Duçe Saldırıda..


Densiz ucube Erdogan

Duçe Saldırıda..

Bana sürekli olarak sorulan bir soruya cevap vererek yazıma başlamak istiyorum. Okuyucular, neden Erdoğan’ı “Duçe” diye isimlendirdiğimi, Duçe’nin ne anlama geldiğini sorarlar. Cevaplayayım: Duçe, latincedeki “dux”tan gelir ve lider demektir. Ama nasıl bir lider? Tabii ki mucidi olduğı faşist şekillenişin lideri..

Musolini iktidarı tam olarak ele aldıktan bir müddet sonra gizli polisini çok iyi eğiterek bir korku imparatorluğu kurdu. Meclis dahil demokratik olan tüm kurumları lağvetti. Hiç bir İtalya vatandaşının can güvenliği kalmamıştı. Kabine mensupların onun askerleriydi. Üniversiteler onun ideolojisini yaymak için vardı.. Sendikalar, birlikler, “sıradışı” dernekler yasaklaanmıştı. Her şey İtalya İmparatorluğu’nu kurmak için seferber edilmişti. “İtalyanım” demiyenin can güvenliği yoktu.

Kalın çizgileri ile düşünürsek Erdoğan ile Musolini arasında bir fark yoktur (güç hariç).

İşte bu tıynette bir “Türk” Duçe olan Erdoğan, şimdi daha da sıklaştırdığı saldırıları ile Kürdistan Direnişi’ni yok etmeye çalışıyor.

Bu kepaaze herif Kürt Çocukları ile savaş halinde.. Bubi tuzaklarını bile aratır tarzda açıkça askerin “düşmanı”nı yok etmek için kullandığı bombaları Kürt Çocukları’nın oyun alanlarına bıraktırıyor ve can kayıplarına yol açıyor. Düşünün şu kalleşliği! Sadece çocukları hedefleyen kalleş bir saldırıdır söz konusu olan. Öte yandan, polislerin kovaladığı ve en sonunda can havli ile çözüm çadırlarından birine sığınan 7 (yedi, seven, hepta, seb’e, sept, sette, heft, sieben, sju) yaşında iki çocuk orada yakalanıp gözaltına alınıyor. İnanılmaz ama tamı tamına böyle!

Kürt İnsanı’na sesleniyorum.. Lütfen aileleri bu yeni tuzaklara karşı bilinçlendiriniz. Onların çocuklarını uyarmaları, çocuklara bu tür madeni tuzak veya madeni olmayan (bubi tuzağı) maddelerden uzak durmalarını öğretsinler. Yerde buldukları hiç bir şeye dokunmasınlar. Yani önce aile öğrenecek, onlarda çocukları uyaracaklar..

Bir öneri: Avrupa’daki Kürtler dikkatle hazırlanmış bir kampanya açarak dünya demokratik kamuoyunu uyarmalıdır. Dikkatle formüle edilmiş metinler Amnesty’ye BM yetkililerine çocuk hakları kuruluşlarına iletilmelidir. Örnek olsun diye bu metnin altına

Erdoğan’ın çömezleri artık tamamen birer yalan makinasına dönmüş bulunuyorlar. Mesela; Mersin’de imamın askerleri veya polisler Çadır’a saldırıyorlar. Orada güya 150 molotof kokteyli, çok sayıda el bombası ve havai fişek buluyorlar. Eh.. bu yalan değil de nedir? Siz BDP taraftarı olsanız (veya daha da sert bir deyimle PKK Militanı olsanız) bombalarınızı her an baskına uğrayan çadıra mı bırakırsınız? Güldürmeyin beni! Bu haber dahi Erdoğan takımının tıynetini, iğrenç yüzünü gösterir durumdadır.

Erdoğan polisi veya “gece işçileri” vardıyalarını çok iyi düzenliyor, insanlar uykudayken çadırları basıp dağıtıyorlar.. Cizre, Nusaybin, Batman, Amed vs’de bu “işlem” büyük bir kalleşlikle yürütülüyor. Bu nedir? Kıçlarına nişadır sürülmüş gibi ortalığa vahşice saldıran bu yaratıklar nedir? SA mı? Kara Şortlular takımı mı? Franko’nun polisleri mi? 500 insan, sırf demokratik haklarını kullanmak, YSK denilen “ucube”yi protesto etmek için yürüdüklerinden dolayı polis işkencehanelerine tıkılıyor, içlerinde en seçme olanları ise zindanlara tıkıyorlar.. Bu durumda hiç kimsenin Kürt İnsanı’nı AKP merkezlerine saldırdığı için suçlamaya hakkı olamaz. İnsan olan bu suçlamaları yapanları teşhir etmeliyken, arka arkaya gelen suçlamalarla Kürtler hedef tahtasına konuluyorlar. Hani barışçı idiniz?

Bir diğer önemli husus, güneyden aldığım bir telefonla ortaya çıkmış bulunuyor, şöyle:

Türk Hükümeti bu günlerde Sebahat’ı, Emine’yi, Aysel’i Ergenekoncu olmakla suçlamaya hazırlanıyor. Telefon eden benim çok sert çıkışta bulunmam üzerine “görürsün” demekle yetindi.. Osmanlı’da oyun çok. Şimdiden bu tür saldırıları boşa çıkarmak gerekir. Hem de tam tersine karşı saldırı ile!

Bu günlük kısa kesiyorum..

2011-04-27

A Sirac Kekuyon

EK:

