İkinci Cilt: Sakine Cansız tarihe ışık tutuyor

Sakine Cansız’ın doğup büyüdüğü Dêrsim’den başlayarak 1996 yılına kadar yaşadıklarını anlattığı ‘Hep Kavgaydı Yaşamım’ adlı kitabının 2. cildi Mezopotamya Yayınevi tarafından basıldı.

Paris’te katledilen Cansız’ın hayatını, devrimciliği ve biraz da PKK tarihinin ilk yıllarını anlattığı kitabının ilk cildi Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yoğun ilgi gördü. Merakla beklenen, Sakine Cansız’ı unutulmaz efsanevi bir kahraman haline getiren 2. kitap ise cezaevi günlerini anlatıyor. Kendi kaleminden okuduğumuz Sakine Cansız kitabında 1979’da Elazığ’da yakalanışından 1991 yılına kadar süren serüvenini anlatıyor.

Her an’ı her duyguyu en ince ayrıntısına kadar yakalayan Cansız yaşadığı olayları iç diliyle anlatırken hem eleştirel hem tavır koyucu hem de mücadeleci yönünü her fırsatta gösteriyor. Tarihe not düşecek, bugüne kadar bilinmeyen olaylara da kapı aralanan bu ciltte bir zindan direnişçisi, bir kadın, bir PKK’li, bir devrimci, bir Kürt olarak çıkıyor karşımıza Sakine Cansız.

İLK YAKALANMA

Cansız, bu ciltte ilk olarak 1979 Mayıs ayında Elazığ’daki yakalanışını anlatıyor. İhanetin kol gezdiği günlerdi o günler. Henüz PKK direnişçiliğinin ilk tohumlarının ekildiği ancak zirveye ulaşmadığı yıllar. Elazığ’da yakalandığı günlerde Sakine Cansız devrimci direnişçiliği nasıl ele aldığını ve ihanet karşısındaki tavrını şu sözlerle özetliyor: “Devrimci intikamcılık sınıf bilincinin derinliğini gerektirir. Kini, intikamı, öfkeyi, sevgiyi gerçek temeline oturtmayan hiçbir yaklaşım hedefini bulmaz. Anlık, kısa vadeli olur etkileri, sonuç vermez. Bilincini, duygularını, istemlerini idealine bağlamayanın, onun yatağına akıtmayanın cesareti, erdemliliği, güvenilirliği de olmaz.” O dönem Elazığ grubundan çıkan ilk ihanet olarak da adlandırılabilecek Şahin Dönmez’i derinlikli bir şekilde ele alıyor.

Ağır işkencelere maruz kalan Sakine Cansız’ı en çok öfkelendiren işkencenin ağırlığı değil, en yakınındakilerin itirafları, çözülmeleri ve direnmek yerine teslimiyeti seçmiş olmaları oluyor. Tüm bunlara karşı ise tek tercihi ‘direniş’ oluyor: “Coplarla bacaklarıma, bacak aralarıma, bele kadar nereye rast geliyorsa vuruyorlardı. İnsanın beynini uyuşturan acılardı. Ama ne zamanki bizimkiler konuşmaya başladı, çok ezik, çok zorlanarak söylenmiş sözler peşpeşe sıralandı, işte o zaman patladım…Hele işkencehane gibi bir yerde en ufak bir korku, en basit bir çekingenlik, ikircikli ruh hali çok önemli. Onda (Şahin Dönmez) sezdiğim her zayıflık bende güç haline dönüşüyordu. ‘O bunlarla düşmanı sevindirirse, ben de inadına düşmanı çatlatacak şeyler yaparım” diyordum. Hayır, bunları önceden düşünerek, tasarlayarak yapmıyordum, kendiliğinden oluyordu. Onu gördüğüm ilk anda da öyle oldu. Ayaklarımı yere basarken acı duyuyordum. Ama onu öyle şaşkın, öyle zavallı görünce yürüyüşüm değişmişti; daha dik başlı ve canlı yürümüştüm.”

CEZAEVİNDEN KAÇIŞ PLANLARI

Sakine Cansız daha Elazığ’dayken gözaltı ve cezaevinde direnişiyle, yoldaşları üzerindeki moral etkisiyle, sürekli bir iletişim, ilişki içinde olma çabasıyla ve belki de en fazla da bulunduğu mekana sığmaz kişiliğiyle sürekli bir arayış içerisinde oluyor. Kitapta pek de bilinmeyen yeni ayrıntılar var. Örneğin daha Elazığ’dayken kaçma planları yapmaya başlıyor. Ona göre bir devrimci asla ve asla cezaevinde olamaz. O dönem yine PKK kurucularından Kemal Pir’in de cezaevinden firarı Sakine Cansız’da da firar düşüncesini iyice perçinliyor.

PKK henüz o yıllarda grup aşamasından parti aşamasına yeni geçmiş olmasına rağmen Öcalan’a olan inanç ve sarsılmaz bağlılık inanılmaz düzeydeydi. Cansız bunu işkencecilerin karşısında o günlerde şu sözleriyle gösteriyor: ”Sen boşuna inat ediyorsun. Neyi savunuyorsun hala? Örgüt bu kadardı. Bir kaç kişi daha var, onları da yakalarsak tamamdır. Peşlerindeyiz’ dedi bir diğeri. ‘Buradakilerin hepsi de ihanet etse, herkesi yakalasanız, bir tek Apo kalsa yeter!’ deyince bir süre hepsi sustu, garip garip bana baktılar.”

Sakine Cansız günlük olarak kaleme aldığı yazılarında bizleri o yıllara, işkencenin ve direnişin en zirvede olduğu yıllara götürüyor. Her zorluk karşısında direncinin daha da keskinleştiğini görüyoruz Cansız’ın. Dêrsim’in bu asi kızı ilk sürgününü Malatya’ya yaşıyor.

VE CEZAEVİNDEN KAÇIŞ

Özellikle Malatya cezaeviyle başlayan günlerde Cansız kadının içine düşürüldüğü sorunları daha yakından görüp tanıma, sorunlara çözüm olma arayışını geliştiriyor. Farklı farklı nedenlerle hapse düşmüş kadınları anladıkça onlara daha da yakınlaşır ve kadının sorununun bir yerde ortak olduğunu görür. Erkek egemenlikli sistem.. Firar sevdası Malatya’da da peşini bırakmaz Cansız’ın. ve dışarısıyla bağlantısı çok sınırlı olmasına rağmen kendisini örgütler. İlk fırsatta müthiş bir planla soluğu dışarıda alır. Ancak hem dış bağlantıların sağlıklı olmayışı ve arkadaşlarının gelmeyişi hem de alanı tanımayışı firarın erkenden sona ermesine neden olur.

12 Eylül askeri darbesini de cezaevinde karşılar Cansız. Ve 1981’in Mart ayında Malatya’dan PKK’nin kuruluş kongresini yaptıkları Amed’e, bu kez tutsak olarak geri döner.

SAKİNE KAHRAMANLAŞIYOR

Diyarbakır Zindanı Sakine Cansız’ı Sakine Cansız yapan yer olarak tanınır, bilinir. Orda cunta rejiminin en insanlık dışı uygulamalarına maruz kalır. Her türlü işkence karşısında baş eğmeyen duruşuyla başta kadın koğuşunda bulunan yoldaşlarına ve tüm cezaevi yapısına üstün bir moral olur.

Diyarbakır Zindanı’nda Binbaşı Esat Oktay Yıldıran ile ilk karşılaşmasını ise Cansız şöyle anlatıyor:

”Aniden biri yanımızda beliriverdi, nereden gelmişti, rütbesi neydi? O ne biçim adım atıştı, o ne biçim surattı. Kalleş gözlerini kan bürümüştü! Sırıtıyor gibi duruyordu. Dudakları, ağzı işkenceciliğin şekillendirdiği sırıtkanlıktaydı. İnsan gülüşü, insan yüzü, insan bakışı değildi kesinlikle. Bazılarındaki insan siması ilk anda yanıltıcı olabilir. ‘Bu yüz ifadesi altında kişilik nasıl bu kadar işkenceci olabilir’ diyebiliyor insan. Ama hayır, bu yaratık ilk görüntüsüyle kendisini ele veriyordu. Belli ki bu işte yoğrulmuş. Önümde dikilmiş, ilk sorusu “Adın ne?” oluyor. Ben de “Sakine” dedim. “Türk müsün?” dedi, “Hayır, Kürdüm” diye cevap verdim. Şiddetli bir tokat indirdi. Yolculuğun verdiği yorgunluk, o an yaşananlar ve tokat, bir anda gözlerimin önü kararır gibi oldu. Evet, çok iyi anlaşılıyordu. Esat Oktay Yıldıran ile ilk tanışma! Amed zindanıyla ilk tanışma! Düşmanın tokadını yemek herhalde arzulanan bir şey değildi ama arkadaşların acısı biraz olsun hafiflemişti yüreğimde.”

İşkenceci Esat’a karşı direnişi işte bu sözlerle başlamıştı Sakine Cansız’ın. Ve sonraki günlerde cezaevine dayatılan tüm uygulamalara karşı kendi tavrını koymuştu ortaya. Öyle ki birçok koğuşta belirli şeyler kabul edilmiş olsa bile kadınlar koğuşunda direnmeyi bir gelenek haline getirmişti hatta bazen kadınlar koğuşu içinde tek başına direnmek bir ilkeydi onun için. Tüm baskılara rağmen ne direnişten ne de örgütlü yaşamdan tek bir an dahi geri adım atmadı. O sert işkence günlerinde tek amaç örgütlülüğü dağıtmakken Cansız ve arkadaşları tüm olumsuzluklara rağmen örgütlü bir duruş sergilemek için canla başla hem düşmana karşı hem de içe karşı büyük bir mücadele verirler.

