru olsa insan kasıklarını tuta tuta güler, ama yerimiz dar.
Vatan gazetesinin manşeti neydi dersiniz: ‘Tehlikeli Cümle. ‘Spot: ‘Ahmet Türk’e atılan yumruk kadar Baydemir ’in tehditkâr sözleri de tehlikeli’. Yani Vatan’a kalırsa, taraflar ödeşmiş durumda.
Türk’ün attığı yumruk, Kürdün ‘şerefsiz’ diye haykırması, işte kimsenin birbirine borcu kalmadı.
Ali Kırca’nın nihavent makamı vurguları ve gerdan kırmalarıyla tel’in ettiği de göstericilerin cüretiydi.
O da ne kadar güvenilir bir çapa adam olduğunu sergiliyordu.
Basınımız, siyaset alanından daha güçlü bir katılımcısı nefret liginin.
Kürt sevmemek, Kürt taşlamak da yakında fikir özgürlüğü olarak tanımını bulabilir, uyduruk siyaset arenalarında.

Yıldırım Türker’in bu yazısı okunur

Türkali: Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan!


Türkali: Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan!

ANFYENİLENDİ / 17 Nisan 2010 HABER MERKEZİ – Başbakan Tayyip Erdoğan’ın edebiyatçılarla yaptığı “açılım” toplantısına katılmayan ünlü edebiyatçı Vedat Türkali, Başbakan’a yazdığı açık mektubunda, “Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan” diyerek, Kürtlerin gerçek temsilcilerinin dışlanarak ülkeye demokrasi gelmeyeceğini vurguladı.

Edebiyatın devleri Orhan Pamuk, Yaşar Kemal gibi yazarlarla birlikte katılmayan ünlü edebiyatçı Vedat Türkali, sendika.org’da yayınlanan mektubunda “Bölge halklarının, yüzyıllar boyu kafasındaki ‘Kaypak Osmanlı’ devlet anlayışı yeniden canlandı. Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan. Bu yalnız sizin değil tüm Türkiye’nin kaybıdır. Ezilen bir halkın gerçek temsilcilerini dışlayarak, tutuklayarak, saldırarak, dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlerini yakarak bu temel, yaşamsal sorunumuzu kimse çözemez; ülkeye demokrasi getiremez” dedi. Başbakan’a “Bildiğime göre, eski bir “komünizmle mücadele’ örgütü militanısınız” diye seslenen Türkali, yüzde 10 barajının kaldırılmasını ve halkların öz temsilcilerinin iradesinin tanınmasını istedi.

Vedat Türkali’nin Başbakan’a yazdığı mektup şöyle:

“Sayın Başbakan

17 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 10.00’daki Kahvaltılı toplantı için gönderdiğiniz incelikli çağrınıza sağ olun diyor, yaşımdan doğan sağlık engellerinden ötürü katılamayacağımı özür dileyerek bildiriyorum.

Geçerli, egemen politik söylemin, sol kanadı kırık kuşa benzetildiği bir ülkede var olan değişim potansiyelini değerlendirerek sorunları çözmek, kolay başarılabilecek iş değildir. “Tam demokratik bir Anayasa”, Türkiye’nin temel gereksinimidir. Bugünkü ortamda böyle bir anayasanın yapılabilmesi de güç görünür. Ancak, bin bir kirli oyunla Türkiye’ye giydirilmiş, “’82 Anayasası” adlı deli gömleğinden bir biçimde kurtulmamızın kuşkusuz ki önceliği var. Bu yolda atılacak her adımın, elimden geldiğince arkasında olmayı yurttaşlık borcu sayarım.

Yıllardan beri söyleyip yazdığım bir temel düşüncemi yineleyerek izninizle bir iki noktaya değinmeye çalışacağım. “Kürt sorunu” çözülmeden demokrasi Sorunu çözülmez; “Demokrasi Sorunu” çözülmeden de Kürt Sorunu çözülmez.