24 Eylül 1996
Death Through Torture in Turkey: the Story of Diyarbakir Prison
Preparing the Public Opinion
The Turkish state, even before its war against the PKK in particularand the Kurdish people in general began, had been practicing torture. The Ottomans left this legacy to the emerging new state that came to beknown as the Turkey. But this new state has turned the practice oftorture into an art form with the outbreak of Kurdish national liberationstruggle in 1984. Ever since, hundreds of people have disappearedand as many have been murdered while in the custody of the state. Nothing has come of the investigations. It would be foolish to expectsomething.
An example may suffice: in 1985, Siddik Bilgin, a teacher from Bingolprovince in Turkey was tortured to death. His family notified thepress. At the time, the Turkish press, relatively free, wrote ofthe torture. Two members of the Turkish parliament took it upon themselvesto investigate the incident. A Turkish soldier admitted to the chargeand the press reported his account. But the Turkish soldier’s casedragged for years and the charges were finally dismissed. His commandingofficer was later promoted to a even higher position.
The Turkish authorities did not like a free press in the country. Some of the publishers were bribed; others were threatened. The authoritieswanted the press to hate those who opposed the government. The PKKbecame a good target. The Kurds became object of the campaign ofhatred.
In the aftermath of the Gulf War, the Kurdish movement grew in strength. As the People’s Liberation Army of Kurdistan (ARGK) guerrillas grew innumbers, the Turkish authorities began to tighten their fists. In1992, in addition to the military front, the authorities began a psychologicalwarfare against the Kurds. The details of these new tactics revealedthat the Kurdish people as a whole were targeted for complete subjugation. There was, however, an obstacle in the way: the President of the country,Turgut Ozal. He needed to be eliminated. In May 1993, thiswas accomplished. The official news noted that Mr. Ozal died of aheart attack. But to this day, Korkut Ozal, his brother, speaks ofconspiracy regarding his brother’s death.
After Ozal, the proponents of total war were free to pursue their aims. The new Prime Minister issued her new policy on November 12, 1993. The print media, the television and the radio broadcasting became a toolof the government. In 1925, when the Turkish army fought the Kurds,it issued a decree: “Takrir-i Sukun” which meant total submission to thestate. For example, institutions that advocated political solutionto the Kurdish question were banned. The use of very word, “Peace”,became a liability. Turkish intellectuals, Ismail Besikci, EsberYagmurdereli were thrown into jails on the flimsiest of charges. The opposition press was deliberately attacked. The Kurdish daily,Ozgur Gundem, had its headquarters bombed.
On the other hand, the Turkish media began a wave of jingoism throughoutthe country. The television canals produced programs that portrayedthe invincibility of the Turkish army. When the Turkish footballteams scored well, the people began to develop a new habit of shootinginto the air with impunity. “Turkey is the Greatest, There isn’tAnother!” slogans became common. At every opportunity, the recitalof the national anthem became the rule rather than an exception. Turkishsoldiers who returned home in body bags provided a platform for expressionsof ardent Turkish nationalism. Flags began to appear everywhere. Those with big flags began to be viewed as “true” citizens. Businessesthat did not hoist flags were exposed and sanctioned. In 1996, atthe People’s Labor Party convention, a youth was taken into custody forlowering a Turkish flag and was given 23 years in prison. Today,people in the street have started to view the Kurds as people who couldbe despised.
How to Torture a Whole People
The Kurds of Turkey have been subjected to torture in the cities andrural areas. Many obsservers who study the Kurds do fully describethe extent of torture the Kurdish population undergoes. Human RightsOrganizations all over the world describe only that torture that is doneto the people who are in custody. They don’t understand. Turkeyis an open air prison for the Kurds who resist oppression. Over 6.000Kurdish villages have been patrolled by the elite Turkish Special Forces. All villagers are collected in the village square. Men are beatenin front of their families. Women are forced to undress in frontof the whole village. Sometimes some are forced to eat the humanwaste. An example of the latter was recently heard at the EuropeanHuman Rights Court. Villagers described Turkish Special Forces forcingthem to eat human waste. Turkey was found guilty.
The torturers do not just aim to hurt their prey. In the traditionalKurdish society, by undressing a woman, they aim to destroy the resistanceof her men, father, husband and brothers; by beating the man, they subjectthem to indignity in front of their women folk. Some women are violated. Sometimes, the soldiers will undress a man, tie a rope to his penis andforce his wife to haul him in the village square. Some Kurds areused as auxiliary forces and many have become notorious for engaging inthe rapes of the young women. Some of these women have committedsuicide. A young Kurdish woman recently found the courage to suethe government of Turkey at the European Court for Human Rights for rapeby Turkish soldiers. Thousands of others are not reported and gounnoticed.
When the members of the Turkish elite units visit the Kurdish villages,their aim is the destruction of the Kurds as a whole as a distinct people. The Kurdish lands have been subjected to an ethnic cleansing for decades. 3 million Kurds have been driven away from their homes; they wonder inthe large cities as destitute refugees. 3.500 Kurdish villages havebeen destroyed. Three Kurdish cities have been bombed and some oftheir business districts have been set afire.
A few victims of these atrocities have found the courage to sue theTurkish government in the European Court of Human Rights. In almostall cases, the villagers have won their cases. Some of these refugeesfacing harassment and discrimination in the large Turkish cities have beganto move to Europe. The villagers who have agreed to follow the dictatesof the Turkish government are forced to take up arms against their kin,the Kurdish fighters in the mountains. Recently a story was broadcaston the Turkish televisions. It well illustrates the destruction of theKurds as a distinct entity is the Turkish government’s aim.
The story is of a Kurdish fighter and his father who has been forcedto fight along the side of the Turkish soldiers in the Dogubeyazit regionof Turkish Kurdistan. One day, the Turkish forces receives intelligencethat a group of Kurdish fighters will be passing through a village. The soldiers and their Kurdish auxiliaries took positions along the way. The Kurdish unit appears; the commanding officer gives the order for fire. The Kurdish father shots first and kills the leading fighter. Theother fighters manage to get away. An eerie silence spreads. In the morning, the “victorious” side walks toward the dead body. The father notices that the fallen fighter is his son. The commandingTurkish officer calls on the television crews and advises the father tonote his happiness for the doing his “duty” for his country.
There are duties that the Kurdish villagers are forced to assume. For example, if an area is feared that it may be mined, then the Kurdishvillagers are forced to take charge to clean the field for the Turkishsoldiers. If an engagement is imminent with the Kurdish fighters,the villagers are used again, this time as cheap cannon fodder in the frontlines.
The war’s cost has escalated over the years. The Turkish governmenthas stooped to the trade of illegal drugs to keep its war economy going. According to the Wall Street Journal, the total income from the drug tradeamounts to close $800 billion in the world. The Turkish economist,Professor Veysi Sevik of University of Marmara, notes that $50 billionof that amount comes to Turkey. Turkey in general earns about $24billion from its exports and imports about $45 billion worth of goods. But it has some $30 billion in reserves. Turkish guest workers earn Turkeysome $5 billion and the tourism industry brings in another $ 5 billion. Given these numbers Turkey should have $10 billion deficit but insteadhas $30 billion in reserves. In other words, there is some $40 billionunaccounted money in the market. The Turkish economist, ProfessorIzzettin Onder of Istanbul University has publicly agreed with this statement.
The Turkish authorities have employed gangs to trade in illegal drugs. The gangs in turn are given a portion of the profits. These individualshave now become a force within the state. They have opposed the endingof the war lest that curtail their income. They have also playeda leading role in the kidnapping of prominent individuals and the collectionsof ransoms. They have employed the practice of torture as a toolto instill fear in their opponents.
The Origins of the Gangs: Nationalist Action Party (MHP)
Nationalist Action Party is the name of the party that was led by GeneralFranco during his iron fist rule in Spain. Alparslan Turkes, theTurkish colonel, who founded the party in 1965, had identical aspirations. Educated in the United States as well, the Turkish colonel attracted andorganized the ultra right wing nationalists and trained his cadres in counterinsurgency tactics.
Colonel Turkes unleashed his followers on the Kurds, communists andthe Allawites. The impunity with which he was treated emboldenedhis followers and earned him new recruits. Hundreds of members oftargeted groups were brutally murdered. One day in Maras, just becausethey were members of Allawite community, over 200 people were killed. These favored fighters of the Colonel Turkes believed in the superiorityof Turkish race. They learned from an early age that a she-wolf hadprovided inspiration to their forefathers and they needed to display hercharacteristics. In time, these true believers became a force tobe reckoned with in the army, in the police force and in the highest echelonsof the government. The Turkish police today are largely staffed bythe followers of Colonel Turkes. In the army too, their numbers areimpressive. Many have reached the painful conclusion that they alonerule the country.
In 1982, the followers of Colonel Turkes were given a mandate outsidethe borders of Turkey to do away with the members of Armenian group calledASALA. At the time Turkish president Kenan Evren noted their missionhad been accomplished and there was no more threat from Armenian militants. In 1993, new targets were assigned to these gangs. They were entrustedwith the trade of illegal drugs and licensed to kill Kurdish activistsand businessmen. Permission was given by the Turkish Prime Minister TansuCiller following which prominent Kurds became the target of disappearancesresulting in torture and deaths. Kurdish parliamentarian Mehmet Sincardied of assassins bullets in broad daylight in Batman.
The members of the MHP have been entrusted with three tasks the firstwas the formation of elite forces, in Turkish, “Ozel Timler” who were trainedwith the primary goal of subduing the Kurds. They could with totalimpunity murder or apprehend anybody who dared oppose them. They becamethe main route of transportation for illegal drugs. They eliminatedall other elements that were dealing in this business. In the Kurdishcities they called themselves Rambos and to instill fear in the populationhurting prominent Kurdish individuals became a favorite passtime of theirs. To this day, the members of these elite units are a law onto themselvesand in Kurdistan they act with impunity.
They were instrumental in setting up gangs that operated autonomously. Their field of operation included all of Turkey and they made it theirprofession to threaten political personalities, to blackmail the rich merchants,to kill or to daunt the advocates of peace, to eliminate the Kurdish activists,to silence the journalists and to bomb the headquarters of the oppositionpress. All these activities have been monitored by people withinthe National Security Council (MGK). As is well known, the MGK isan institution that takes its authority from the country’s constitution,led by generals and has the decisive voice over the affairs of the state,especially in the fields of foreign policy, external security and internalpeace. No one can question this authority. Last year, whenthe Welfare Party who was in government decided to meddle into the affairsof the state, it found itself forced out of office.
Lastly, the members of MHP have assumed the task of staffing the administrationof prisons which are a clearing house for destroying the identities ofthe Kurds. Today, some 10.000 Kurdish political prisoners are heldin Turkish jails. The war that is raging in the mountains of Kurdistanis waged more insidiously in the prisons.
The primary task of these prison officials is subjugate the dignityof the Kurdish inmates either through beatings or worse through pyscologicaltorture. Many are forced to be turncoats. Those who agree toinform on their friends are not left alone, they have to prove themselvesto the authorities by participating in the torture of their friends ortaking part in their killings. A turncoat’s value for the authoritiesis measured by the number of killings he does. The more he killshis fellow Kurds; the more value he earns.
The torture that is the lot of the inmates in the prisons is also inflictedon their loved ones whether they come for visitation hours or show up atthe State Security Courts. The level of harassment at times reacheslevels that call for dire responses. Hunger strikes have become aroutine in Turkish prisons. Sometimes, these hunger strikes lastsmore than fifty days and the inmates develop acute health problems. In 1996, the hunger strikes were allowed to continue for days and 12 inmateswere allowed to die.
The Diyarbakir Prison Incident: A Dark Page in the History of Humanity
The leader of military coup that toppled the civilian government inTurkey on September 12, 1980, Kenan Evren, in one of his remarks aboutthe imprisoned political activists noted that, “Are we expected to hangthese [criminals] or feed them?” Nothing has changed in Turkey relativeto the Kurdish political activists. This same mind-set prevails amongthe believers of MHP. That is why many Kurdish activists are killedbefore they are even brought before the courts. The incident in DiyarbakirPrison is a good example of that.
A day before the incident, the Turkish president Demirel visited Diyarbakir. President Demirel, as was his custom, threatened the Kurdish oppositionwith annihilation and met with the members of the Regional Emergency RuleGovernment. That year, the death of twelve inmates had forced theprison officials to give in to some of the demands of prisoners. That hadinfuriated the prison officials. They needed to teach a lesson tothe inmates. The events of Diyarbakir followed suit.
A number of groups have investigated the events of Diyarbakir prison. The Turkish parliament sent a delegation of its own. Major politicalparties, such as Welfare Party, Republican People’s Party and People’sLabor Party had their own representatives investigate the carnage. The Human Rights Association of Turkey together with the Chamber of Doctorsalso prepared their reports. All agree on these major points.
September 24, 1996 was a visitation day for the prisoners in halls 29and 18. The inmates, divided into two groups, were on their way tosee their loved ones. In the Turkish prisons, the visitors are allowedto bring food for their imprisoned sons and daughters. The guardsallow the inmates to carry their food on trays to their halls. Onthat day, when the inmates asked for an extra tray from their fellow inmatesin Hall 35, the guards opposed. The inmates noted that this was astandard practice and asked why they were denied the use of a tray. The principal guard Fatih Ahmet was on duty that day and insisted on hisway and the group of inmates were locked into the hall way. In totalthirty inmates of the two halls and three inmates who were on their wayto see the doctor were locked in this area. As the inmates were keptin their place for hours, the soldiers outside were chanting: “Everythingfor the Country” or “My Country, I am Ready to Die for You.”
According to the report of Chamber of Doctors report, as these inmateswere kept in the hall way, the head prosecutor for the city, Ibrahim Akbas,had placed a call to the city hospital and to have their hospital staffbe guard. The fact that this call was made and is now admitted bythe hospital officials is evidence of the collusion at the highest levelof the government for this barbaric act.
The attack on the inmates began at 3.30 pm. 29 police officers,members of the elite forces, “Ozel Timler”, entered the hall way from onedoor and, 36 soldiers from the other. They began attacking the inmateswithout any warnings. The guards joined the soldiers and the officersthey seemed to enjoy attacking the leaders of the inmates. All 33inmates were injured. Then the injured ones were taken in one byone beaten again.
At the end, Edip Direkci, Nihat Cakmak, Erkan Perisan, Ridvan Bulut,Hakki Tekin, Ahmet Celik, Mehmet Sabri Gumus, Cemal Cam, Mehmet Aslan diedin the hall way from blows to the head. The pictures of murderedinmates later appeared in the newspapers. Their heads were crushed. Their brains were out. The doctors at the City filmed the dead inmates. None of these inmates were the captured guerrillas. All were imprisonedbecause of their political views. They were being kept in custodyon the flimsiest of charges. The State Security Courts that had jurisdictionover their cases are always staffed by both civilian and military judges,but the chief judge is always is a military one.
After the beatings, the injured inmates were taken to the hospital. Even on the way to the hospital, they were tortured. Many of themwere in critical conditions. The authorities then decided that theyshould immediately be transferred to another city, Antep prison. The distance between the two cities is about four hours by a car. The inmates were shoved into a windowless truck. The soldiers whowere transporting the inmates viewed them as traitors. Kadir Demirdied on the road to Antep, making the list of people who died from thedeadly attack: 10.
After the Attack
The authorities from the very beginning took the position that the “terrorists”had instigated the whole altercation. Then an silence took over asif not doing anything about the case would make the case go away. Before not a month had passed, the chief prosecutor in Diyarbakir fileda suit against the injured inmates for “destroying” the property of thegovernment. For evidence, the government’s side showed broken batons. The chief prosecutor contends that the inmates need to reimburse the governmentfor the broken batons. He also is asking for additional prison timefor them.
As can be expected, the charges created a scandal. A number ofhuman rights organizations moved to condemn the act. They were instrumentalin having the Turkish parliament send a delegation of its own to investigatethe situation. But because the parliament works in the shadow ofTurkish military, its report noted that a few minor infractions had takenplace. Nothing was done in the parliament about the matter.
The loved ones of the murdered inmates did not give up. After8 months, 33 soldiers and 29 police officers were sued in court. To this day, the proceeding in the court house are being postponed. To this day, the soldiers and the police officers have not reported tothe court. Some of the police officers have been appointed to serveelsewhere. The object is to stall the proceedings against the accused.
The lawyers for the murdered inmates have not had access to the pertinentinformation from the government. The survivors of the deadly altercationare brought to the presence of the soldiers before the judges. Theloved ones of the survivors are not allowed into the courtroom. Thesupporters of the survivors are often intimidated. Some have beentaken into custody and beaten. Some members of the Diyarbakir BarAssociation believe that the case could enter the annals of legal historyfor its remarkable irony.
M. Sirac Bilgin