Esat’ın kadınlar koğuşuna yaklaşımını ve direnişlerini şu cümlelerle özetliyor Sakine Cansız: “Esat’ın belki de en çok sevindiği an direnişi kadınlarda kırdığı an olmuştu. Onun dışında Esat hep hırçın, öfkeli ve istediğini yapamamanın saldırgan ruh hali içindeydi. Bize yansıyan yüzü böylesine iğrençti. Her koğuşa gelişte “Hayvanoğlu hayvanlar! Bir siz beni kızdırıyorsunuz” derdi. O küfürleri, o söyleyiş tarzı görülmeye değerdi. Düşmanın bu halinin insana ne kadar moral verdiğini şimdi nasıl anlatayım? O küfürler, o kudurganlık kendimize güvenimizi geliştirmeye yol açıyordu. Düşman bu kadar hırçınsa, düşman bu kadar kinliyse o zaman demek ki bizde yaşayan, direnen, ayakta duran yanlar hala vardı ve güçlüydü. Bazı kuralları kabul ettiğimiz halde bunları söylüyorsa, demek ki amacına ulaşmamış düşman. Duvara, parmağıyla sinek ezer gibi yapardı ama sorun Esat’ın dediği gibi, yaptığı gibi değildi, bizler sinek gibi ezilmemiştik. Avucuna sığacak kadar küçülmemiştik. Bunu o da biliyordu.”

Diyarbakır Zindanı’ndaki işkence politikası en ayrıntısına kadar anlatılıyor kitapta. Her an her yerden bağrışmaların eksik olmadığı, işkence altındaki insanların yaşadığı o ağır travmalar, direniş buna karşı teslimiyet ve ihanet. Hedefin tek tip itaat etmiş, teslim olmuş kişilikler yaratmak olduğunu söyleyen Sakine Cansız, Diyarbakır Zindanı’nı en sade tanımıyla Nazi Almanya’sı kamplarına benzetiyor.

TARİHE IŞIK TUTAN BİR KİTAP

PKK’nin kurucu kadroları olan Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir, Dörtler ve diğer tutsakların yaşamları, duruşları, direnişlerine götürüyor bizi kitap. İlk ölüm orucunun başlatıldığı eylemin de canlı tanığıdır Sakine Cansız. O günkü duygularını, ilk olarak karşıladıklarını an be an yazıyor kitabında.  Adeta okuyucuyu o günlere, 1980’li yılların Diyarbakır Zindanı’na götürüyor okuyucuyu. O kahramanlaşan, destanlaşan direniş hikayeleri, bugüne kadar birçok şekilde anlatılmıştı. Fakat ilk kez Diyarbakır Zindanı bir kadının dilinden hem de Diyarbakır Zindanı’nda direnerek efsaneleşmiş bir kadının, bir PKK militanının Sakine Cansız’ın dilinden anlatılıyor. Çağdaş Kürt tarihine yaşamıyla damgasını vurmuş olan Sakine Cansız Amed’den sonra Amasya ve Çanakkale’ye sürgün ediliyor. Gittiği her yeri bir direniş mekanına çeviren, bulunduğu her yeri adeta bir devrim sahasına çeviren özelliğiyle örgüt yaratan bir kadının inanılmaz yaşamını bulacaksınız Hep Kavgaydı Yaşamım kitabında.


Rojava raporundaki detaylar yayınlandı

HEWLER 13.09.2013 14:45:00

 

Ulusal Kongre Hazırlık Komitesi’nin Rojava’daki durumu incelemek üzere oluşturduğu komitenin hazırladığı raporun detayları ortaya çıktı.

Federal Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin 8 Ağustos’taki talebi ardından Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi tarafından oluşturulan 9  kişilik heyet, 19 Ağustos günü Batı Kürdistan’a geçerek beş gün boyunca incelemelerde bulundu.  DİHA tarafından yayınlanan raporun detaylarına göre heyet, Dêrîk, Girkêlegî, Enya Şer Rimêlan Paşa köyü ile Rimêlan, Gundê Zexîre, Tirba Sipî, Celaxa, Qamişlo, Dirbesî, Serê Kaniyê şehirlerini ziyaret etti.

Bu raporun detaylarının yayınlanmasından önce Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi, Rojava Heyeti’nin raporuna ilişkin Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani’nin yaptığı bir açıklamanın düzeltilmesini istemişti. Düzeltme yapılmaması halinde raporunun orijinal halinin yayımlanması bekleniyordu.  Barzani, heyetin raporunda Rojava’da katliam yapıldığına dair hiçbir belgenin olmadığını savunurken, Halep bölgesindeki katliamda ölenlerin de iki silahlı güç arasında yaşanan çatışmanın sonucu olduğunu ve heyetin Amude’ye gidişine izin verilmediğini söylemişti.

Oysa raporda Til Hasıl ve Til Aran’daki olaylara ilişkin mağdur ailelerle yapılan görüşmeler yer alıyor. DİHA’nın haberine göre heyet siyasetçi, genç, uzman, avukat, öğretmen, din alimi, aydın ve toplumun önde gelenleri gibi farklı kesimlerinden 400 kişi ile görüşürken, özelikle sivillere yönelik silahlı gruplarca katliamların yapıldığı belirtilen Halep’e bağlı Til Aran ve Til Hasıl’dan kaçan ailelerle görüşmeler yapıldı.

Amude şehrini ziyaret etmek için de heyet üyeleri her ne kadar başvuru yapsa da heyetin iki üyesi (Delil Amed ve Şilan Eminoğlu) buna karşı çıktığına dikkat çekildi. Amude’de iç sorunlar yaşandığı ve bunun da heyetin görev alanına girmediği, sözkonusu iki üyenin karşı çıkışına gerekçe olarak gösterildi. Bundan dolayı da heyetin diğer üyeleri de bu ziyareti yapmamaya karar verdiler.

Heyetinin Batı Kürdistan’da toplumsal kesim ve yapılarla yaptığı görüşmelerinin sonucunda tespit ettiği “sorunlara” yer verildi.  Rojava’da Asayiş güçleri ile YPG güçlerinin oluşturulduğunun belirtildiği raporda iki güce karşı farklı görüşlerin dile getirildiği ifade edildi. Rojava Halk Meclisi (MGRK) ve onlara bağlı kesimlerin, bu iki gücü ulusal güç olarak tanımladığı, Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) ve yandaşlarının da bu iki gücü bir partiye bağlı güçler olarak tanımladıklarına yer verildi.

“Siyasi açıdan Rojava Kürdistanı ikiye bölünmüş” tespitinin yapıldığı raporda,  “Bu da ENKS ve EGRK’dir. Her ne kadar bu iki taraf arasında bir antlaşma yapılmış ve buna göre Desteya Bılında a Kurd (Kürt Yüksek Konseyi) oluşturulmuşsa da Hewler antlaşmasının hayata geçmemesi, Desyeta Bılında a Kurd’a bağlı komisyonların oluşturulamaması ve EGRK’nin Partiya Azadiya Kurdi’ye (ki ENKS’nin üyesi) karşı tutumundan dolayı 5 ayı aşkın bir süredir Desteya Bılınd a Kurd’ın toplantıları durdurulmuş” deniliyor.

Sınır kapılarının kapalı olmasının Rojava’da halkın ekonomik sorunlar yaşamasına neden olduğu tespitinin de yapıldığı raporda, “Bu da yaşamsal ihtiyaçların fiyatlarının artmasına, temininde sorunlar çıkmasına neden olmuştur.  Aynı zamanda Rojava’da güvenliğin olmaması ve gerginliğin sürmesinden dolayı bölgedeki tüccarların bir kısmı göç durumunda kalmış, bir kısmı da çalışmalarını durdurmuş” diye belirtiliyor.

Sağlık noktasında da Rojava’da ciddi sorunlar yaşandığının belirtildiği raporda, elektriğin olmamasının, içme suyu kuyularının, fırınların ve işyerlerinin çalışmamasına neden olduğu kaydedildi. Bu durumun da halkın günlük yaşamını olumsuz etkilediği belirtildi.

Raporda, talan edilen birkaç hastanede ilaç, uzman kadroların ve özellikle kan tahlillerinin yapılması için gereken özel malzemelerin olmamasından dolayı Rojava’da sağlık sorunlarını baş gösterdiğinin altı çizildi.

Bu sorunların da Rojava halkının Güney Kürdistan ya da Kuzey Kürdistan’a göç etmesine neden olduğu tespitinin yapıldığı raporda, “Bu durum diğer bölgelerden gelen Arapların onların yerlerine yerleşmesi ve Rojava’nın demografik yapısının değişmesi gibi bir tehlike yaratıyor” denildi.

Heyet üyelerinin, Qamışlo’da Hıristiyanlarla da bir araya geldiği ifade edildi. Bölge halkı ile benzer sorunlar yaşayan Hıristiyanların aynı zamanda kendilerine özgü sorunları olduğuna işaret eden heyetin elde ettiği bilgilere göre Suriye devriminin başladığı günden itibaren, Haseke’de 84, Qamışlo’da 16 Hıristiyan kaçırılarak fidye istendi.

Göç etmek zorunda kalan Hıristiyanların mal ve mülklerinin korunması, siyasi parti ve sivil toplum örgütleri tarafından eğitim devrelerinin açılmasıyla bölge halkının barış, birlikte yaşam ve birbirini sahiplenme üzerine eğitilmesi, Hıristiyanların bölgenin yönetim mekanizmasında Kürtlerle birlikte yer alması biçiminde talepleri dile getirildi.