Sayın Başbakan,

Sizden, ülkemiz için yaşamsal önemde olduğuna inandığım bu konuda, en acil iş olarak ülkede akan kanın, “hemen, şu anda!” durdurulmasını beklediğimi söylememe izin veriniz! İnsanlarımızın birbirlerine kırdırıldığı, ormanlarımızın yakılıp kül edildiği bu uygulama, emperyalist silah tekellerine trilyonlarca dolar kazandıran bu kanlı yol, yoksul ülkemizi gırtlağına kadar borç batağına sürüklemiş kurnaz bir emperyalist oyunun kanlı parçasıdır; iç-dış odaklardan kaynaklanır. Medyada bu günlerde, mağaraların içindekileri de yakan tankların ordu için satın alındığı duyuruluyor. Yakılacak o gençler bizim çocuklarımız. Böyle bir insanlık dışı atılımın sizi tarihe karşı ne duruma düşüreceğini lütfen düşünmenizi dilerim. Tarihimizdeki “Dersim faciası”na, benzerinin eklenmesine seyirci kalmanın bir devlet yöneticisine nasıl ağır sorumluluk yükleyeceğini söylememize gerek var mı? Geçmişteki bir devlet başkanımızın, bu temel sorunumuzu çözme uğraşı vereceğine, yirmi sekiz kez başkaldırdıklarını, yenildiklerini, nerdeyse övünerek açıkladığı, bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeş bir halkın çocukları olarak dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlere, “terörist” damgası vurmakla neyi çözebildik? Tarihi yanlış okuyarak üstlerine kanla gittik; üstümüze kanla geldiler. İşin özü, özeti bu. Barışçıl yolun tutulması gerekliğine, olayların açık baskısıyla siz de inanmış olmalısınız ki, sessiz politika yoluyla denemeye de kalktınız. Bu yol herkese umutlar verdi. Ülkemizin talihsizliği şu ki, yukarda da değindiğim gibi sağlıklı bir sol muhalefetle değil, “karaçalı” bir muhalefetle çalışmak zorundasınız. Kimi densizlikler abartılarak hemen üstünüze vardılar. Yazık ki ürktünüz; devlet güvencesiyle ülkeye gelenleri, ağır suçlamalarla yargılama yolu açıldı. Bölge halklarının, yüzyıllar boyu kafasındaki “Kaypak Osmanlı” devlet anlayışı yeniden canlandı. Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan. Bu yalnız sizin değil tüm Türkiye’nin kaybıdır. Ezilen bir halkın gerçek temsilcilerini dışlayarak, tutuklayarak, saldırarak, dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlerini yakarak bu temel, yaşamsal sorunumuzu kimse çözemez; ülkeye demokrasi getiremez.

Bugün mafya yapısındaki emperyalist ülkeler, teröre karşı, sözde barış-demokrasi için kutsal savaş yürütüyorlar! Irak, Afganistan, çevremizdeki en yakın kanlı örnekleri. Bu, barışsever kurtarıcı(!) ülkeler ekonomisinin yüzde onunu silah sanayileri oluşturur. Dünyada “barış” demek bu ekonomilerin çöküşü demektir. Yeryüzünde nerede savaş varsa, iki yanın silahlarını da, herkes bilir ki, bunlar satar. Açık ya da sinsice iki yanlı kışkırtmalara dayalı ölüm ticareti biçimindeki 3. Dünya savaşı böyle yürütülüyor. Yunanistan’la ülkemizin pahalı silahlanma yarışıyla nasıl çıkmaza sokulduğunu, bu gün görmeyen kişi kalmadı. Ülkemiz sorunsalı içinde çözümsüzlüğe sürüklenmiş Kürt sorununun yoksul halklarımıza nasıl kanlı faturalar ödettiğinin bilincine varmış, Kürt-Türk, çok sayıda kişi var bugün ülkemizde. Özellikle Kürtler arasında en doğru çözüm peşinde olanların dışlanması için küçük oyunlar oynanıyor; söz gelimi, apaçık “antidemokratik “% 10” seçim barajı, dar parti çıkarları için sımsıkı korunmaya çalışılıyor. Bu yolla nereye varılabilir? Bu konuda en doğru, en yerinde söylenmiş bir sözü, yıllarını halkların kardeşliği yolunda çileler çekmeye adamış Leyla Zana kızımızın bir sözünü yineleyeceğim: “Bu sorunu, Amerikan, İngiliz, Alman… değil, biz Kürtlerle Türkler kendi aramızda çözeceğiz.” Tarih sizin önünüze böyle bir çözüm olanağı koymuştur Sayın Başbakan. Onurlu çözüm, Ortadoğu’daki Amerikan oyunlarına düşmeden, oyuncularından da sakınılarak, ülkemizde, kendi halklarımızın öz temsilcileriyle birlikte sağlanabilir. Bu tarihsel fırsatı doğru değerlendirmemek ülkemize çok şey kaybettirecektir.