________________________________________
Torture Abolition and Survivors Support Committee(TASSC)
3321 12th Street, NE
Washington, DC 20017
Tel: (202) 529-6599
Fax: (202) 526-4611

BİJİ 1’E GULANE


BİJİ 1’E GULANE

2011 yılının 1 Mayıs emek bayramını, bir kez daha devrimci yiğitlerin, şehitlerin görkemli direnişleri ve aydınlığı ile karşılıyoruz.
Ortadoğu halklarıyla birlikte Kürt halkı olarak egemen-sömürücü güçlere karşı, emekten yana bir mücadelenin bedellerini ödeyerek, emeğin gerçek bayramını yaratma mücadelesiyle, ‘an azadi, an azadi’ şiarıyla, işçi ve emekçi bayramını karşılıyoruz.
Ancak bununla birlikte, diğer yandan 1 Mayıs’ı yine emek karşıtı faşist saldırıların zirveleştiği bir ortamda karşılıyoruz. Çünkü insanlık uygarlığının yaratılıp bu günlere taşınmasında emeğin kesin rolüne karşılık, entrikacı kapitalist sistemin sömürü düzeni ve baskı sistemi bugün hala bütün yönleriyle varlığını sürdürmektedir.
Özellikle Kürt halkının giderek toplumsallaşan ve zafere giden bu insanlık mücadelesi karşısında, sömürgeci Türk devletinin özellikle de günümüzdeki yürütücüsü AKP’nin çıkmaza giren inkar-imha siyaseti, dünyanın gözü önünde her türlü ahlak dışı yönteme başvurmayı reva görmektedir.
Bu kapsamda son olarak, Kürt ve Türkiye, Kürdistan halklarının emek, barış, özgürlük ve demokrasi bloğu milletvekili adayları veto edilmiş, bu hukuksuzluğu kabul etmeyen Kürt halkına terör estirilmiştir. Bu kapsamda Bismil’de faşist AKP’nin polislerince Kürt genci İbrahim Oruç katledilmiş, yüzlerce Kürt genci ve kadını, yaşlısı yaralanmış, bir o kadarı da gözaltına alınıp tutuklanmıştır. Yine aynı günlerde Pazarcık’ta eylemsizlik sürecinde bulunan HPG gerillalarından üçü katledilmiştir.

Halkların kardeşliği ve eşit-özgür birliğini hedefleyen Kürt halkının son 30 yıllık mücadelesi ve onun ürünü olan birikimimiz, halklarımızın yaşam sistemini, demokratik konfederalizm ve güncel ifadesi olarak demokratik özerklik şeklinde ortaya koymuştur. Demokratik Konfederalizm sistemi ile emeğinin sahibi olan halkımız kendi iradesinin yaşamının, kaderinin sahibi olma bilincine varmış ve bugün bu sistemi yaratmanın emeğini çocuğundan gencine, yaşlısına, kadınından erkeğine, işsizinden köylüsüne, işçisinden öğrencisine kadar vermektedir.

Halkımız kendi özgür yaşam sistemini kurma mücadelesini vererek emeğine sahip çıkmakta ve yüceltmektedir. Nitekim Türk devletinin yıllardır hiç eksiltmediği ve AKP hükümetiyle birlikte son dönemde giderek dozajını yükselttiği saldırıların da temel nedeni budur.

Bilinçlenen, kendi emeğine ve onuruna ne olursa olsun sahip çıkan, bu sahip çıkışını da her geçen gün, özellikle son YSK vetosuna karşı dost düşman, tüm gözlerin görebileceği biçimde ortaya koyan halkımıza, çocuklarımıza, kadınlarımıza, Kürt halkının siyasi temsilcilerine, aydınlarına vahşice saldırılmaktadır. Kendi örgütünü, sistemini yaratan halkımızın emeğine saldırmaktadırlar. Çocuklarımızın kırılan kollarında, kafalarında, katledilen narin bedenlerinde asıl olarak yeşeren özgürlük umudu, özgür emek bilinci, davranışı, eylemi kırılmak, yok edilmek istenmektedir.

Son dönemlerde Kürt siyasetçilerine yönelik operasyonlar, halkımızın tüm demokratik eylemlerine saldırılar, gerillaya dönük yoğunlaşan operasyonlar, Türkiye devrimci demokrat güçlerine ve Kürt halkıyla ortaklaşan platformlarına yönelik saldırların hepsi, emek mücadelesine ve özgür emekçinin sistemine karşı geliştirilen faşist saldırılardır.

Ancak ne olursa olsun bu 1 Mayıs’ta özgür emek için, çocuklarımızın, gençlerimizin öldürülmemesi için, kadınlarımızın üzerindeki binbir türlü sömürüyü engellemek için başta Kürt halkı olmak üzere tüm Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halklarına, emekçi ilerici insanlığa karşı acımasızca yürütülen bu kirli savaşa hayır diyebilmek için 1 Mayıs’ta alanlarda olmalıyız, faşizme karşı özgür emek cephesini güçlendirmeliyiz.
Çünkü kapitalizmin insanlığı yozlaştıran, çürüten her şeyi maddi değerler toplamından ele alan zihniyetine karşılık, insanlığı eşit, özgür ve demokratik bir yaşama kavuşturacak tek güç, emeğin gücüdür.

Bu temelde tüm dünya işçi sınıfının, emekçilerin ve halkımızın 1 Mayıs bayramını kutluyor, emek hırsızlığına, soygunculuğa, inkar ve imhaya, yozlaşmaya, faşist saldırılara dur diyebilmek için demokrat, emekten ve özgürlükten yana herkesi, emek, özgürlük, barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesini yükseltmeye çağırıyoruz.
BİJİ BİRATİYA GELAN
BİJİ TEKOŞİNA AZADİYE U DEMOKRASİ
BİJİ BERXWEDAN U SERHİLDAN

Hinaus zum 1.Mai! – Hinaus für Arbeit, Freiheit und Demokratie!


Hinaus zum 1.Mai! – Hinaus für Arbeit, Freiheit und Demokratie!

Seit 120 Jahren gehen die werktätigen Menschen weltweit am 1. Mai auf die Straße gegen ein System, in dem nicht ihre Lebensbedürfnisse, sondern nur die privaten Profite des Kapitals bestimmend sind. Wir feiern den internationalen Kampftag der Arbeiterklasse im Gedenken an alle, die in diesem Kampf ihr Leben ließen. Unter dem Motto „Entweder Freiheit oder Freiheit“ leistet das kurdische Volk Widerstand gegen Kolonialismus, Imperialismus und neoliberale Ausbeutung. Gemeinsam mit sozialistischen Parteien und demokratischen Persönlichkeiten hat die prokurdische „Partei für Frieden und Demokratie“ BDP zur türkischen Parlamentswahl am 12. Juni den „Block für Arbeit, Freiheit und Demokratie“ gebildet.

Dieser Block tritt für ein Ende des Krieges in Kurdistan und eine politische Lösung der kurdischen Frage durch demokratische Autonomie ein. Sie fordern eine neue freiheitliche Verfassung anstelle der autoritären Verfassung aus der Zeit der Militärjunta. Und sie kämpfen für die sozialen und demokratischen Rechte der werktätigen Bevölkerung. Als die Wahlkommission 12 Kandidatinnen und Kandidaten dieses Linksblocks die Kandidatur verbieten wollte, kam es zu einem Volksaufstand von Istanbul über Mersin bis Diyarbakir. Mit Knüppeln und Tränengas, Panzern und Wasserwerfern und auch mit scharfer Munition ging die Polizei gegen die kurdische Demokratiebewegung vor. Zweitausend kurdische Politikerinnen und Politiker, Bürgermeister, Gewerkschafter, Menschenrechts- und Frauenrechtsaktivistinnen befinden sich seit 24 Monaten in Haft. Gleichzeitig werden in der Westtürkei laizistische und sozialistische Regierungskritiker mundtot gemacht. Rund 60 türkische und kurdische Journalisten sitzen im Gefängnis, hunderten weiteren drohen lange Haftstrafen. Statt der versprochenen Demokratisierung der Türkei steht die Errichtung eines Polizeistaates auf der Agenda der Erdogan-Regierung.

Mit Knüppeln, Tränengas, Panzerwagen und Wasserwerfern setzt die AKP-Regierung ihre neoliberale Agenda gegen streikende Arbeiterinnen und Arbeiter durch. Mit Gesetzen aus der Zeit der Militärjunta wird Millionen Werktätigen in der Türkei das Recht auf gewerkschaftliche Organisierung und kollektive Tarifverhandlung verweigert. Tausende Gewerkschaftsmitglieder wurden deswegen gekündigt oder sogar inhaftiert. Nachdem die Beschäftigten des Logistikunternehmens UPS nach 272 Tagen durch ihre Unbeugsamkeit und die Hilfe der internationalen Gewerkschaftsbewegung ihr Recht auf gewerkschaftliche Organisierung durchsetzten konnten, kämpfen heute die DESA-Lederarbeiterinnen und –Arbeiter in Istanbul, Corlu und Düzce für dieses Recht. Unterstützen wir sie in diesem Kampf!

Weder die heuchlerische Erdogan-Regierung noch die die staatsfixierte nationalistische Opposition sondern die kurdische Freiheitsbewegung und die kämpferische Gewerkschaftsbewegung sind heute der Motor für eine wirkliche Demokratisierung der Türkei. Kämpfen wir gemeinsam für Arbeit, Freiheit und Demokratie – in der Schweiz, in der Türkei und in Kurdistan.

BİJİ 1’E GULANE! ES LEBE DER 1. MAI!
BIJI PISTGIRTIYA GELAN! ES LEBE DIE SOLIDARITÄT DER VÖLKER!
BİJİ TEKOŞİNA AZADİYE U DEMOKRASİ! ES LEBE DER KAMPF UM FREIHEIT UND DEMOKRATIE!
BİJİ BERXWEDAN U SERHİLDAN! ES LEBE DER WIDERSTAND UND DER AUFSTAND!

Kardeş Türküler uzun bir aradan sonra yeni albümleri ‘Çocuk (H)aklı’ ile dinleyicilerin karşısına çıkıyor.


Kardeş Türküler uzun bir aradan sonra yeni albümleri ‘Çocuk (H)aklı’ ile dinleyicilerin karşısına çıkıyor.

Kardeş Türküler, Arto Tunçboyacıyan’la birlikte bir albüme imza attı. Albümün adı, ‘Çocuk (H)Aklı’.

Bugüne kadar birçok başarılı isimle, Aşık Mahsuni Şerif, Aşık Ali İzzet Özkan, Neşet Ertaş, Esma Redzepova, Meryem Han’la birlikte çalışan Kardeş Türküler, son albümlerinde ise Arto Tunçboyacıyan’la yola çıktı. Tunçboyacıyan’ın müzik direktörlüğünü yaptığı albümde otantik türkülerin yanı sıra çok sayıda yeni beste çalışması bulunuyor. Çocuk aklının saflığı, masumiyeti ve cesaretiyle yapılan şarkılarla bu coğrafyanın farklı dillerini, farklı kültürlerini buluşturan albümde acıların değil, çocukların özgürce büyüdüğü barış dolu bir hayattan yana sesler yükseliyor.