Raporda heyetin Til Aran ve Til Hasil’e güvenlik sorunlarından dolayı gidemediği belirtildi. Ancak, söz konusu kentlerden Qamışlo’ya gelen üç ayrı grup ile görüşmeler yapıldığı ifade edildi. “Toplam 50 kişiden oluşan bu guruplarda 18’i kadın, 11’i çocuk, 21’i erkek yer alıyordu” diyen heyet, her üç gurubun hikayelerini dinlediklerini ve yaşanan olaylar, ölü sayısına ilişkin farklı görüşlerin ifade edildiğini belirti.

Rojava’ya gönderilen yardımların dağıtılmasına ilişkin de halkın şikayetleri olduğu bilgisi de raporda yer aldı:

Raporda ek bir bölüm olarak görüşülen kesimlerin talepleri sıralandı:

-İlgili tüm taraflar, partiler ve herkesin Hewler Anlaşmasının gereklerinin yerine getirmesi. Kürt Yüksek Konseyi’nin, özellikle de uzman heyetlerinin aktif hala getirilmesi

-Savaşın Kürtlerin çıkarına olmadığı, Kürt halkının düşmanlarının artmasına neden olduğu için Kürt bölgesinde savaşın önlenmesi için acilen çalışma yürütülmesi. Ayrıca savaş ve barış konusunda tüm tarafların katılması ve kararın tek bir tarafın elinde olmaması. 

-Tüm taraflar arasında bütünlüklü ve ortak bir askeri gücün oluşturulması.

-Rojava Kürdistanı için acilen ilaç temin edilmesi

-Federal Kürdistan ile Rojava Kürdistan’ı arasındaki Semalka Sınır Kapısının ticarete açılması. Rojava Kürdistan’ındaki tüm ilgili tarafların katılımıyla yapılacak olan ortak bir programla yürütülmesi, sadece tek tarafın elinde olmaması.

-Rojava Kürtlerinin Türkiye ve Federal Kürdistan Bölgesine göçü engellemek için çalışma yürütülmesi. Sadece insani durumlar için halkın Federal Kürdistan Bölgesine geçişine beli bir süreliğine izin verilmesi. 

-Partilerin başkanlık merkezlerinin Rojava Kürdistan’ına dönmesi.

-Kürt tarafları arasında basın yoluyla karşılıklı yürütülen savaşın önlenmesi.

-Rojava Kürdistan’ında bir kampın kurulması için çalışma yürütülmesi ve kendi yerini bırakmak zorunda kalan halkın bu kamplara yerleştirilsin. Aynı zamanda Federal Kürdistan Bölgesine göç edenlerin Rojava’ya dönmesi için çalışma yürütülmesi.

-Aydınların ve basın çalışanlarının çalışmalarının engellenmemesi ve basın özgürlüğüne ve çalışmalarına saygı gösterilmesi. 

-Türkiye ile Rojava Kürdistan’ı arasında bir sınır kapısının açılması için Kuzey Kürdistan halkının Türkiye hükümeti üzerinde baskı kurması. 

-Halktan bazı kesimler YPG’ye silah ve mühümmat temininde yardımcı olunmasını telap etti.

Heyetin Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi’ne sunduğu önerileri ise şöyle sıralandı: Rojava Kürdistan’ı için acilen ilaç temin edilmesi, Yukarıda heyete sunulan taleplerin hepsinin yerine getirilmesi için çalışma yürütülmesi, Semalka (Pêşabîr) sınır kapısının ticarete açılması için yeni bir sistemin indirilmesi ve sınırın tek tarafın elinde bulunmaması.


Xwede û ol(dîn) çawa derketin holê – M. Elî Tuysuz
Kurdî

Zanistên rastîn ne older in. Baweriya wan ya li ser Xwêdê û olan li gor zanistiyê avabûye. Li gor zanistên civakî ol(dîn) û Xwedê wiha derketine hole:

Li gor gelek dîrokzan û zanistan dîroka ax û gerdûnê gelekî kevn e. Pirî caran behsa pênc-şeş milyar sal tê kirin. Dîsa însanên destpêkê jî li gor zanistan du milyon sal berê çêbûne. Xweza û şertên avhewa dema însanên destpêkê pir zehmet bûye. Însanên destpêkê him ji hev, him ji heywanan hov û him jî ji serma, ba û baranê pir ditirsin, hewldidin ku xwe ji wan şertên xweza û avhewayî biparêzin.

Însan bêhêz û bêçare ne. Însan nezan û tirsonek in. Însan bêkes û bêçek in. Dar an jî cîhekî bilind, sîyek, kêleka heywanekî êrîşnekir, zinarekî mezin, dîsa dareke qalind, ji bo însanên wê demê û hezaran sal paşê cîhê xwe parastinê ye.

Heywanên hov êriş dikin, hewa sar e, dengê birûskan ji kûr ve tê, baran jî dibare. Însan hewcedarê parastinê ne. Pewîstî bi parastvanan heye.

Di demeke wiha de cîhê ku însan xwe lê diparêze dibe cîhê pîroz. Êdî însan bêbîr bi hinek tiştên ku di xwezayê de hene bawer dike, ji wan hez dike.

Di demên pir kevn de însan bi vî awayî ji bo hin sedemên xwezayî mecbûr mane, an jî pêwîstî ditine ku ji xwe re ramaneke olî peyda bikin. Tiştên ku di destpêkê de însan pê bawer bûye di xwezayê de hebûne. Sempatî ji bo zinarekî, darekê, heywanekê an jî ji bo tav û hîvê çêbûye.

Bi sedan sal derbas dibin. Hewcedarî guherîne, bi parastvanên bi awayên din re pêwîstî heye. Ew sempatî û nêzîkayî ji bo tiştên xwezayî dem bi dem wîsa mezin dibe ku êdî însan bê wan nikare xwe bilivîne û gav bavêje. Ji bo ku wan neqeherîne an jî destûr ji wan bigre, însan bi wan re dipeyive, xwe li ber wan xwar dike, bi gotinên îro rica an jî dua dike ku destûr ji wan bigre. Ew pêvajo bi sedan salan didome.

Dem digu¬here, cîh diguherin, însan diguherin.

Li hinek herêmên cîhanê ew têkiliyên jorîn didomin. Li cîhên din agir hatiye peydakirin, ji kevir û daran çek hatine çêkirin. Li cîhekî din însan hîn li pêş e. Ew êdî ne ji baranê û heywanên hov û ne jî ji şevê ditirse. Lêbelê hewcedarî guherîne. Pêwîstî bi hewcedariyan nû hene. İnsan birçî ye, însan nexweşe. Êdî xweza nikare ji wî re çareseriyan peyda bike. Însan li ezmên dinêre, bi ezmên re dipeyive, bi ezmên û ruh bawer dike, çi li paş ewr û perda ezmên heye meraq dike.

Li cihekî din hinek însan hinekên din bi ezmên û tavê ditirsînin. Li deverên din meraq ji bo ezmên zêdetir dibe. Yek xwe wek xwedê îlan dike û dide nasandin. Dûra qiral dibe xwedê. Bi vî awayî li gelek deverên cîhanê însan li parast¬vanekî digere. Hinek yekî, yên din çendekan dibînin.

Ew ger, di gerê de têkilî û piştre bawerî ji bo însanan dibe ol. Parastvan jî dibe xwedê. Însan di demên pir kevn de xwediyê xwedayekê an jî çend xwedayan bû. Ji bo vê jî wê demê re dibêjin dema olên pirxwedan.

Wek tê zanîn di dema Împaratoriya Roma (700bz.-400pz.) de gelek qiral xwe wek xwedê îlan kiribûn. Di dema Antîk ya Grekîyan(400 bz.) de jî bawerî bi gelek babet xwe¬dayan dihat.

Olên xwezayê ji dema civaka yekemîn ya prîmîtîv bigre heta ku dînên mezin der¬dikevin holê (hîndûîzm, bûdîzm, cihûtî, xiristiyanî û îslam) û belav dibin li gelek hêrêman xurt in. Di wê dema dirêj de bi gelek xwedayan bawerî dibû. Dûre êdî li hinek deveran pêwîstî bi Xwedayek nexuyayî heye. Cihûtî, xiristîy¬anî û îslam olên Yek Xwedayî ne.

Di demên olên kevn de xwedê xwezayî bûn, gelek bûn û xuya dikirin. Ji wê demê re dibêjin dema pirxwedê. Lê sê olên mezin yên van 3000 salên dawîn li ser Xwedayekî nexuya an jî Xwedayekî ji dervayî an jî li ser xwezayê ava dibin.

Di olên Yek Xwedê de, Xwedê mezin e, Xwedê dibîne, dizana û Xwedê diparêze. Ew ol bi têkiliyên navberan însan û Xwedê ve, bi axaftina bi Xwedê re, bi mesajên ku ji Xwedê tên însên an jî bi pirtûkên Xwedê ku digêhêjin însên derdikevin holê. Ew însanên ku bi Xwedê re di nav van têkiliyan de ne jî pêxamber in.

Peyvên ku ew du-sê hezar sal in ku hinek ol li ser dise¬kinin, ruh, miqedes, dua, îba¬det, perestin, qurban, alîkarî, bext, bextiyarî, maf, ezman, Xwedê, axa miqedes an jî ax wek dayik, guneh, parastin, mirin, jiyana pîştî mirinê, melek, rindî, bihuşt, dojeh, xêr, çêyî, pêxamber, afirînêr(Xwedê), mesîh(rizgarker), xirabî, rindî û hwd. in.

————

Helbet li ser ol û Xwedê gelek dîtin hene. Her kes li gor baweriya xwe pirsgirêkê dinirxîne. Hinek li gor zanistî an jî qanûnên xwezayê demê dinirxînin. Yên din, bi taybetî oldar hewl didin ku pêwîstiya ol û Xwedê wek realîte bête qebûlkirin û pê were bawerkirin.