Dünya Bankası başındaki Mc Namara’nın, yaptığı tüyler ürpertici açıklamasını unutmamışsınızdır: Vietnam’da Amerikan savaş uçaklarının düşmesiyle ( Yani gençlerin ölmesiyle) Amerikan ekonomisinin kurtulduğunu “timsah!” gözyaşlarıyla açıklamıştı! Vietnam’lı, Amerikalı anaların döktüğü gözyaşlarını düşünmeyenler bizim analarımızın acısını düşünür mü? Bugün yeryüzüne egemen “Tek dişi kalmış canavar”ın haçlı-haçsız- eşkıyaları, o duruma düşecek bir Türkiye’ye, Yunanistan’a gösterdikleri duyarlığın acaba ne kadarını göstereceklerdir? Bu haçlı-haçsız eşkıyaların “velevki” el uzatacaklarını var sayalım. Bu girişimin ülkemiz için hayırlı olabileceğine, bizim “şeriatçı”, “layıkçı” eşkıyalarımızla işbirliği yapmaktan öte, hayırlı adım atacaklarına inanıyor musunuz? Böyle bir soruyu sormam, Siyonist canavarlığa karşı saygıdeğer tutumunuza mutlulukla tanık olmamdan kaynaklanıyor. İslam’a uygun davranış budur; dolar kölesi durumuna düşmüş kimi İslam yönetimlerinin, mal mülk sevdalısı Ebu Süfyan Müslümanlığı değil. Kendini çıkmazlardan kurtarmak için umutsuzca çırpınıp duran finans oligarşisinin pençesindeki “globalist” dünya düzeni, bizi ancak soymaya gelir. Bir günler bizim yaşadığımız “laikçi devrimci!” “Kara oğlan” efsanesi hangi temel sorunumuzu çözebildi? Bu gün Türkiye’de “on milyon işsiz var. Obama’yla, bir başka biçimde o efsaneyi, “elli milyon aç” bulunduğu medyaca duyurulan Amerika yaşıyor bu gün. Onun da sonu görülecektir.

Ben 91 yaşında, Marksist-Leninist bir roman yazarıyım; yılların yazı-sinema emekçisiyim. Türkiye’nin en eski proleter devrimci Partisinin, Türkiye Komünist Partisi’nin bugüne kalan birkaç üyesinden biriyim. Siz de, bildiğime göre, eski bir “komünizmle mücadele” örgütü militanısınız. O tutumunuzun yanlışlığını, ülkemizin yoksul emekçi halklarına değil, iç-dış soygunculara yarar sağladığını bilirim. O oyunlarda kullanılan kişilerin de bugün bu gerçeği gördüklerini, bu bilince vardıklarını ummak isterim. Bu pro-faşist tutumun komünist olmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu gün siz “Şeriatçı”lıkla suçlanıyorsunuz; attığınız adımlara kuşkuyla bakılıyor. Yukarıda da değindiğim gibi, İslam’ın temel ilkesinin, bu gün yeryüzüne egemen soygun düzeniyle bağdaşmayacağına inanırım. İnanç dünyanıza, özünde saygılıyım. Son romanımda da bu konuyu işlemeye çalıştım. “Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Attığınızı gördüğüm her olumlu adıma, ön yargıya kapılmadan, gücüm yettiğince destek olmak isterim. İnandığım doğru yol budur. Bir ülkede demokrasi ortamı oluşturulmasının en ilkel koşulu da budur. Bu temel ilkenin bir başbakanca özenle, titizlikle korunması gerekir. Eğer demokrasiye inanıyorsak, bir başbakanın, bir günler T.K.P.’de yer aldığını sandığı kişiye, geçmişine ilişkin gözdağı vermeğe kalkması, inandırıcılığını tehlikeye sokar. Ne “sosyal”, ne de “demokrat” olmayan uyanıklara, eski bir komünisti kolluyormuş havasında ucuzundan solcu yiğitlenme olanağı kazandırır. (Kemal Anadol, Deniz Baykal’la aranızda geçmiş tartışmayı umarım anımsarsınız). Bunun da ülkemize hayrı olmaz.

Görüyorsunuz ki, kimse için ön yargım yok Sayın Başbakan.

Sizi, geçmişinizdeki olaylar, ya da kutsal inançlarınız için suçlamak değil, yapacaklarınızdan ötürü kutlamak isterim. Düşüncelerimi açıklamak fırsatı verdiğiniz için iyi dileklerimle sağ olun diyorum.

Saygıyla.

Vedat Türkali”

ANF NEWS AGENCY

En İyi Yönetmen Ödülü Miraz Bêzar’ın


En İyi Yönetmen Ödülü Miraz Bêzar’ın

İSMAİL YILDIZ 17 Nisan 2010 İSTANBUL – Bu yıl 29’uncusu düzelenen İstanbul Uluslararası Film Festivali En İyi Yönetmeni Ödülü Kürt Yönetmen Miraz Bezar’ın oldu.

11 filmin yarıştığı ve bu yıl 29. düzenlenin Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin En İyi Yönetmen Ödülü ‘Min Dît’ Filmiyle Kürt Yönetmen Miraz Bezar’ın oldu.

Bezar yaptığı konuşmada Evrim Alataş’ın hayatını kaybetmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirirken, tüm Diyarbakır halkına da teşekkür etti.

MİN DÎT’E ÜÇ ÖDÜL

Bezar’ın filmi sadece en iyi yönetmen değil, Altın Lale En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ve En İyi Müzik Ödülü’nü de aldı.

Şenay Orak En İyi Kadın Oyuncu Ödülü alırken, Murat Biber ise En İyi Müzik Ödülü aldı. Biber de yaptığı konuşmada Alataş’ı hatırlatırken, Orak yaptığı kısa konuşmada ödülünü tüm sokak çocukları adına aldığını söyledi.

ANF NEWS AGENCY