Albümle eş zamanlı olarak grubun kuruluşundan bu yana geçen 15 yılı anlatan bir kitap da piyasaya çıktı.

Ağrı isyanı üzerine yeni belgeler


Ağrı isyanı üzerine yeni belgeler

SEDAT ULUGANA

KONYA – Türk resmi tarih tezinin ‘İngiliz kışkırtması’ olarak gösterdiği Ağrı isyanının bastırılmasında İngilizlerin Türk ordusuna yardım ettiği ortaya çıktı. Açıklanan yeni İngiliz istihbaratına ait belgelere göre, Ağrı isyanı sırasında İngiliz uçakları kullanıldı.

Ağrı isyanı sırasında Türk ordusunun kullandığı uçakların İngiliz yapımı olduğu ortaya çıktı. İngiliz istihbaratının belgelerine göre isyanın bastırılması sırasında İngiliz uçaklarının savaşa dayanıklılığının test edildiği belirtiliyor.

Ağrı isyanında kullanılan uçaklara ilişkin yaklaşık yüz yıl sonra ortaya çıkan belgeler aynı zamanda resmi Türk tarih tezinin ‘İngiliz kışkırtması’ iddiasını yalanlıyor.

Blackbirdmodels adlı internet sitesinin yayınladığı belgelerde Ağrı isyanı “en büyük Kürt isyanı” olarak nitelendiriliyor.

Belgelere göre ‘İngiltere’nin Türkiye’ye sattığı uçaklar kısa sürede monte ediliyordu ve çoğu da Kürt direnişçiler tarafından düşürüldüğü’ belirtiliyor.

“UÇAKLAR AĞRI’DA TEST EDİLDİ”

Ağrı’daki savaşın üç ay sürdüğüne dikkat çekilen belgelerde, İngilizlerin aynı zamanda ürettikleri uçakların savaşa dayanıklılığını da test ettiğini yazdı. Savaş uçaklarına ayrıntılı bilgilerin yer aldığı belgelerde Ağrı’da Kürtlere karşı kullanılan uçaklar ve o dönem yaşanan savaşa ilişkin şu bilgileri verdi:

“Son yüzyıl boyunca Güney doğu Avrupa ve Ortadoğu birçok dini ve milliyetçi gruplar ve insanların vatanları için verdikleri bağımsızlık mücadelelerine sahne oldu. Kürt halkının uzun müddet hem Türk hem de Irak rejimiyle anlaşmazlıkları oldu.

1920 ile 1930 yılları arasında Türkiye’nin Kürt bölgelerinde isyanlar çıktı. Kürtler, Birleşik Hoybun Komitesinin Generali İhsan Nuri Paşa önderliğinde birkaç grup şeklinde 1927 yılında en büyük Kürt isyanını başlattı. İlkinde isyan başarılı oldu. Ararat Kürt Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti.

Bunun üzerine Türk ordusu 66.000 asker ve 100 uçakla 11 Haziran 1930’da isyana müdahale etti. Kürt Hükümeti İngiltere ve uluslararası topluluktan askeri yardım talep etti. Savaş üç ay sürdü. 17 Eylül 1930’da isyan bastırıldı.

Türk hükümetinin Kürtlere yönelik askeri operasyonunu Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklarla da destekliyordu. Bunun için uçak şirketlerinden çok sayıda Letov s.16 bombardıman uçağı sipariş etti. Çabucak monte edilen bu uçakların çoğu Kürtler tarafından düşürüldü.”

Araştırmacı Ayşe Hür ise isyanların bastırılmasında Türklerin elindeki uçaklarla ilgili şu bilgileri veriyor. Ayşe Hür’ün aktardıkları şöyle: 27 Nisan 1925 tarihli bir İngiliz istihbarat belgesine göre, Mardin’de bulunan yedi veya sekiz uçaklık filodan sadece iki uçak çalışır durumdaydı. Fransızların 1921’de geri çekilirken bıraktıkları dört uçakla birlikte Mardin’de müdahaleye hazır sadece dört uçak vardı. Yakıtları trenle İstanbul’dan getirilen bu uçaklar günde iki kez uçuyor ve isyan bölgesini bombalıyorlar; olası bir sabotajdan korunmak için de Mardin’e gece dönüyorlardı. Aynı rapora göre, pilotlardan üçü daha önce Almanlarca eğitilmiş Osmanlı ordusundan gelen asker, diğer üçü ise sivil pilotlardı.

5 Haziran 1925 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Türkiye arasında imzalanan bir antlaşma uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Binbaşı R. E. Harene ile İtalyan Ataşesi Deniz Yarbayı Neyroni’den oluşan bir ekip Türk Hava Kuvvetleri’ni yetkinleştirmek için bir dizi rapor hazırlamışlardı.

Söz konusu rapora göre 1926 sonu itibariyle Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 153 savaş uçağı vardı. Bunlardan 77’si (20 Bréguet, 10 Junkers, 30 Caudron, 17 Savois markalı) 1925 yılında satın alınmıştı. Ayrıca Osmanlı’dan kalma faal 10 savaş uçağı vardı.

Türk Hava Kuvvetleri’nin uçakları ilk olarak 1927 yılı sonbaharında, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdürrahim’in güçlerine karşı kullanıldı. Bir Fransız istihbarat raporuna göre, Palu ve Malatya’dan kalkan uçaklarla, Diyarbakır’a götürülmek üzere 25 Ekim 1927’de trenlerle Mardin’e getirilen beş uçak isyancıları bombalamıştı. Rapora göre, bölgede 24 uçak müdahaleye hazır bekliyordu.

Türk Hava Kuvvetleri uçakları esas olarak 1927-1930 arasında birkaç fasılada gerçekleşen Ağrı Kürt İsyanı sırasında kullanıldı. 27 Ocak 1928 tarihli bir Fransız istihbarat raporuna göre, o sırada Türk Hava Kuvvetleri’nin elinde 200 kadar uçak vardı. (Örneğin 1928’te 45 adet Bréguet 19.7.A2 alınmıştı.) Robert Olson’a göre sayı 1930 sonlarında 300’e ulaşmış, bunlardan 60 kadarı Ağrı’da kullanılmıştı. Araştırmacı Emin Karaca’ya göre ise Ağrı’da kullanılan uçak sayısı 80 civarındaydı.