Ji ber ku ew ol û Xweda yê nexuya ji dervayî xwezayê ne, nirxan¬din û şirovekirina wan jî dê bi ramanên nexwezayî bin. Yanê yên ku bi olekê bawer nakin nikarin bi oldaran re vê pirsê li gor qanûnên xwezayî an jî bi awayekî zanistî gotûbêj bikin. Lê mirov dikare ji ol û oldarên rastîn re rêz nîşan bide, ji ber ku ew ol bûne parçeyek ji jiyan û çanda însan û civakan. Lê ol li ser derewan û ji tirsan, ji bo tirsandinê û ji bo xapandinê derketine holê û hatine afirandin. Siyasetmedarên oldar yên derewîn, bi taybetî misilmanên derewîn hîn ji bi misilmantî û xwedê kurdan dixapînin.

Serdestan di civakên xiritiyan ya di dema navîn ya dîrokî de têra xwe ol bi kar anîn. Edî îro vê nikarin bikin. Lê di civakên misilman de hîn serdest bikaranina olê ve mijûl in. Bi pêşkerina aborî û perwerde û dîsa bi helweşendina rejîmên diktator û paşferû ve misilman dê nikaribin însên bi olê bixapînin û bitirsînin. Ew pêvajo dê di van civakan de jî destpêbike.

—————–

alikosan1@hotmail.com


Kaydı yok ama tanık lazımsa tedarik ederiz

iletisim@radikal.com.tr

Ağrı KCK davasında ‘gizli tanığın’ kaydı tutulmamış. Biz ne gizli tanıklar gördük, zaten yoktular. Var olanları da fantastik film figüranı gibiydi.

Hafta içi (çarşamba günü) Yaşar Karakuş’tan söz etmiştim. Hatırlatayım:

Kendisi 37 yaşında bir BDP yöneticisiydi. 6 Aralık 2011’de KCK Ağrı dosyası kapsamında tutuklanmıştı. KCK Ağrı iddianamesinde, savcı suç teşkil ettiğini düşündüğü 80 olayı sıralıyordu. Fakat bunlardan hiçbirinde Karakuş’tan bahsedilmiyordu.

Onun bir KCK’lı olduğuna dair yegâne delil ‘Ağrı Dağı’ kod adlı bir gizli tanığın beyanlarıydı. Avukatı haklı olarak bu gizli tanığa sorular yöneltmek istedi. Mahkeme tanığın gizli olduğunu, sesini ve görüntüsünü değiştirecek teknik imkâna sahip olmadıklarını söyleyerek önce bu talebi reddetti. Avukatın “Soru hazırlayayım, mahkeme başkanı olarak siz sorun, sonra bizimle paylaşın” diye diretmesi üzerine teklif kabul edildi. Ve Erzurum Emniyeti’nden tanığın getirilmesi istendi. Gelen yanıta göre Erzurum Emniyeti’nde böyle bir tanık yoktu. Ağrı Emniyeti de Tanık Koruma Programı kapsamında ‘Ağrı Dağı’ kod adlı herhangi bir kayıtlarının olmadığını söylüyordu.

Benim yazım yayımlandıktan 1 gün sonra, yani 9 Ağustos’ta davanın duruşması vardı. Ve o gün Ağrı Emniyeti’nden gelen başka bir yazıyla karşılaşıldı.

Bu belge özetle ve mealen mahkemeye şöyle diyordu: ‘Ağrı Dağı’ kod adlı tanığın, Tanık Koruma Programı kapsamında kaydı tutulmamıştır. Ve sizin tanığı mahkemeye çağıran dilekçeleriniz Terörle Mücadele Şubemize intikal etmediği için söz konusu tanığı hazır edemedik. Yani? Tanık yok değil. Sadece kaydını tutmadık. Terörle Mücadele’den istemiş olsaydınız size gönderirdik demeye getiriyor.

Bunun nasıl bir hukuk faciası olduğunu uzmanların yardımıyla anlatmaya çalışacağım.

Ama önce ben deneyeyim: Düşünün ki size biri terörist diyor (ki bu devirde her an başınıza gelebilir). Kanıt olarak da ne idüğü belirsiz birinin beyanlarını gösteriyor. Peki, getirin o kişiyi görelim, diyorsunuz. Kaydını tutmamışız ama sonra bir ara hallederiz, cevabını veriyorlar ki hallederler. Emin olun, polisin bunu halletmesi kabildir. Ama siz şunu düşünün: Hiçbir resmi dayanağı olmayan, varlığı dahi kanıtlanmayan, belki bir dahaki duruşma için ‘yoktan var edilecek’ birinin sözlerine binaen aylardır tutuklusunuz. “Kaydını tutmadık ama tedarik ederiz” tanıkları nedeniyle hayatınız kaymış.

Yeni TCK’nın mimarlarından ceza hukuku profesörü Adem Sözüer’e danıştım. Bakın gizli tanıklık müessesesinin adil yargılama ilkesine aykırılığını nasıl açıklıyor: “Öncelikle delil, yargılamanın tüm süjeleri tarafından denetlenebilir ve ulaşılabilir olmalıdır. Gizli tanık bu bağlamda bünyesinde bir çelişki barındırmaktadır, zira iddia makamı tarafından sunulmakta, ancak güvenlik gibi kaygılarla kimliği, yüzü gizli tutulmaktadır. Halbuki sanık veya müdafii bu tanığa, kimliğini öğrenmeye yönelik olmayan, tanıklık ettiği olayı ne şekilde öğrendiği gibi, doğru söyleyip söylemediğini denetleyen sorular sorabilmek imkânına sahip olmalıdır. Eğer tanık bulunamıyorsa veya tanığın dinlenmesini sağlayacak teknik imkân sunulamıyorsa o delil, yargılama ve hükümde kullanmamalıdır. Diğer yandan bu denetim imkânı sağlansa bile sadece gizli tanık beyanı ile mahkûmiyet sonucuna ulaşılması da adil yargılanma hakkını ihlal edecektir. Gizli tanık başkaca delillerin yanında bir anlam ve ispat gücüne sahiptir.”

Halbuki biz ne gizli tanıklar gördük, zaten yoktular. Var olanları da fantastik film figüranı gibiydi. Avukat Efkan Bolaç geçen günlerde Birgün gazetesine yazdığı makalede bunlardan birini şöyle hatırlatmıştı: “Ergenekon davasının 181. duruşmasına katılan ‘Akdeniz’ müstear adlı gizli tanık, saçmalıklarıyla herkesi güldürmüş ve savcılığın ciddiyetle ifadesini aldığı kişinin yapısını gözler önüne sermiştir. Önce kendisine ilaçlı kola içirildiğini iddia etmiş ve sabah uyandığında bademciklerinin alınmış olduğunu ve yine eşine gönderilen pastanın da zehirli olduğunu beyan etmiştir. Yine aynı gizli tanık, Mehmet Demirtaş’ı Korkut Eken olarak teşhis etmiş, istiareye yatarak rüyasında Başbakan’ın eşini gördüğünü ve seçimlerde iktidar partisinin ne kadar oy alacağını bildiğini iddia etmiştir. Sanıklar hakkında ithamda bulunan gizli tanık, salonda bulunan kimseyi teşhis edememiştir.”

Bakalım Yaşar Karakuş’un bir dahaki duruşmasına kadar ‘tedarik edilecek’ gizli tanık hangi teşhis ve tespitlerde bulunup mahkeme ahalisine bir fantazmagorya yaşatacak. Heyecan dorukta.


Dersimliler Derneği: Özür yetmez, sıra diğer taleplerde
Ankara – Ankara Dersimliler Derneği Başkanı Av. Bülent Akdağ, Başbakan Erdoğan’ın Dersim katliamı için özür dilemesinin önemli ancak yetersiz olduğunu belirterek, Dersim adının iade edilmesi, devlet arşivlerinin açılması, Seyit Rıza’nın mezar yerinin açıklanması gibi taleplerinin de kabul edilmesi gerektiğini söyledi. Erdoğan’ın CHP’yi sorumlu göstererek devletin rolünü gizleme yönünde bir yaklaşım içinde olduğuna dikkat çeken Akdağ, CHP’nin katliamın tek sorumlusu olmamakla birlikte mevcut tutumuyla sorumluluğu üstlendiğini ifade etti.

Dersim katliamı için parlamentoda Araştırma Komisyonu kurulması taleplerine en büyük desteğin BDP’den geldiğini kaydeden Akdağ, “Dersim katliamıyla ilgili bir Araştırma Komisyonu kurulur ve sonuçları da kamuoyuyla paylaşılırsa, sistemin daha neler yapmış olabileceği düşünülerek diğer katliamlar ve faili meçhul cinayetler de araştırılır” dedi Mustafa Kemal’in katliamdan haberdar olmadığı iddiasının mantıklı olmadığını vurgulayan Akdağ, Alevilerin bundan sonra Kemalizm, devlet ve CHP’yle ilişkilerini sorgulayacağını, CHP’nin mevcut tutumunu sürdürmesi halinde Alevileri kaybedeceğini söyledi.

Av. Bülent Akdağ, ANF’nin sorularını yanıtladı:

* CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamalarıyla bir kez daha gündeme gelen Dersim katliamı üzerine Başbakan Erdoğan özür diledi, siz bu tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Bu konu bizim için yıllardır gündemdeydi ama Türkiye kamuoyunun gündemine gelmesi CHP’li Onur Öymen’in Mecliste yaptığı konuşmada, “Dersimde analar ağlamadı mı” sözüyle gündeme gelmişti. Ondan sonra Başbakan Erdoğan, “Dersim katliamı” ifadesini kullandı. Geçen 10 Kasım’da da Hüseyin Aygün’ün bir gazeteye yaptığı açıklamayla tekrar gündeme geldi. Biz Sayın Başbakanın özür dilemesini olumlu buluyoruz. Hükümetin başında olan, devleti temsil eden bir kişi olarak Dersim halkından özür dilemesi olumludur ama yeterli değildir. Somut adımların atılmasını, diğer taleplerimizin de karşılanmasını istiyoruz.