ANF NEWS AGENCY

Kürdler için devlet imamlığı, özel timden de tehlikelidir



Kürdler için devlet imamlığı, özel timden de tehlikelidir

Özgür Barutçu

Okuyucu başılığa bakınca, bu da nerden çıktı diyebilir. Ama yazı okununca mesaj anlaşılır. Son günlerde yeni bir hamle olarak kürdlerin başlattıkları sivil itaatsılığın bir parçası olan Cuma namazlarının çadırlarda-alanlarda kılınmasıyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Bunu iki açıdan ele alacağım. Biri, belki bazıların kafasında soru işareti oluşur, dört duvar dışında Cuma mı olur diye; dini açıdan buna açıklık getireceğim.. Bir diğeri ve en önemlisi de devlet imamlarının camilerde vermeğe çalıştıkları mesajla, çadırlarda-alanlarda verilen mesajların, islami açıdan karşılaştırmalarını yapacağım. Aslında 18 Nisan günü YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili verdiği karardan sonra bambaşka bir gündem oluştu. Ama olsun; ben yine de konuyu işleyeceğim.
Bilindiği gibi ‘Sünni’ diye bilinen dört mezhepten ancak ikisinin mensupları Türkiye’de var. Türkler, Ebu Hanife türktür diye(halbuki türk de değildir) onun mezhebine bağlılar; kürdler de zaten baştan beri hep ‘Şafii mezhebine mensup. Madem Türkiye’de ancak bu iki mezhebi benimseyenler var, ben de konuyu Şafii ve Hanefi mezheplerine göre ele alacağım.
Bir hadisle giriş yapmak istiyorum. Hz. Muhammed, “Yeryüzünün hepsi bizim için camidir” diyor. Bu söz bütün hadis kaynaklarında işlenmiştir[1]Tabi ki bir de bunun detayı var; açıkalayacım.
İlkin Hanbeli mezhebinin görüşünden başlayayım. İbni Küdame,”el-Müğni” adlı meşhur kaynağında, “Cuma namazının cami-i’de, veya herhangi bir binada kılınma şartı yoktur” şeklinde özel bir başlık açmış, detay kısmında uzun uzadıya anlatıyor. Burada ayrıca Şafi-i ve Hanefi mezheplerinin de görüşü böyledir diye ekstradan bilgi de veriyor[2].
Şafi-i mezhebinin konuya bakışı şöyle: En başta İmam Nevevi ve İbni Hacer Heytemi bu konuda çok net olarak, Cuma namazının ev ve cami dışında, yerleşim biriminin herhangi bir alanında, kılınabilir şeklinde hüküm bildirmişlerdir. Hatta Heytemi daha sivri örnekler vererek, ’Cuma namazı için şart olan sayı diyelim kırk kişi ise ve bunlardan 39’u hutbeyi temiz bir yerde dinleyip yalnız bir kişi tüvaletten dinliyorsa, acaba tüvalet gibi temiz olmayan bir yerde dinliyor diye biz onu sayabilir miyiz, cumaya herhangi bir sakıncası var mı? şeklinde bir soruya, “Bunda herhangi bir sakınaca yoktur” yanıtını veriyor. Ayrıca her dört mezhebin konuya bakışını irdeleyen Abdurrahman Cezeri, “el-Fıkh-ü ala-l- Mezahibi-l Arb’a” adlı kitabında bir başlık açıp Şafii ve Hanefi’ye göre ittifak vardır ki, cami ve binalar dışında açık havada, meydanlarda,herhangi bir yerde Cuma namazı kılınabilir bilgilerini veriyor. Burada, Habneli mezhebinin de görüşü aynıdır diye ekliyor. Zaten Hanbeli’in görüşünü az önce İbni Küdame’den özetle aktardım[3]
Tabi ki Cuma namazının bir yerleşim biriminin herhangi bir sokağında, alanında kılınabileceğine ilişkin Hz. Muhammed döneminden kalma somut örnekler var. Yoksa durup dururken bu alimler böyle bir karar almamışlardır. Mesela Medine’ye 2 km uzaklıkta bulunan “Nekiu-l Hadamat” adlı bir yerde Esat bin Zürare adındaki kişi, müslümanlara Cuma namazını kıldırmıştır. Bunu, Hz. Muhammed zamanında ve onun emriyle yapmıştır. Ki burada su toplanıyordu, abdest almak kolay oluyordu. O yüzden Cuma namazlarını o suyun toplandığı bölgede kılıyorlardı ve inşa edilen herhangi bir cami de yoktu; bunlar açık bir yerde namazını kılıyorlardı. Bu örnek, birçok islami kaynakta işlenmektedir.
Burada önemli olan ibadet edilecek yerin konforlu olması değil; asıl önemli olan mesajdır. Mesela İbni Hazm ve İmam Kurtubi gibi birçok islam düşünürü, yeter ki namaz kılınan yer maddi pislikten temiz olsun; namaz için sorun yoktur diyorlar. Kurtubi, namaz manastırda, kilisede ve benzeri yerlerde kılınabilir ve bu, cumhurun görüşüdür diyor. Tabi ki yüzünü kendi kıblesi olan Ka’be’ye çevirir; bu ayrı.[4]
Şu not da önemli! Cuma namazı köle olanlara farz değildir[5]. Artık kürdler özgür insanlar statüsüne mi tabi, yoksa köle statüsüne mi girer; bunun tartışmalarına girmiyorum. Yanlız bir hatırlatma olarak Cuma namazlarının kölelere düşmediğini belirtmek istedim!.
Buraya kadar, Cuma namazının dört duvar dışında da pekala kılınabileceği kanıtlarını sundum. İşin usul tarafı böyle. Peki o zaman neden devlet bundan rahatsız ve hatta belki de çadırlarda namaz kıldıran hocaları bir gecede toplayıp göz altına da alır: PKK’nin şehir yapılanması veya başka bir adla! Artık Türkiye’de istenilenleri göz altına almak için herhangi bir örgüt ismi takmak zor değildir. Evet; neden devlet bu namazlara karşı? Sorunun yanıtı bundan sonraki açıklamalarda var.
Sanırım burada devletin İmam-Hatip okullarında yetiştirip atadığı din görevlilerin nasıl eğitildiğini bilmek lazım. Diyanet’te çalıştığım için mekanizmanın nasıl işlendiğini çok iyi biliyorum. Kaldı ki zamanımızda biraz daha iyiyiydi; şimdi ise daha da beter olmuş. Anlatacağım.
Bir kere Kur’an dışında(belki şu an Kur’an’a da yazmışlar; haberim yok) İmam-Hatip liselerinde okutulan bütün dini derslerin(Siyer,fıkıh, kelam, tefsir, hutbe, akaid vs) hemen ilk sayfalarında ya istiklal marşı, ya da Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi yazılıdır. Bu şu demektir: Gelecekte imam, müezzin, üniversiteye devam edip bitiririlerse bu durumda müftü, vaiz, öğretmen, çeşitli kurumlarda amir veya memur olacak bu insanlar, “Ne mutlu türküm diyene, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevctttur” düşüncesini ta bu okullarda iyice özümledikten sonra yurt sathına dağılırlar.
En önemlisi, devletin atadığı imamlarla ilgili son günlerde medyada bir haber işlendi. Meğer ki din görevlilerinin de özel yeminleri varmış. Demek ki onlar da tek millet, devletin bekası gibi noktalar üzerine yemin ettikten sonra ancak göreve başlayabiliyorlarmış.
Daha beteri, medyada çıkan haberlere göre, bir de kürd bölgesine gönderilen din görevlilerinin Kayseri, Bolu dağ komandosunda ve diğer istihbarat merkezlerinde özel eğitim aldıktan sonra iş başı yapmaları ve sürekli ilgili mercilerle irtibat halinde oldukları söz konusu.
Bunları anlatırken, yıllar önce şahit olduğum bir olay hatırıma geldi; onu da eklemek isterim.
Ben İlahiyatta öğrenciyken türk bir öğrenci arkadaşım vardı, biraz demokrattı. Birgün onun arabasıyla giderken bir not defteri çıkarıp bana gösterdi. İçinde bazı kürdçe kelimeler vardı. Bu da ne diye sordum? Bana dedi ki, ben sizin kürd bölgesinde(ilin adını da verdi) askerdim ve rütbem de çavuş. Birgün komutan bana dedi ki, sen hep camilere git, imamları, orada yapılanları izle, not et ki, bilelim neler yapıyorlar. Komutan bana ayrıca, bu imamlar çok saftır; hele sen bir çavuş olarak camiye gitsen, onlarla haşir-neşir olsan çok sevinirler, dedi. Ben de bir casus/istihbarat görevlisi gibi sık sık onlara uğrardım. Ama çok üzgünüm ki onlar sadece arap graneriyle(Nahiv-Sarf) ilgileniyorlardı, onlarda siyaset, ideoloji söz konusu değildi. İşte o iyi niyetli, dürüst insanlar içine casus göreviyle gittiğim için vicdan azabı duyuyorum ve bunu hiç de unutamıyorum dedi. Hele onun asker olduğu yıllar da 1975-77 ki, o zaman henüz bugünkü kürd hareketi de yoktu.(Arkadaş askerken imam Hatip okulundan mezunmuş). İşte devlet özellikle kürd bölgesine bu niyetle kalifiye eleman, din görevlileri gönderiyor.(çünkü bunlar özel merkezlerde eğitildikten sonra buralara atanıyor. Bu yüzden kalifiye eleman diyorum!)
Bunları anlatırken, Kenan Evren dönemini canlandıran bir film izlemiştim; tam da buraya uyuyor. Filmin ismi, “Beynelmilel” ve sanırım yönetmen de Sırrı Süreyya Önder idi. O dönem cenaze bile mezarlığa götürülürken bando takımı eşliğinde götürülüyor. Yine mezara konarken İstiklal marşı veya Atatürk’ün Gençliğe Hitabesiyle indiriliyor. Bunlar yapılırken tabi ki müslüman halkın zoruna gidiyor; ancak bir şey de diyemiyorlar. Sadece birbirlerine bakıp mimik ve jestleriyle olumsuz tepkilerini belirtiyorlar. Sanki adeta,”Hey Allah’ım,hangi günlere düştük” dercesine. İşte devletin atadığı din görevlilerin misyonu bu. Zaten Türkiye’deki İmam-Hatip liselerin istatistiklerine bakıldığında en çok Kenan Evren döneminde açılmıştır.
Bir de bunların bir kere dini bilgiden haberleri yoktur. Kur’an ve diğer dini kaynaklardan anlayabilmek için evvela arap gramatiğini iyi bilmek lazım. Biz sadece gramatik için özel medreselerde yaklaşık 15 yıl okuyorduk. Buna rağmen çoğu arkadaşlar yine anlamazlardı. Çünkü zor bir dil. Bu, Türkiye’de ilahiyatlardan mezun olup çeşitli kurumlarda görev alanlar için de geçerli. Çünkü bunlar fakültede bir yıl hazırlık sınıfında Arapça okuyup geçerler. Bu, hiçbir şeyi öğrenmemiş demektir. Yani devletin atadığı din adamları, gerçek dini bilgi bakımından da sıfır noktasındalar.
Yalnız kafaları türk-İslam zenteziyle doldurulmuş. Bir futbol takımını tutar gibi bunu iyi biliyorlar. Ben burada devletin atadığı din görevlilerini eleştirmiyorum. Onların kusuru yok. Müfredata göre onlara ne verilmişse almışlar. Burada gayem devlet ne veriyor, niyeti ne, imamlardan beklentisi ne; bunu belirlemeğe çalışıyorum..
Bir diğer önemli husus, Türkiye’de Cuma günlerinde tüm camilerde aynı hutbe okunur. Diyanet 1-2 gün önce müftülüklere hazır bir metin faksla bildirir, bu hazır hutbe çoğaltılarak tüm cami görevlilerine imza karşılığı dağıtılır. Her görevli bu hazır metni okumak zorunda. Burada somut bir örnek vereyim. Prof. Selahattin Yazıcıoğlu’nun Dicle üniversitesi rektörü olduğu bir sırada hastane camii imamının başından geçen bir olay. O sırada ben bir din görevlisi olarak Diyarbakır’da çalışıyordum. Yine Diyanet’ten faksla gelen hutbeler okutuluyordu. Bir Cuma için belirlenen konu verem.. Yani bir imam kalkıp bir tıp camiasına üniversitede verem anlatacak. Kaldı ki Selahattin bey zaten verem dalında prof. Cami hocası akıllı biri, üniversite mezunuydu(ismini vermeyeyim), hemen minberde açıklama yapıyor: Muhterem cemaat! Bana gelen resmi hutbeye göre bugün siz tıp camiasına buradan verem anlatacakmışım. Ancak ben verem hastalığına yakalansam size koşarım; bunu size anlatmak benim haddim değildir diyor ve hazır konu yerine başka bir konu seçip işliyor. Bundan dolayı adamı sürgüne gönderdiler. Daha sonra başına neler geldi bilemiyorum.
Bunları anlatırken, sanki konu dağılır gibi anlaşılabilir; ancak sonunda hepsini bağlarım.
Bilindiği gibi Saddam, Nisan 1988’deyaklaşık 200 bin kürdü canlı olarak çukurlara doldurup üstlerini kapatmak suretiyle katletti ve bu operasyonun adını “Enfal” koydu. Enfal, Kur’an’da bir sure/bölümün adı. Bunun anlamı, bir savaşta müslümanların karşı taraftan ele geçirdikleri mal-köle-cariye, ganimet ne varsa hepsine Enfal denir ve müslümanlara helladır, onlara dağıtılır. Saddam da kürdleri katlederken, bunun adını “Enfal” koyuyor. Ona göre kürdler müslüman değillerdi, katilleri vacip ve her şeyleri de ona ve yandaşlarına helladı. Ayrıca bunu yapan Saddam’ın bayrağında “Allah-ü Ekber” vardı. Hatta televizyonlarda gördük ki belinde tabancası ve o haliyle namaz da kılıyordu.