DİĞER TALEPLERİMİZ DE KABUL EDİLMELİ

* Madde madde sıralarsak nedir talepleriniz?

– Taleplerimizin birinci maddesi özür dilenmesiydi. Diğer taleplerimizi ise Dersim adının iade edilmesi, Genelkurmay ve devlet arşivlerinin açılması, Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanması, katliamdan sonra evlatlık alınan kız çocukları ve diğer kayıpların akıbeti hakkında bilgi verilmesi, Dersim katliamının ikinci versiyonu olarak gördüğümüz Munzur barajlar projesinden vazgeçilmesi, dilimiz ve Alevi-Kızılbaş inancımız üzerindeki baskıların kaldırılması ve cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi olarak sıralayabilirim. Tabi başka taleplerimiz de var ama başlıca taleplerimiz bunlar.

* Bu talepleriniz için parlamentoda grubu bulanan partilerden AKP, CHP ve BDP’ye görüştünüz, taleplerinizi nasıl karşıladılar?

– İlk görüşmeyi CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’yle yaptık, bizi sadece dinledi ve taleplerimizi genel başkana ileteceğini söyledi. Daha sonra AKP Grup Başkanvekili Ahmet Aydın’la görüştük, kendisi, taleplerimizin bir çoğunun karşılanabileceğini, partiler arasında konsensüs oluşması halinde Dersim katliamıyla ilgili araştırma komisyonu kurulmasına destek verebileceklerini söyledi. Daha sonra BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, İstanbul milletvekili Levent Tüzel ve Muş milletvekili Sırrı Sakık’la görüştük. En sıcak ilgiyi BDP gösterdi, zaten daha önce de Araştırma Önergesi vermişti BDP, yine Dersim eski milletvekili Şerafettin Halis, Dersim adının iadesi için yasa teklifi vermişti. Araştırma Komisyonu kurulması için önerge de vereceklerini söylediler.

CHP KATLİAMIN SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMİŞ OLDU

* Genel Başkanı Dersimli olan ve Dersim’den 2 vekil çıkaran CHP’nin bu mesafeli tutumu ve katliama yaklaşımını nasıl yorumluyorsunuz?

– Biz Dersim meselesinin siyaset üstü, partiler üstü bir mesele olarak ele alınmasını istiyoruz. CHP’nin tutumu yanlış. Hem yeni CHP diyorlar, hem seçim programına alıyorlar ama konu gündeme gelince devletçi reflekslere bürünerek sorumlu olmadıklarını açıklamaya çalışıyorlar. CHP, şunu demeliydi, “CHP yerine başka parti de iktidarda olsaydı yine katliam olacaktı çünkü katliam bir devlet politikasıydı. Başbakanın tavrı olumludur, devlet bu sorunla yüzleşecekse biz de katkı veririz.” CHP mevcut tutumuyla katliamın sorumluluğunu üstlenmiş oldu. Ancak bizce bu katliamın tek sorumlusu CHP değildir. Bunun kanıtı ise bugüne kadar kurulan hiçbir hükümetin meselenin üstüne gitmemesidir. Bu durum da katliamın devletin devamlılığı politikası ile ilgili olduğunu gösteriyor.

* Başbakan Erdoğan, CHP’yi sorumlu göstererek, devleti aklamaya mı çalışıyor?

– Öyle bir yaklaşım var, buradan CHP’ye de vurmak istiyor. Ama başbakanın niyetini sorgulamak için vakit erken. Biz bundan sonraki adımlara bakacağız, somut adımlar atılmazsa niyet sorgulaması yapacağız. Dersim katliamı araştırılırsa bu işlenen binlerce faili meçhul cinayet ve diğer katliamların da araştırılması için bir milat olabilir. Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, kamuoyunun bunu iyi değerlendirmesi gerekir.

* Bunun için ne yapılmalı?

– Dersim katliamıyla ilgili bir Araştırma Komisyonu kurulur ve sonuçları da kamuoyuyla paylaşılırsa, sistemin daha neler yapmış olabileceği düşünülerek diğer katliamlar ve faili meçhul cinayetler de araştırılır. Dersim öyle bir vahşet ki, başbakan 13 bin kişi öldü diyor ama bizim bilgilerimiz bu sayının çok daha fazla olduğu yönünde. Bunlar açığa çıkarsa, diğerleri de açığa çıkarılsın diye bir mantık oluşur. Bir de Dersimliler mitinglerle, basın açıklamalarıyla taleplerini dile getiriyorlar, bu diğerleri için ön ayak olabilir.

ATATÜRK’ÜN HABERSİZ OLMASI MANTIKLI DEĞİL

* Tartışılan bir nokta da Mustafa Kemal Atatürk’ün katliamdan haberi olup olmadığı meselesi, sizin görüşünüz ne?

– Yeni bir Cumhuriyet kuruluyor, Atatürk de cumhurbaşkanı. Dersim’e çok büyük askeri güç sevkediliyor, hava bombardımanı yapılıyor ve bu 2 yıl sürüyor. Cumhurbaşkanının haberi olması bir yana onayı olmadan böyle bir hareket yapılması pek mantıklı durmuyor. Ama kesin yargıya arşivlerin açılmasından sonra varabiliriz.

CHP ALEVİLERİ KAYBEDEBİLİR

* Son gelişmeler Alevilerin Kemalizm ve devletle ilişkilerini sorgulamaya yol açar mı?

– Bence açar.

Nasıl bir sorgulama olur, ne gibi sonuçlar doğar?

* Alevilerin bugüne kadar CHP’yi desteklemelerinin nedenlerinden biri laikliğe sahip çıkması. Aleviler artık devlet ve onu temsil eden partileri sorgulamaya başlayacaklar. Bundan sonra daha demokratik tutum sergileyen siyasetlere yöneleceklerdir. Eğer CHP bu sorunla yüzleşmez, “evet hata yapılmıştır, artık bu ülkenin demokratikleşerek barışa, özgürlüğe ve refaha kavuşacağını düşünüyoruz” demezse Alevileri kaybetmesi muhtemeldir.

ANF NEWS AGENCY


N.Ç.’nin tecavüzcüleri AKP’li çıktı!

Bahoz Deniz

Mardin’de 13 yaşındaki N.Ç’ye tecavüz skandalının altından AKP’li bir grup çıktı. Ceza alan tecavüzcülerden birinin AKP İlçe Başkanı Halit Denli’nin oğlu Nizam Denli, birinin bir dönem ilçe başkan yardımcılığı yapan Sabri Ajak, diğer ikisinin de AKP içinde aktif çalışan Selman Aydın ve Selahhatin Kuray olduğu ortaya çıktı.

Kamuoyunda infial yaratan Mardin’de 13 yaşındaki kız çocuğu N.Ç’ye tecavüz davasının ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Önceki gün Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altay’lı tarafında açıklanan tecavüzcü listesinde, aralarında Yüzbaşı, İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı da olan ve çoğu kamu görevlisi 26 isim yer aldı. Bu isimlerden biri de Nizam Denli. Nizam Denli, Mardin’in Mazıdağı ilçesinde 3 dönemdir AKP İlçe Başkanlığı görevini yürüten Halit Denli’nin oğlu. Yakın çevresinden edindiğimiz bilgilere göre Nizam Denli, Mazıdağı’nda ‘Oto Yıkama ve Yağlama’ işiyle uğraşıyor.

TECAVÜZDEN SONRA HACCA GİTTİ

Araba tamircisi olan yakın arkadaşı Sabri Ajak ile birlikte ilçedeki bir kadın satıcısı aracığıyla 2002 yıllında 13 yaşındaki N.Ç’ye defalarca tecavüz etti. Sabri Ajak’ın da bir dönem AKP İlçe başkan yardımcısı olarak faaliyet yürüttüğü belirlendi. Tecavüz olayından sonra hacca gidip dindar bir imaj edinmeye çalışan Denli’nin, daha sonra da Menzil tarikatına girdiği öğrenildi.

Bu arada, Denli’nin ticaret hayatında da önemli gelişme kaydederek ekonomik olarak büyüdüğü ifade edildi. Kız çocuğuna tecavüz suçundan ceza almasına rağmen hiçbir şey olmamış gibi AKP’nin siyaset koltuğunda oturmaya devam eden ilçe başkanı Halit Denli gibi oğlu Nizam Denli’nin de, sosyal çevresinde çok rahat hareket etmesi ise dikkat çekiyor.

TARİKATA GİRDİ ELHAMDÜLİLLAH!

Telefonla ulaştığımız AKP ilçe başkanı Halit Denli olayla ilgili olarak “O olaydan sonra oğlumla konuşmuyorum. Oğlum yanlış arkadaş kurbanı oldu. Siyasi olarak bana komplo kurmak için oğlumu kullandılar. Oğlum olaydan sonra hacı gitti ve tarikata girdi elhamdülillah” şeklinde görüş belirtti.

Listede adı geçenlerden Selahattin Kuray ise Nizam Denli’nin kayınbiraderi. Diğer bir isimde son seçimde AKP’den belediye başkan adayı olan İsmail Aydın’ın amcaoğlu Selman Aydın. Bu iki kişi ilçede AKP için yaptıkları yoğun siyasi çalışmalarla tanınıyor.

Söz konusu dört şahıs da mahkeme tarafından 13 yaşındaki kız çocuğu N.Ç’ye tecavüz suçundan 4 yıl 2’er ay hapis cezasıyla cezalandırılmıştı.