1798’de Fransız general NapolyonMısır’ıişgal edince, kazasız belasız, zorluklar olmadan Mısır’ıkontrol altına alayım diye şunları yapıyordu. Hz. Muhammed’in kutlu doğum etkinliklerine katılıyor. Ben asla size zarar vermeyeceğim, yakın zamanda Mısır’da büyük bir cami yaptıracağım ve en önemlisi, tüm dünyaya müslüman olduğumu ilan edeceğim. Şu an çoğu zamanımı Kur’an öğrenmekle geçiriyorum diyor. Bunları arap şeyhlerine anlata anlata inandırıyor ve öyle biran geliyor ki Mısır uleması bildiri üzerine bildiri dağıtıp halka anlatıyorlar: Bu adam bize Allah’ın bir lutfudur; sakın kimse onun aleyhinde bir şey yapmasın, ordusuna karşı direnmesin. Allah daha da onun fütuhatlarını artırsın ki adaletini dünyaya yaysın. Napolyon adeta bir adalet meş’alesidir. Hatta onun Mısır’a girmesi bile Allah’ın emriymiş şeklinde vaaz verip açıklamalarda bulunuyorlardı. Bunların başını şeyh Halil el- Bekri çekiyordu. Halbuki Napolyon’nun kendi açıklamaları var: Gittiğim her yerde kendimi onların dininden lanse etmeğe çalıştım. Ben hiçbir dine inanmıyorum. Mısır’da kendimi müslüman gösterdim, başka bir yere gitsem onlar katolikse ben bu sefer onlardan olacağım. Bu, benim siyasetimin gereğidir diyor.
Napolyo’nun bu taktiğini Mussolini kuzeyAfrika’yı işgal ederken kendisi de uygulamış: Sakın korkmayın, ben islamın dostuyum, müslüman olacağım gibi abartılı laflarla din sömürüsü yapıp onları bu şekilde kandırmağa çalışyordu. Amaç, kısa yoldan,fazla zayiat vermeden hakimiyeti ele geçirmek.
Filozof Seneca’ın, “Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır” sözü ve özellikle son şıkkı insanlara karşı çok kullanılmış ve hala da kullanılmaya devam edilmektedir. Özellikle Türkiye bu konuda şampiyondur demek abartı değildir.
Devletin tayin ettiği din görevlilerin misyonundan kısa bazı bilgiler verdim. Şimdi de çadırlarda dini vecibelerini yerine getiren kürd imamların isteklerine bir göz atalım; bakalım aralarında fark var mı!
Bir kere her şeyden önce bunlar bildiklerini anadilleriyle anlatıyorlar. Bu güzel bir şey.
Konfuçyus’tan sormuşlar, sen yetkili olsan ilk acil eylem planın ne olacak diye? Yanıtı şu olmuş: Ben ilkin dili düzeltirim. Çünkü öyle insanlar var ki filosoflar; ancak dil bilmedikleri için meramlarını anlatamıyorlar. Bir kere çadırdaki kürdçe yapılan vaaz-u nasihattan her dinleyici kürd anlayabiliyor. Ama camilere gidip devletin resmi görevlisinin Türkçe olarak verdiği vaazdan, hutbeden yaşlı amcalar, köyü, evi yakılıp yıkılan ve sonradan şehre yerleşen ihtiyarların çoğu bir şey anlamazlar. Ama çadırlarda kürdçe olarak verilen hutbelerden, hemen hemen her kürd anlar. Bir de malum kadınlar cumalara gidemiyorlar. Tabi ki dışarda olsa ayrıca onlar için de bir avantaj, onlar da dinleyebiliyorlar. Bu işin bir yanı.
Diğer taraftan bu hutbelerde; okullarda, belediyede, adliyede, valilikte, hayatın her kademesinde anadille hayatı sürdürme isteği var. Evrensel hukuk, uluslararası sözleşmeler, insanhakları beyannameleri bir yana; olaya sadece Kur’an penceresinden bakılsa bile, kürdler böylece Kur’an’ın gereğini yerine getiriyorlar. Bunu inkar edenler Kur’an’a göre suçlu oldukları gibi, bunu yapmayan kürdler de suçlu duruma düşer. Tabi ki inanan kesim için böyle. Nedenini hemen belirteyim.
Kur’an’da, “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerinden/büyüklük kanıtlarındandır“ deniliyor[6]. Peki bu durumda eğer insanlar bir taraftan biz müslümanız deyip de diğer taraftan başkasının bu hakkına yasak getiriyorlarsa, bu ayetin neresine sığar. Başka bir değimle, Allah’ın, insanlar arasındaki renk ve dil farklılıkları benim isteğimdir, varlık kanıtlarımdandır ayetine karşı ne gibi yanıt verilebilir! Ancak şunu diyebilirler: Biz dine inanmıyoruz; ancak dini siyasete alet ediyoruz. Zaten doğrusu olanı da budur.
Daha bitmedi; ilginç bir hadis aktaracağım! Hz. Muhammed’in bu soy/etnisite/kimlik inkarıyla ilgili çok sert ve ağır açıklamaları var. Eş’as İbn-i Kays anlatıyor: “Kinde’den bir heyetle Hz. Muhammed’e geldik. Yanımdaki arkadaşlar beni kendilerinden üstün görürlerdi. Bu, Hz. Muhammed yanında da hissediliyordu. Ben bu arada, “Ey Allah’ın Resûlü! Sen bizden değil misin?” dedim. O şu yanıtı verdi: “Ben, Benî Nadr İbni Kinâne’denim, aslımı inkar etmem. Ne isem oyum ve soyuma bağlıyım” diyerek kızdı ve çok sert bir karşılık verdi.
Kabile reisi Eş’as b.Kays bunun üzerine daha sonra şunu diyor: Ben, insanın kendi ırkını, soyunu inkar etmesinin dinde bu kadar kötü bir şey olduğunu bilmiyordum. Şayet duysam ki Hz. Muhammed soyundan biri günün birinde kökünü inkar ederse ben Eş’as olarak mutlaka ona ifitira cezasını uygularım( onu kırbaçlarım) diyor.. İlginçtir ki Tirmizi bu hadisi özel bir başlık olan, ”Kişinin bağlı olduğu etnisitesini inkar etme” başlığı altında veriyor.[7]
Bazen Tv kanallarında hayvanları seyrederken, yılan fareyi yutunca, su kenarında timsah bir hayvanı alıp suya çekince, kurt hayvanlara saldırıp birini yakalayınca psikolojikmen rahatsız olurum. Hele insan öldürmek hiç felsefemde yoktur. Şu hadisi, cinayeti meşrulaştırmak için yazmıyorum; kürdlerin ne kadar haklı olduklarını, başka bir değimle ne kadar mazlum ve mağdur olduklarını vurgulamak için yazıyorum. Adamın biri Hz. Muhammed’den soruyor. Şayet biri malıma, mukaddesatıma tecavüz ederse ne yapmam gerekir? Hz. Muhammed, ona karşı koyacaksın, onunla savaşacaksın diyor. Peki, ya o sırada adam elimden vurulsa ne olur? Hz. Muhammed, sana herhangi bir ceza yoktur karşılığını verir. Peki ben vurulsam ne olacak? O zaman sen şehitsin karşılığını verir[8].
Kürdler her bakımdan haklı ve kaybedecekleri hiçbir şeyleri yoktur.Kahire’nin nüfusu yaklaşık 18 milyon. Tahrir meydanında zar-zor bir milyon insan toplanmadı. TC başbakanı Erdoğan, “Hüsnü Mübarek halkın sesine kulak vermeli” dedi. Ama Amed 18 milyon değil; yaklaşık 2 milyondur ve hepsi ayakta. Tabi ki bütün Kurdistan ayakta. Ama kimseden ses-seda yok. Hatta ben bu yazıyı yazarken, ABD heyetiyle mevcut TC hükumeti arasında 6 milyar dolarlık savaş uçakları, helikopterler sözleşmesi imzalanıyordu. Bunlar kime karşı, sanki artık savaş mı var? Tabi ki kürdlere karşı kullanılmak üzere alınıyor ve bu para aynı zamanda türk halkının da cebinden gidiyor.
Kur’an’da şöyle meşhur bir olay var; onu da özetleyeyim. Hz.Muhammed Mekke’den Medine’ye göç edince Medine’ye yakın bir yerde bir cami yapıyor. Hz. Muhammed’i devirmek isteyen Medine müslümanlarından bir grup Kuba denilen yerde başka bir cami yapıyor ve liderleri Ebu Amır adındaki kişiyi bekliyorlar. Tabi ki onların hedefi, camide silah yığmak, hazırlık yapıp uygun bir zamanda Hz. Muhammed ve arkadaşlarına karşı taarruza geçip onları ortadan kaldırmak, yok etmek. İşte bununla ilgili Tevbe suresinde birkaç ayet iniyor.
Ayetlerin içeriğinde şu var:
“Bir de zarar vermek, kafirlik etmek, mü’minlerin arasına tefrika sokmak ve daha önce Allah ve peygamberine karşı savaş açan bir herife pusu, gözcülük yapıvermek için tuttular bir mescit yaptılar. Üstelik, “İyi niyetten başka bir maksadımız yoktur!” diye yemin edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.Sen(ey Muhammed)asla o camide namaz kılma” diyor Kur’an[9]. Bugün devletin Kürdistan’da yapmak istediği camiler ve atadığı din görevlileri bu ayetten uzak değiller.
Bir hadisi kudside Cenab-ı Hak, “Ben ergeç zalim ve ona yardım edenlerden mazlumun hakkını alacağım, onların cezasını vereceğim” diyor[10]. Hem müslümanım deyip hem de AKP’ye oy verip zulme ortak olan insanlarımıza hayret ediyorum. Kürdçe bir atasözü var: “Mırına bı êlêre davete”.Yönetimin bu zulmüne karşı birlik olmak lazım. Allah katında da, insanlık açısından da en uygun ve makul olanı budur.
Aslında Fethullah Gülen cemaatıyla ilgili konu çok zengin. Yani burada birkaç cümleyle atlatılacak gibi değil. Ancak bir yönüyle ona da kısa değinmek istiyorum.
Bu cemaatin bağlı bulunduğu Sait Nursi hakkında kısa bir bilgi vereyim. Çünkü konuyla yakından alakalı. Bu zat çeşitli kürd aktivitelerinde görev alır. Bir ara padişah A.Hamit’ e müracaat ederek Van’da, eğitimi Kürtçe olan bir üniversite ve ona bağlı yine eğitimi Kürtçe olan Yüksekova ve Şemdinli gibi merkezlerde de fakültelerin açılmasını talep eder. Padişah, şimdiki yöneticiler gibi ona karşı sert davranır, isteğini kabul etmediği gibi, üstelik talimat verir, delidir diye İstanbul Topbaşı’ndaki deli hastanesine gönderir. Bu olay, Sait Nursi’nin Osmanlıca olarak yazdığı iki ciltlik ”Asar-i Bediiyye” adlı eserinde anlatılmaktadır. Tabi ki Nurcuların hesabına gelmediği için bunu öz Türkçe’ye çevirmek istemiyorlar. Sait Nursi, gençliğinde ta 1924 Şeyh Sait isyanı hazırlığına kadar kürdçüydü. Belki o da Şeyh Sait hareketine katkı sunar diye, devlet yetkilileri onu 1924’ten itibaren Van’dan alıp sürgüne tabi tutar.
Sürgün hayatında devlet yetkilileri onun adına bambaşka kitaplar piyasaya sürdüler. Bir de ona yeni bir lakap taktılar: Yeni Sait. Bu şu demek: Eski Sait kürdçülük yapıyordu, yeni Sait ise eski davasından vazgeçtiğini, sayın başbakan Erdoğan’ın dediği gibi kürd-mürd meselesinin olmadığını ve bu iddianın yanlış olduğunu söylüyormuş. Devlet yetkilileri böyle bir yakıştırmayla onun asıl projesinin içini boşaltmayı hedefliyordu. Nitekim bu yeni Sait’le ilgili kitapları o zaman başbakan olan Adnan Menderes, dönemin Diyanet işleri Başkanına talimat verip bunların basılmasını ve halka bedava dağıtılmasını ister. Tabi ki o zaman kürdler şimdiki gibi örgütlü olmadıkları ve medya, teknoloji de bugünkü gibi ileri seviyede olmadığı için ve o da tek başına olduğu için devlet başardı diyebiliriz.
İşte bugün bu sahte, Bediuzzaman’la hiç ilgisi olmayan proje mensupları devletin her kademesine hakim. Araştırıyorlar, nerde fakir ve zeki bir kürd çocuğu varsa onu alıp dersanelerine götürüyorlar ve ilerde de kürdlere başbelası, devşirme bir kürd olarak onlara karşı kullanıyorlar. Ben Türkiye’de Batı tarafında bir ilde kalıyordum. Birgün çocuklar dediler ki, bizim lisede bir hemşehrimiz de var; ama Fethullah Gülen’e ait yurtta kalıyor. Merak ettim ve birgün onunla buluşup konuştum. Gerçekten zeki biriydi. Diyarbakır ili, Hani İlçesi ve Nêrıbê Axa köyündendi. İşte gidip tespit etmişler ve yurtlarında eğitip ilerde istedikleri yerde kullanırlar. Kim bilir belki şu an bir polis şefidir.
Demokrasinin gelişmesi için bu cemaatten daha tehlikeli bir yapılanma olamaz. Burada Güney Kürdistan yönetiminin yapmış olduğu ciddi bir hatayı hatırlatmak istiyorum. Bunlar, bu cemaatın Hevler’de Işık adı altında bir üniversitenin açılmasına müsaade ettiler. Bu çok tehlikelidir. İlerde orayı istihbarat merkezi yapıp huzuru de bozacaklar. Bunlarda para çok. Fakir-fukara çocukların yardım adı altında satın alıyorlar. O paranın da nerden geldiğini çok iyi biliyorum.
Konuyu, Kur’an’da kaç yerde tekrarlanan bir ayetle noktalayayım. “Allah dileseydi hepinizi tek bir millet yapardı”.[11]diyor. Allah’ın bile tek tip yapmadığı ve çok çeşitlilik istediği halde, bu 21. asırda farklılıkları ortadan kaldırmaya yeltenen, adeta ağaçları aşılar gibi insanı zorla başkalaştırmaya çalışan yönetimler var.Ancak bu aşamadan sonra hala bunda direnmek zaman kaybından başkası değildir.