N.Ç. 2002’de 13 yaşındayken, Mardin’de aralarında yüzbaşı, kaymakamlık yazıişleri müdürü, ziraat odası başkanı, muhtar ve korucuların da bulunduğu 26 kişinin aylarca cinsel istismar ve tecavüzüne maruz kalmıştı. Olayla ilgili Yargıtay 14. Ceza Dairesi, Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 26 sanığa, “15 yaşından küçük kızla rızasıyla birlikte olmak” suçundan 4 yıl 2 ay ceza veren kararının bir bölümünü onamıştı. AİHM’e taşınan bu tartışmalı karar, kamuoyunda yoğun tepki çekmeye devam ediyor.

ANF NEWS AGENCY


Kürt Halkı, Türk Devletleri’ne (Osmanlı ve uyduruk Türkiye’ye) asla iradesini teslim etmedi

Türk Devleti Mustafa Kemal’den beri Kürdistan’da inanılmaz bir faşizan tırmanış sergilemiştir. Bu tırmanış 1980 Darbesi sonrası tam bir beyaz soykırıma dönüşmüştür.

Bütün sömürgeci devletler, emeği sömürdükleri, halkların onurları ile pervasızca oynadıkları, yerlileri yok saydıkları, aşağıladıkları için iğrençtirler. Bir zamanların imparatorlukları, işgal ettikleri ülkelerin insanlarını eze eze sindirdiler, köleleştirdiler ve iliklerine kadar sömürüp çöpe attılar. Düşünün neolithic çağdan beri dünya uygarlığının temellerini atan yörelerinden biri olan Hindustan Halkı, soysuz İngilizlere “sahip” diye hitap etmek zorunda bırakılmıştı. Ben sömürgeci güçleri hep “uygarlık yutan makina” olarak görürüm. Sömürgecinin uymak zorunda olduğu bir uluslararası hukuk yoktur. Kurulan bütün uluslararası kurumlar hep sömürgecilerin değirmenine su taşımışlardır. İşte Milletler Cemiyeti, işte Birleşmiş Milletler Örgütü..

Çin’in eski lideri, sözde “komünist” Mao, “Büyük milletler küçükler aleyhine (toprak açısından) büyüme hakkına sahiptirler” demiş ve Tibet’i yutmuştu.. Araplar “İslam’ın kılıcı”nı kullanarak Kuzey Afrika’daki Kiptîler’i (Egiptis) yutarak asmile etmiş, büyük Mısır Uygarlığı’nı ve önasyada özellikle Kürt uygarlığını tarihten silmişlerdi. “İslam’ın kılıcı” Araplar aynı şeyi Osmanlı’dan önce Anadolu’da, Suriye’de, bugün “Irak” adı verilen uyduruk devlette de tekrarlamışlardı. Berberiler hala hak talebi ile mücadele etmiyorlar mı (el-Mehdi’nin Fas’taki direnişini okuyunuz)? Kürdistan’da “İslam” adı altında gerçekleştirilen zulüm, yazılı olmayan edebiyatla zamanımıza kadar taşındı.

Anglo saksonlar ve İberikliler (İspanyollar ve Portekizliler) Amerikayı bir baştan bir başa kan gölüne çevirmediler mi? Orada bir denge halinde yaşayan insanların kökünü kazıdılar. Ama ardından kendileri haklı gösteren kitaplar, çocuk romanları ve western filmlerle insanların kafalarını karıştırdılar.

Fakat benim gördüğüm kadarı ile Ortadoğu’ya Çin’den gelmiş olan Türkler kadar zalim, fırsatçı, kirli, inkarcı bir başka sömürgeci yoktur. Sömürgeleştirdikleri sekiz ulusu yutmuş, yok veya asimile etmiş, Kürdistan’ı ise hiç bir haklı gerekçeye dayanmadan ilhak etmişlerdir.

Bunda tarihin akışı boyunca Kürt Önderleri’nin tümünün teslimiyetçi bir “gerçekçiliğe soyunmaları” önemli rol oynamıştır. Kürt Önderleri eğer Libyalı Ömer Muxtar gibi, Marockolu el-Mahdi gibi davranmış olsalardı yine de asılmak suretiyle idam edileceklerdi. Ama bıraktıkları miras, “zayıf olduklarını, yenilebileceklerini bile bile ölüme merhaba” demek olacaktı. O kahrolası feodal yapımız ve ona bağlı olarak biribirimizin boğazına sarılmamız Neolithic Çağ’dan beri değişmez karekterimiz olmuştur. Bundan dolayı Asya Tipi Üretim Biçimi’nin ürünü yapısı ile Türk talancılığı muvaffak olmuş, dünya uygarlığına beşiklik eden yurdumuzu başta Araplar olmak üzere pekçok talancı imparatorlar işgal etmişlerdir. Kürd’ü yenilgiye mahkum eden bu feodal kafa, modern çağdaki partilere de yansımış bulunuyor. YNK-PDK ayrışması ideolojik mi, feodal ayrı durma mı siz karar verin..

Evet, feodal kafanın yarattığı yıkımın en bariz örneği olan ve 1514’te cereyan eden İran ile Osmanlı Şah ve Padişahları’nın karşılaşması hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Fakat bu savaştan önce sınırın her iki tarafında, başta feodal Beyler olmak üzere Kürt Halk kitlelerine karşı uygulanan aşağılık bir zulüm vardı. Şah İsmail en aşağısından 11 Kürt feodal beyini sırf Sün’i oldukları için zindana kapatmıştı. Osmanlı’nın “Gaddar Selim” adlı padişahı ise Şeyhül-İslam Nurettin el-Hamza’nın 1512 de hazırladığı fetvayı yürürlüğe koydu. Bu fetvada, kızılbaşlar kâfir ve dinsiz olarak tanımlanmış, onları öldürmenin vacip ve farz olduğunu söylenmişti mühür altına almıştı. Sonuçta en aşağısından 40 Bin kızılbaş Kürt katledildi.

Ama yine de İdris-i Bitlisi’nin Sultan Selim’e onaylattığı antlaşma KÜRDİSTAN’IN İLHAKI ANLAMINA GELEN BİR TEK CÜMLE İÇERMİYORDU.

Bu belgede;

-Kürdistan Beylikleri ilişkilerinde ve içişlerinde tamamen bağımsız olacaklardı.

-Osmanlı İmparatorları İslam’ın koruyucuları sayıldıklarından, İslam’ın birliğinin (Sün’ilerin birliğinin) temsilcileri olduklarından onlara biat edilecekti..

-Osmanlı İmparatorları’nın Doğu seferlerinde Kürt Beyleri onları para ve asker vererek destekleyeceklerdi.

Selim’in yerine padişah olan oğlu Süleyman bu belgeyi tanımama eğilimindeydi. Bunun için Kürdistan’a saldırdı, ama ummadığı bir yenilgi alarak Selim’işn belgesinin bir benzerini yayınladı. Aynı belgeye bağlılık 1840’da da teyit edilmişti.

1806’ya geldiğimizde Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya yüz tuttuğu günlere varırız. Bu tarihi başlangıç olarak alırsak, Türkler’in ülkemizi parça parça yutmaya çalıştığı, buna karşı direnişlerin sergilendiği günleri görürüz. Nerede tümü iç ihanet yüzünden yenilgiye uğrayan bu direnişlerin hiç biri “teslim antlaşması” ile sonuçlanmamıştır. Kısacası 1514 iradesi hukuki açıdan hala geçerlidir. Eğer bir gün uluslararası hukuk geçerli olursa Kürdistan’ın mevcut devlet çerçevesini tanımaması Kürt İnsanı’nın en tabii hakkıdır.

Fakat biz şunu unutmuyoruz: Uluslararası ilişkilerde tek geçerli kural güçtür, güçlülüktür. Şu anda bu köprüden geçiyoruz, ama “ayıya dayı” deme şansı olmadan..

2011-10-04

A Sirac Kekuyon


Savaş derinleşirken

Önümde compüterim, kulağımda “Berfo.. Berfo” diye haykıran Sevinç Eratalay’ın içe işleyen sesi.. “Dağların kızı berfo” beni, halkıma karşı suç işleyerek, elde silah dağların yolunu tutmadığım günlere götürdü.. Ne diyordu Güney Amerikalı Enternasyonalist Devrimci Che: “Devrim için savaşmayana devrimci denmez!” Kürt Abdullah Öcalan ise anlamlı bir cevapla Kürdistan’dan el veriyor: “Savaşan güzelleşir, güzelleşen sevilir”..

Mahir “kapitalizmin bunalımı süreklileşmiştir” diyerek kısa bir ömüre çok şeyler sığdırmış olmanın rahatı ile Kızıldere’de evrene karışmıştı.. Ahmet Repo, Botan’da sonsuzluğa misafir olduğunda ardında efsanevi bir devrimcinin nesilden nesile anlatılacak hayat hikayesini bırakmıştı. O Repo ki vücudunda taşıdığı yüz kurşun izi ile bir Teyrê Baz gibi zirveden zirveye uçuyordu. Düşmanı bile saygı ile önlerinde eğilmeye davet eden Çarçilê direnişçilerinin sonsuzluğa dimdik gidişleri unutulabilir mi?

Ah be Kürdistan toprakları!

Ah be Kürd’ün sevdası cennet vatan!

Senin kucağında, elimde bir taş dahi olsa, o taşı kullanarak direnip ölmek varken,

Ben ne yaptım!!!

Kürdistan’da,

Elinde mavzeri Yadosu’na veda eden Telli… İhanetin kurbanı Zarife olmak ne güzel..

Dersim’de düşmanın orta yerinde bir öfke gibi patlayan Zilan.. Beritan.. Oniki yaşındaki gerilla kızımız gibi olmak..

Bunlar gibi yaşamak, bunlar ve sayısız şehit, gazi ve direnişçi gibi vuruşarak yürümek, vatanlaşmak varken..

Bir yerlerde ense yaparcasına “yaşamak” da neyin nesi oluyor?

Benim rüyam çok basittir, ama gerçekleşmesi, ilerleyen yaşıma ve sağlık durumuma bakılınca şu anda oldukça zor..