meleemin@hotmail.com

[1]-a)Buhari, Namaz, kıble bölümü, bab-ü kevli Nebi…no: 427.
b)Müslim, Mesacid, no: 373 ve sonrası.
c)Ebu Davud, Kitab-ü Salat, babün fi-l mevadi-illeti la tecuzü fihesselat. No:489 ve sonraki hadisler.
d)İbni Mace, Camiler ve cemaatler kısmı, no: 745.
e)Nesai, Mesacid, bab 42, no: 815, cilt 1/267
f)Tirmizi, Namaz bölümü, Sıfat-isalat, no: 317
[2]-İbni Küdame, “el-Müğni”, c.3/206 vd. Namaz bölümü, Cuma nazı kısmı, bab-ü salati-l Kura kısmında.
[3]-İbni Hacer Heytemi, “el-Fetava el- Kubra el- Fıkhiyye” 1/234.
İmam Nevevi, “el-Mecmu’ şerhü-l Mühezzeb” 4/368, bab-ü Sıfati-l Eimme.
A.Rahman Cezeri, Dört mezheple ilgili fıkıh kitabı, Cuma bölümü, 1/351-352.
[4]-Kurtubi, Tevbe suresi 110. ayet açıklamasında. İbni Hazm, Muhalla 2/400
[5]-Ebu Davud, Babü-l cemaati fi-l kura, no: 1067. Ayrıca, Hakim, Beyhakı ve tabi ki fıkıh kaynakları da bunu
anlatıyor.
[6]-Rum suresi, 22. ayet.
[7]-Tirmizi, Hudut, 37, no: 2612. Elbani, “İrva…’”, no: 6368
[8]-Müslim, İman, no: 140. İbni Mace, Hudut, no: 2580
[9]-Tevba suresi, 105-110
[10]-Tecrid-i Sarih, no: 619
[11]- Maide 48, Hud 118, Nahl 93 ve Şura 8


Çocuk Kaatili Sensin Cemil Çiçek!

Geçenlerde BDP Eski eş başkanı Selahattin Demirtaş bir demeç verdi. Olaylarda şehit düşen Halil İbrahim için Türk Hükümeti’nin özür dilemesini istedi.. Bu istem bir TV yayınında Türk Hükümeti’nin bilmem ne Bakanı Cemil Çiçek’e iletildiğinde herif öyle bir celallendi ki, vay ki vay! “Türk Hükümeti çocuk kaatillerinden nasıl özür dileyebilir” mealinde boyunu aşan bir cevap verdi.

AKP Faşizmi, daha önce de kaydettiğimiz gibi, çok kolay yalan söyleyen, demagog, omurgasız kişiliklerin öncülüğünde tırmanışını sürdürüyor. Kendileri Kürt Savaşı’nın on yıllardan beri sıcak bir şekilde sürdüğünü, bu savaşta Türk Devlet Terörü’nün çocuk, kadın ihtiyar demeden insan öldürdüklerini, nice ocaklar söndürdüklerini herkesten çok iyi bilirler. Kendi Başbakanları’nın mealen; “yaşları ne olursa olsun, yanlış zamanda yanlış yerde bulunan herkesin hedefte olduğunu” dediği kayıt altındadır. Bu demeci verdiği gün Amed’de iki, Batman’da bir bebek ölüme merheba demişti.

Fakat elimdeki arşivi karıştırdığımda 1992’den 2009’un ilk günlerine kadar Kürdistanlılar’ın kurşunlanmuş, bombalara hedef olmuş 351 taze fidanı toprağa verdiğini gördüm.. Irza geçmeler de cabası. Mesela bir Kürt ilçesinde 13 yaşındaki bir kıza 300’ün üstünde askerin tecavüz ettiği yine kayıt altındadır..

Türk Hükümetleri’nin, (Atatürk, İnönü, Saka, Menderes-Bayar, Gürsel, Ürgüplü, Demirel, Ürgüplü, Melen, Şu havaya uçurulan kaatil ki adını unuttum, Ecevit yani bay hayata döndürme kaatili, Evren, Özal, Çiller, Yılmaz, Erbakan ve Erdoğan) hepsi faşist bir kaynaktan su içimişlerdir, belli süre içerisinde kurşunladığı çocuklardan sadece 5 yaş ve altında olanlarının adlarını aşağıda veriyorum. Dileyen kaynağa girerek tam listeyi alabilir.

İşte liste:

1992’de 115 çocuk öldürüldü: Seyfettin Kapçin yeni doğan, Muhrise Altay yeni doğan, Halil Bebek 2 yaşında, Ahmet Kaya 1 yaşında, Fatma Kaçmaz 4 yaşında, Hatice Acar 5 yaşında, Medeni Aydın yeni doğan, Medine Kartal yeni Doğan, Mustafa Ok yeni doğan Yusuf Budur 1 yaşında, Hamza Bulut yeni doğan, Ayşe Balım yeni doğan, Kemal Şili yeni doğan, Gülbahar Tunç yeni doğan, Emrullah Gök 4 yaşında, Haşim Gök 3 yaşında, adsız yeni doğan bebek Gercüş, Rehan Evin yeni doğan, Nurcan Özatak 2 yaşında, Orhan Dağkeser 4 yaşında, Güler Sökmen 3 yaşında, Sinan Demirtaaş yeni doğan, Devrim Eleftoz 1 yaşında, İkmal Samur yeni doğan, Reber Samur 1 yaşında, Gülsüme Samur 4 yaşında, Şivan Çiğirga 3 yaşında, Fırat Geçmez yeni doğan, Mehmet İşler yeni doğan, Garibe Karasakal yeni doğan, Veysi Başar yeni doğan,

1993’te 66 çocuk: Nezir Ergün yenidoğan, Şemsi Ekici 6 yaşında, Esra Saçaklı yeni doğan, Abide Ekin 3 yaşında, Gürbüz bayındır 5 yaşında, Naim Aslan (?), Semra Bayram (?), Mahmut Aydemir (?), Ayşe Yıldız (?), Diyadinli Canan, Dilşah, Ender ve Ruken (?) yaşında, Yunus Sabırlı 2 yaşında, Bahar Turan 3 yaşında, Eylem Elmalı 4 yaşında, Muhammed Yaşar yeni doğan, Hanım Yaşar 4 yaşında, Gözde Rani 4 yaşında, Zeynep Çağdavul yeni doğan, Gülistan Çağdavul yeni doğan, Abdurrahman Coşkun yeni doğan, M Emin Aslan yeni doğan, Seyitxan Balçık, Mesut Balçık (?), Cahit Öğüt 4 yaşında, Çınar Öğüt 3 yaşında, Dilbirin Canpolat 3 yaşında, Suna Canpolat 2 yaşında,

1994’te 84, 1995’te 7, 1996’da 6 çocuk, 1997’de 7 çocuk, 1998’de 8 çocuk, 1999’da 12 çocuk, 2000’de 3 çocuk, 2006 8 çocuk, 2009 liste yayına verilene kadar 2 çocuk..

Toplam 351 çocuk

Tarih: Sal Nis 28, 2009 7:03 pm

Kaynak: http://www.yasni.de/ext.php?url=http%3A%2F%2Fwww.gencinsesi.com%2Fmodules.php%3Fname%3DForums%26file%3Dviewtopic%2

Sen ve patronun Duçe budur Çiçek efendi.. Bazı arkadaşlar dilimin sertliğinden dem vururlar. Ama inanın bu adamların hiç biri saygıdeğerlik ifade eden bir sıfata layık değildirler. Alçaktır bunlar! Vicdan yoksunu canavarlardır! Kronikleşmiş faşist rejimin bu bekçiliğini yapanlarla savaşmak, bu rejimi tarihe gömmek, Her Kürd’ün, Türk’ün, emekçinin, kadının, işsizin ve entellektüel insanın görevidir..

2011-04-22

A sirac Kekuyon

“Allah yok peygamber izinde”


“Allah yok peygamber izinde”

Hasret Birsel

Biliyorum başlık olarak çok sert görünüyor. Lakin bu sözü işkencehanelere alınan hemen hemen herkes ya duymuştur, ya da görmüştür.
Bu gün televizyon izlerken bir an bu sözü anımsadım. Zulüm ve işkencede uzmanlaşmış AKP hükümeti arsızlığına ve utancına bir utanç daha ekledi, ki partiler tarihine geçecek bir kara lekedir bu.

Adının komplo, tasfiye planı ya da başka birşey olmasının hiç önemi yok. Kürtlerin gösterdiği adayları herkesi şok edecek eften püften gerkçelerle veto eden Yüksek Seçim Kurulu’nun kararından sonra Kürtler sokaklara çıktı. Çıkmaları kadar doğal bir tepki olamazdı. Taşa karşın silah, slogana karşın biber gazı ile cevap vermeyi kendisine destur edinen AKP hükümeti yine fütursuzca saldırdı. Yaralılar, gözaltları ve ne yazık ki ölüm yaşandı. Ne derece üzgün olduğumuzu yazmak artık anlamsız geliyor bana. Ölüm ve zulüm karşısında üzülmemek, tepki duymamak hayvanların dünyasında bile yok.

Ölümün, kanın, barutun, gözyaşının ve öfkenin hakim olduğu Kürdistanda ortam son derece gergin. Hatta bir belirsizlik söz konusu.