Ayrıca

Bu rüyanın gerçekleşmesi,

Emek ister..

Çelik bir irade ister..

Sevda ister, sevda!

Nedir bu rüya?

Kürdistan’da Viking usulu fiziki bir yok oluştur…

Bilir misiniz? Viking Savaşçıları elde kılıç savaşarak ölmedikçe rahata ermezlerdi.

İlle de savaşta,

Ölümcül bir darbe aldıklarında elde kılıç “Odiiin” diye haykırdıklarında her yönü ile ebedi yolculuğa hazır olurlardı. Ermek istedikleri en son yer savaşçı, zafer ve ölümde varılması arzulanan yönü ile Odin’di..

İşte benim Odin’im Kürdistan Toprakları’nın kendisidir.

Yer; Kuwo Sipye.. Orada da Şarık Şivon denilen zirve..

Bir yanı Kerbegon’a bakan, diğer yanı Darêyênî’ye ve arkasını yaslandığı o volkanik dağ.. Siwon buranın batı’sında, Şarik’ın doğusunda uzanır, yemyeşil.. Karşıda kuzeyde Dakon ve Hecîyê ile Sulton Qibeysî uzanır..

Tam da zirvede elde Karnas nöbete durmak var.. Gökleri kirleten Türk Jetleri ve Kobraları ateş kusar dururlar..

İşte bu anda Zelê’de nöbete duran gerilla gibi klêşini havaya kaldırıp,

“Tirko, gene karavana!” demek var…

Sonra adres sormayan bir güllenin bana “merhaba” dediğini düşünmek ve o güzelim, vefalı toprağın bağrına düşmek..

Hiç bir şekilde o iğrenç “rahat” yatağı düşünmeden,

Halkıma hiç ihanet etmemiş olan Kuwo Sipye’ye vücudumu hediye etmek..

Kısacası ana kucağında uykuya dalmak..

İşte hepsi bu!

Kürdistan’ın yiğit evlatları, gerillalar, milisler ve mücadeleci kitleler hep bu rüyamı yaşadılar, yaşattılar..

Zafere kadar bu böyle gidecektir..

İç hainlere,

Satılmanın diyetini ödeyenlere,

İnkarcı-ilhakçı rejimin faşist şefine inat geri dönüşü olmayan bir yoldur bu..

“Point no return”de (geri dönüşsüz noktada) kararlı bir şekilde ilerleniyor..

Sokaklarda, dağlarda, ovalarda,

Ölüme göğüs geren bu insanlar destan ötesi bir tarih yazıyorlar..

Onlara selam olsun!

2011-10-05

A Sirac Kekuyon


Erdoğan’ın Goebbels’i
Hüseyin Inan

Kürtlere karşı öylesine kirli bir propaganda yürütüyorlar ki, insan gerçekten de bunların derisinin kalınlığı hakkında şüpheye düşüyor.

Ahmet Altan’ın aylardır ahlak kelimesi üzerinde deli danalar gibi tepinmesinin hiçbir anlamı yoktur, çünkü o bu savaşta işgalcilerin tarafında yer alarak en büyük ahlaksızlığı kendisi işlemiş oluyor. Kalemini imama ve AKP iktidarına satmış birinden ahlak dersi alacak değiliz.

Türk aydınlarından bazıları kalemlerini ve ruhlarını Kemalistlere sattı, diğerleri imama, param olsa bana da satarlar. Ama ben almam, onlara harcayacağıma nesli tükenmekte olan hayvanlara barınak yapardım.

Altan’ın dalgalandırdığı bayrak sömürgeci ve işgalcinin bayrağıdır, adına istediği kadar “barış” desin. Aydın olmakla, etik değerlerle hiçbir alakası olmayan ve ezilen Kürt halkı karşısında sömürgeci TC devleti saflarında yer alan kelimenin tam anlamıyla bir yalancıdır.

“Sorun tam çözülecekti, PKK savaşa başladı” deniliyor. Peki, sorun tam çözülecek dendikten sonra kaç defa Kürt avına çıkıldı? Şimdiki avcı boynunda imamın muskasıyla geziyor diye neden ona inanalım?

Ahmet Altan’ı okudukça, Adolf Hitler Almanya’sının propaganda bakanı Joseph Goebbels geliyor aklıma. Goebbels’de Yahudileri, savaş karşıtlarını, komünistleri, eşcinselleri, savaş esirlerini, Çingeneleri vs. gaz odalarına gönderirken edebi bir eser yazıyormuşçasına edebiyat parçalıyordu, Altan gibi.

Goebbels toplama kamplarına doldurduğu, işkence eşliğinde ölümü bekleyen insanların ailelerine, kampların evlerinden daha güzel olduğunu yazmalarını dayatıyordu. İnsanlar gaz odalarına doldurulurken, mektupları, ölüme taşınacak yeni insanları almak için Avrupa’nın dört bir tarafına doğru yola çıkan trenlerle ailelerine gönderiliyordu.

Bu, Kandil ve Kürdistan baştanbaşa bombalanırken, Altan’ın Kürtlere “neden savaşa karşı çıkmıyorsunuz” demesine benziyor.

Oysa vicdan ve ahlak sahibi olanlar, hiçbir koşul / şart öne sürmeden işgalci Türk ordusunun Kürdistan’dan çekilmesini isterler ve bunda diretirler.

Goebbels’de Hitler üzerine yazılar yazardı. Ve Hitler’in “Mein Kampf” kavgam adlı “başyapıt”ına hayrandı. Altan’ın Erdoğan’ın Kasımpaşalığına hayranlığı gibi.

Hitler ve Goebbels’de dünyayı bin yıl yönetecek bir Alman imparatorluğunun hayalini kuruyorlardı, Erdoğan ve Davutoğlu’nun “Yeni Osmanlı” hayalleri gibi. Onların bu hayali Altan’ın da iştahını kabartıyor. Ne de olsa paşa torunu, onda da vardır biraz Osmanlılık.

Goebbels Hitler’le tanışmadan önce sosyalisttir. Altan da Erdoğan iktidarından önce en azından rejim “muhalif”iydi. Şimdi Erdoğan’ın yörüngesinde bir pervane gibi dönüyor, onu Arap fatihi, en büyük Türk yapmanın derdinde.

Namuslu bir aydın Türk ordusunun Kürdistan’dan koşulsuz çekilmesini savunur. Ama Altan Kemalist orduyu Kürdistan’da başarısız olduğu için yerden yere vururken, imamın ordusunun Kürdistan’da daha güçlü konumlanmasını ve işgali sonsuza dek sürdürmesini canı gönülden istiyor.

Goebbels de Wehrmacht’ın (nazi Almanyasının ordusu) dünyanın en büyük ordusu olmasından yanaydı.

Goebbels ile Altan arasında farkı var mı?

Gün gelir ve Kürtler bu savaştan başarıyla çıkarlarsa tarih Altan’ı bu sıfatla yazacaktır. Sizde bunu bir tarafa yazın.

Yok, eğer Kürtler yenilirse, Kürt katili Mustafa Kemal gibi o da Türk tarihinin şanlıları arasında yer alacaktır.

Altan bu kirli propaganda işinde yalnız değil kuşkusuz.

Kemalistlerin safında yer alanlar Kürtler söz konusu olunca topluca imamın peşine takıldılar.

Bir de Diyarbakır cezaevinde işkence görmüş ve bu işkenceyi Kürt alanına girmek için kredi kartı gibi kullananlar var. Biri onlara hiçbir kredinin sonsuz olmadığını anlatsa iyi olacak. Onlar iktidardan aldıkları gazla kredilerinin bittiğini idrak edecek durumda değiller maalesef.
Evet, onlardan bir de Orhan Miroğlu.

Miroğlu’da bu propaganda makinesi içinde Goebbels’in defterdarlığını yapanlardan.

Naziler de gaz odalarına doldurdukları Yahudilere son darbeyi ellerinde tutsak ve ikinci postada aynı akıbeti yaşayacak olan başka bir Yahudi eliyle vuruyorlardı. Gaz vanalarını tutsak Yahudiler çevirmek zorunda kalıyorlardı ve Naziler bundan büyük bir zevk duyarlardı.

Altan’da işgalcilere karşı gazını aldığı Miroğlu’nu, Kürtleri zehirlemek için vananın başına atamış ve bunun adına da “muhalif aydın” oyunu diyorlar.

Şu an itibariyle işgal lokomotifinin makinisti Erdoğan, kazan dairesinin şefi Altan, kazana kömür atan Miroğlu ile birlikte Emre Uslu, Yasemin Çongar vs. ve yanan da insanlığın vicdanı ile birlikte Kürtlerdir.

Ha! Bütün bunları yapanlar ahlaklıysa, biz onlarla aynı ölçüye vurmayın.

Tek başına zalimin safında yer almak dahi insanı kirletir. Kir de görecelidir der, bunu da bir edebiyat çalımıyla hanenize puan olarak yazdırabilme yeteneğinde iseniz söyleyecek bir şey kalmıyor-demeyeceğim. Her zaman söylenecek bir söz ve takınacak tavır vardır.

Ahmet Altan’a Goebbels yoldaşın selamları var. Ruh bilimi konusunda uzman olan imam ona tercümesini yapar.

zengaso@yahoo.de


SÜRGÜNDE BİR KADIN, REWŞEN BEDİRXAN

Berjin Haki

Ey felek, ka ew sera û
Birc û qûnaxê di min?
Ka rez û bostan û dar û
Kanî ew baxê di min?