Devlet, hükümet -adı her ne zıkkımsa işte- ne yapacak?

PKK ve BDP nasıl bir yol izleyecek?

En önemlisi iradesine müdahale edilen, tepkileri ve istemleri görülmeyerek aşağılanan Kürt halkı nasıl davranacak?

Bu soruların yanıtını almamız çok uzun sürmeyecek, bir iki gün içerisinde beklediğimiz cevapları hep birlikte alacağız.

Yazının başlığına bakıp ne alakasız bir içerik diye düşünebilirsiniz. Çok alakalı, hem de pek çok alakalı. Sokaklara çıkıp tepki gösteren Kürtler polis tarafından darp edilip kan revan içinde bırakıldıktan sonra AKP il binası polis merkezi gibi kullanıldı. Kürtler burada gözaltına alındı.

İşte burası zurnanın zırt deliğidir.

Haberi izlediğimde şu AKP tabelasını kaldırıp „Allah yok peygamber izinde” yazsalar çok yakışır diye düşündüm. Belki de bir bütün olarak Kürdistan’ın her tarafına „Allah yok peygamber izinde” yazmalılar. Zira din “kardeşliğimizden” dem vurup sürekli bu masalı anlatan AKP`nin, inandığı Allah ile Kürtlerin inandığı Allah aynı olmasa gerek.

Hayır benim ne Allah’la ne peygamberle ne de inançlarla sorunum var. Sadece İslamik demogoji ile islamiyette hiç de yeri olmayan, zulmü meşrulaştıran AKP hükümetinin anlayışı ile sorunum var.

Yer yerinden oynarken, hiç birşey olmamış gibi pişkince kameraların karşısına çıkıp 23 nisan çocuk bayramı nedeni ile Türkiyeye gelen yabancı çocukları gülerek ağırlayan, sahte şefkat gösterilerinde bulunan başbakan Erdoğan`ın sahtekarlığı ile sorunum var.

Kürdistanda serçe kuşları gibi çocuklar ölürken, çocuk bayramı şovu ile anı kurtarmaya çalışan, burnunun dibindeki çocukları görmeyip başka kıtalardaki çocukların başının üstüne elini koyan dokuz yıllık bir diktatorya anlayışı ile sorunum var.

İnsanların dayanma sınırları vardır.

Kürtleri deneme tahtasına çeviren AKP hükümeti çoktan bu dayanma sınırını aştı. Şu anda bütün Kürtler taşmış durumda. Hala dut yemiş bülbül gibi susan Erdoğan`ın konuşmaması insanın aklına şu soruyu getirmiyor değil: Kürt halkının tepkisi, entelektüellerin ve aydınların refleksleri ve Kürt yöneticilerinin tahammülü ile politik duruşları bu tür oyunlarla sınanıyor mu?

Eğer sınanıyorsa bu kötü bir oyundur. İnsanların hayatlarına mal olan iğrenç bir yönetemdir.

Bu yönetmele bir yere varamayacaklarını ne zaman anlayacaklar?

Hukuki anlamda dayanakları olmayan, demokrasinin hiçbir yerine konulmayacak bu engelleme çeşitli yöntemlerle aşılmaya çalışılıyor.
Görünen o ki bir şekilde yöntem bulup geri adım atacaklar. Atmaları da gerekli. Hiç bir hukuka, hiç bir vicdana sığmayacak Yüksek Seçim Kurulu’nun vetosu kabul edilir gibi değil.

Geri adım attıklarında ise olay maraba ve ağa hikayesine dönüşecek ve aklımızda kocaman bir soru kalacak.

Bilirsiniz, traktör alan ağa sabah marabası ile yola çıkıp kasabaya gider. Yolda bir öbek hayvan boku görünnce marabaya eğer bu boku yersen traktörü sana veririm der. Traktör sahibi olmak isteyen maraba bir güzel boku yer, kasabaya giderler dönüşte ağa traktörsüz kalmıştır. Marabanın ise içine dokunmuştur yediği bok. Hayvanın dolaştığı yerde bok bol olur. Maraba bu kez yol ortasında gördüğü boku işaret eder ağam bu boku yersen traktörünü sana geri veririm der. Ağa da boku bir güzel yer, traktörü geri alır. Maraba ağam madem traktör sonunda senin olacaktı ikimiz de bu boku neden yedik diye sorar.

Yüksek Seçim Kurumu bu kararı AKP hükümetinden habersiz almamıştır. Eğer öyle olsaydı bu gün sabaha kadar mesai yapar BDP adaylarının hiç de lüzumu yokken yeniden sunduğu evrakları inceler ve kararını biran önce açıklardı.
Ne hikmetse Kürtler sokaklarda iken, polis ortalığı savaş alanına çevirmiş iken Yüksek Seçim Kurulu akşam saat altıda harç ,bitti amele paydos diyerek çekip evine gidiyor. Ortada bir cenazenin, iki ağır yaralının ve belirsizliğin olduğu bir anda bu davranışı insan bir yere koyamıyor. Daha doğrusu koyuyor da, nasıl formüle edeceğini bilemiyor.

Hani diyorum Yüksek Seçim Kurumu ve AKP maraba ağa misali gece konuşup sabah karar mı açıklayacak?

Böyle olunca biz de marabanın ağaya sorduğunu soracağız elbette…

hasretbirsel@hotmail.fr

Zafer ve Halil İbrahim Oruç..


Zafer ve Halil İbrahim Oruç..

Türk Halkı’ndan bazı insanların da katkısı ile Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu AKP’ye, MHP’ye, CHP’ye, YSK denilen kuklaya ve iç ihanete karşı büyük bir zafer kazandı. Bu zaferin kazanılmasında en önde yürüyen Kürt Kadını rüştünü, bu eylemdeki cesareti sayesinde ıspatlamıştır. Ayla Akat Ata ayağından yaralandı.. Emine yürüdü, Sebahat yürüdü, Gültan yürüdü.. Çarşaflısı, özgür kafalısı her inançtan Kürt Kadını sokalarda sabahladı.

Öte yandan Duçe’nin çocuklara karşı açtığı savaş da hızından hiç bir şey kaybetmeden sürdürüldü.. Adana’da Kürt çocuklarına askeri alandan açılan ateş sonucu üç çocuk yaralandı. Çocuklarımız Cizre’de Nusaybin’de dayak yediler ama yılmadılar. Dağlarda da şehitler verildi. Pazarcık’ta üç gerilla çatışmada, Dersim’de TİKKO mensubu beş bayan gerilla göçük sonucu kazada şehit düştü, Türk Ordusu tarafından savaşa sürülen bir korucu da hayatını kaybetti.

Şu acı dolu komediye bakın! Gerçekleştirilen toplu rehin almalar sonucu karakollar dolunca AKP Faşizmi kendi Amed il merkezini polisin emrine verildi.. Uzun zamandan beri yeni karakollar ve zindanlar inşa etmesi için uyarılan içişleri ve adalet bakanlıkları bu yetersizliğin yakında giderileceğini, olmazsa stadyumların bu iş için tahsis edileceği sinyalini verdiler. Bu arada içişleri bakanlığı kurşunlardan kaçanlar için “devlet kurşunlarının boşuna sarf edilmesi ve hedef olmaktan kaçınmaları” suçlaması ile soruşturma açtı.

İşin tirajı-komik yanı bir tarafa, Türk tipi faşizm ilk defa büyük bir direnişle karşılaştı. Türk Kesimi’nin de yer yer bu direnişe katılması, direnenleri desteklemesi iyidir, fakat yetersizdir. Blok partileri ve örgütlerinin dışında daha canlı bir direniş yaratılabilirdi. Ama bu kesim maalesef, tekel işçilerinden 111’i hakkında sekiz seneye kadar varan ceza istemi ile dava açılmasına bile, şartların elverişliliğine rağmen, ses çıkarmamaktadır. Oysa direniş çok güçlü olabilirdi.

Blok’un kazandığı bugünkü zaferde Halil İbrahim Oruç’un şehitler kervanına katılmasının rolu büyüktür. Büyük vuslatı beni çok etkiledi. Adının önünde saygı ile eğiliyorum.

Yerel kaynaklardan aldığımız bilgiye göre “İmamın Ordusu” mensupları 17 yaşındaki bu gencimizi şehit etmelerine rağmen rahatlamamış, Halil İbrahim’incesedini dipçiklemiş, kafasına da darbeler indirmek suretiyle kinlerini kusmuşlardı. Bu bir alçaklıktır desem, alçaklara hakaret etmiş olurum. Adlarını siz koyun.. Halil İbrahim bu mücadele boyunca, nihai barışa kadar asla unutulmamalı, bütün mitinglere manevi varlığı bir fotografla da olsa taşınmalıdır. Halil İbrahim, savaşlarda, barıştan önce toprağı boylayan son asker gibi (tabii ki daha pek çok kurbanlar vereceğiz, ama yine de öyle) anılmalıdır. Halil İbrahim bir seçim uğruna canını vermedi. O, haksızlığa, zulme, inkara ve ilhaka duyduğu öfkeyi sele dönüştürmek için en önde, hedefe doğru gözünü kırpmadan yürüdü ve vatanlaştı. Halil İbrahim Emek kesiminin şehidi olarak ilan edilmelidir. Özgürlüğün ve demokrasinin havarisi olarak anılmalı..

İç hainler, satılmışlar, halkın düşmandan daha fazla öfke duyduğu unsurlar sıra ile TV yayınlarına çıkarıldılar ve bazan da moderatörlerin bile öfkesini çekecek kadar kişiliksizleştiler. Metiner’ler, Fıratlar, Ensarioğlu ve Tanrıkulu gibiler, Fercler (Arapça bilenlerden özür dilerim) sıra ile ekmeğini yedikleri topraklara ihanet ettiler. Demokrasi’ye, Özgürlüğe ve emeğe karşı faşizmi desteklemeleri para etmedi.. İlk raundu halk kazandı..

Dünyada hiç bir tiran, diktatör, faşist şef hayırla anılmamıştır. Solon’dan tutun Pompejus, Crassus, Caesar’ın Triumvirası, Sturm Abteilung (SA)’lara dayanarak kasaplık yapan Hitler, Duçe Musolini, Franko nerede? Taliban diktatörlüğü neyle meşgul şimdi?

Erdoğan… Tarihten ders al! “Tek tek Kürt Kardeşim”in talepleri var.. “Kürt Halkı yok” demeye getirdiğin o küçümseyici, iğrenç, kabadayı tavrını gözden geçir..Hani Türkler derler ya; “Bu Dünya Sultan Süleyman’a kalmadı”.. Sana mı kalacak?..

İyi düşün.. Çalma oylarla temslci olunmaz.. Sokakta, Halil İbrahimler ile kol kola yürüyebiliyor musun? İşte o zaman temsilciyim de! Seni ne Metiner gibilerin yalanları, ne Ensarioğlu gibiler Kürt milletine kabul ettiremez. Belki bir kaç oy alırsın, fakat o oyları verenler bile kerhen vereceklerdir. Bunu bil!

2011-04-21

A Sirac Kekuyon