Cigerxwîn

Çok yazıp, çok anlattığımız halde anlattıklarımız, unuttuklarımızı yeterince geri getirmez. Kahramanlardan, ünlülerden, yazarlardan, şairlerden sıkça sözederiz. Ne varki, bazıları gölgesinde kalır bir ötekilerinin. Ne kadar yabancılaşmaya, unutmaya karşı olsak bile unutulup, yitirilir birileri ya da birşeyler belleğimizde. Rewşen Bedirxan da unutulmaya bırakılan, ara sıra sözü edilip geçilen Kürt aydın kadınlarından en önde gelen isimdir. Malesef çoğumuz onun neler yaşayıp, neler yaptığının üzerinde pek durmaz, çabucak geçiştiriveririz. Tanıyanların sayısı ise oldukça azdır. Sürgünlüğün o kadın duygularını, nasıl sızlattığını pek azımız düşünmüş olmalıyız. O dönemde sürgün olmanın, başkalarının ülkesinde kalmanın, en önemlisi bir kadın olarak mücadele etmenin hiçte kolay olmadığı kesin. Üstelik yaşadığı yer bir Avrupa ülkesi değil, Suriye. Dinin, feodalitenin etkisinin yüksek olduğu, kadının dıştalandığı bir ülkede ısrarla ve inatla mücadele etmek herkesin harcı olmasa gerek. Celadet Beyi okurken hemen yanı başında duran Rewşen Bedirxan’ın duygularının ne olduğunu hep merak ederim. Kimbilir nasıl da içi sızlıyordur eşinin öyle kahırlı tütün içmesine. Duyduğu haberlerde sürekli kürtlüğün yasaklanması, yok sayılması karşısında kim bilir neler söylemiş neler düşünmüştür? Eşini teselli edip güç verirken kendi yüreğine nasıl söz geçirebildi? Kim nerden bilebilir? Ya neşe? Çalabildi mi bir kere olsun kapılarını? Rewşen Bedirxan ve eşi Celadet Bedirxan Şam da çalınan Üm Qelsüm’ü, Asmahan’ı ve onların söylediği şarkıları dinleyip hüzünlendiler mi? Rewşen Hanım Arapçayı çok iyi bildiği gibi öğretmende üstelik. Arapça çalınan şarkıların tılsımını anlattı mı Celadet Bey’e. Bir mırra pişirip içebildiler mi karşılıklı ve keyifle? Dinlerken dengbej Ehmede Fermane Kiki’nin kavalını, hangi dağı, hangi kaleyi, hangi sürgünde yitirdikleri insanları hatırladılar? Kim nerden bilebilir? Hani Hawar dergisini kurarken yaşadıkları heyecana karşılık, dergi kapatıldığı sırada da yaşadıkları üzüntü karşısında neler yaptılar? Rewşen Hanım güç vermiş olmalı eşine. İnatla yeni bir dergi olan Ronahi için. O bir yazardı. İyi bilirdi kalemin mürekkebinin yürek olduğunu. Hani şöyle bir kaç saniyeliğine de olsa camın karşısına geçip, arap sokaklarına dalarken kendi sürgün acılarının dışında, başka insanların neler yaşadıklarını, acılarını yüzlerinde görebildi mi? Görmez olur mu? Kalemini bu kez de başka insanların en çok da başka kadınların yüreğindeki mürekkebine daldırmış olmalı. Yoksa hiç kadınlar için toplantılara, konferanslara katılır mıydı? Kadın derneklerine üye olur muydu?

Tam yazın başlangıcı olan 1 Haziran 1992 yılında hayata veda eden Rewşen Bedirxan’ı anmak, ”unutulmaya” eğilimli belleklerimizi uyandırmak istedim. Aslında kürtler için bu bir vefa borcudur. Bu nedenle bir kez daha olsa onun hayatına kısaca değinme gerekliliğini duydum.

Daha çok Bedirxan ailesinden olup değerli Kürt aydını Celadet Bedirxan’ın eşi olarak bilindi.

Rewşen Bedirxan 11 temmuz 1902 de Kayseri de ülkesinden uzak, sürgünde dünyaya geldi. Önce sürgünlüğü, sonra kürtlüğü tanıdı. Klamlarda masallarda sıkça geçen ve Kürlerle bir türlü barışmayan feleği daha küçük yaşlarda öğrenmiş oldu. İki yaşında iken ailesi İstanbul’a, 11-12 yaşlarında da Şam’a göç ettiler. Çok geçmeden ailenin bütün sorumluluğunu üstlenen sevgili babasını burada yitirdi. Bir süre sonra Türk ordusu Şam’dan çekilince gittiği okulda Arapça ve İngilizce eğitim aldı.

Öğretmen okulundan mezun olduktan sonra 23 yaşlarında önce Ürdün de, ardından Şam da çalışmaya başladı. Rewşen Bedirxan 1929 yılında evlendi. Ancak yirmi ay sonra eşinden ayrıldı. Bu evlilikte neler yaşadığı, neden ayrıldığı konusunda kaynaklarda pek söz edilememektedir. Rewşen Bedirxan, halkı için çalışmayı ve kendisini sürekli eğitmeyi ihmal etmedi. Kaldıki bu aileden gelen önemli bir öğreti olmuştu. 1934 tarihinde Suriye’de Kadınlar Birliğin’e üye oldu. Anlaşılan odur ki, özellikle o yıllarda toplumda en çok ezilenin kadınlar olduğunun derin bilincindedir. 1935 yılında Celadet Bedirxan ile ikinci evliliğini yaptı. Celadet Bedirxan ile el ele verip Hawar dergisinin çalışmalarını sürdürürken, sürgünlüğün derin acısını iliklerine kadar birlikte yaşadılar. Yaptığı söyleşiler de Celadet Bedirxan’ı sadece bir eş değil, iyi bir öğretmen olarak da gördüğünü söyledi. Rewşen Bedirxan, vatansızlığın nasıl bir anlam taşıdığını çok derinden hissedip yaşarken aynı zamanda tüm kadınların ızdırabının da bir vatanı olmadığının farkındadır. 1944 yılında Suriyeli kadınlar adına Kahire de düzenlenen Dünya Kadınlar Kongresi’ne katıldı. 1946 yılında okul müdiresi olarak atandı. 19 47 yılında ise Suriye radyosunda çocuk programında spikerlik yaptı. Hawar dergisinin dağıtım işlerinin yanında dergide yazılar yazdı. Hawar’da latin alfabesi ile yazılar yazan ilk Kürt kadını olmuştur. Celalet Bedirxan’ın ölümü ile oldukça derinden sarsıldı. Ancak buna rağmen Rewşen Bedirxan çalışmalarını tek başına kalma pahasına da olsa sürdürmekten asla çekinmedi.

1957 yılında ırak Kürtleri ile ilişkilendi. O dönem Atina’da yapılacak olan sömürgeciliğe karşı bir konferansa Kürdistan adına katılmak için büyük çaba sarfetti. Konferansa Kürdistan adına katılmaları için davetiyeler onun eline ulaştı. Davetiyeler Celal Talabani, Nureddin Zaza ve Rewşen Bedirxan’ın adına geldi. Ancak konferansa binbir zorlukla sadece Rewşen Bedirxan katıldı. Bu kongre kürtler için ulusal öneme sahiptir. Bu kongrede Baas partisinin kurucularından Mişel Eflaq’ın Rewşen Bedirxan’ın konuşmasına karşı çıkmasına rağmen Rewşen Bedirxan ilk defa Kürtler adına konuştu. Anılarında konferansda kürt delegeler için ayrılan koltukların konferans boyunca, boş olmasına sitem etmiş ve katılması gereken diğer davetlilerin ”hiçte makul olmayan sebeplerle gelmediğini” üzülerek anlatmıştır. Rewşen Bedirxan burada yaptığı konuşmanın metninin fransızcasını diğer delegelere dağıtmayı ihmal etmez.

Sonraki yıllarda Rewşen Bedirxan, Dr. Nuri Dersim’i, Hasan Hişyar, Haydar Haydar ve Osman Efendi ile birlikte ‘Kürt Bilim Ve Yardımlaşma’ derneğini kurdular. 1971 yılında ise Irak da bulunan Kora Zanyariya Kürd adlı akademinin onur üyesi seçildi. O dönem Kürtlerle ilgili kütüphanelerde bulunan eserlerin toplanması için görevlendirildi. O zaman İstanbul’a giderek bu çalışmayı da başarıyla yerine getirdi.
Ne yazık ki bu dönemlere ilişkin Rewşen Bedirxan’nın neler yaşadığı nasıl zorluklarla karşılaştığına dair hiç bir anlatıma rastlayamadım. O dönem İstanbul’a dönmek onun için nasıl bir duyguydu bilmiyorum. Ancak bilmeyi çok isterdim. Kaldıki sadece o zaman değil, bir kadın olarak tek başına verdiği mücadele takdire değerdir. Vefatından önce kürt kadınlarının Irak da yaptıkları çeşitli toplantı ve kongrelere katılarak katkıda bulunmaktan hiçbir zaman çekinmedi.

Rewşen Bedirxan’ın Dotmam adlı kitabının yanında Kürt Edebiyatından sayfalar adlı bir kitabı da arapça Beyrut da yayınlandı. Bunların dışında bir çok çeviriler yaparak, çeşitli dergilerde yazılar yazdı. “Jin û Bextiyariya Malê” adlı yazısında kadınlara şöyle seslenir: “Güzellik ve bahtiyarlık para ve köşkler değildir. Evet güzellik şudur: Güzel söz, alışveriş ve kendi milleti ve vatanına harcadığı emek, iş ve çalışmadır. Parayla olan yaşamın güzelliği biter. Ancak yurtseverlik ve bilgi ile olan yaşamın güzelliği bitmez.”

Rewşen Bedirxan son yıllarında bir kürt öğrenciyle yaptığı konuşmasında özellikle kürtlerin birliğine değinerek bir arada olmalarını öğütler. Bu konuda söylediği şu söz unutulmazdır: ”Bana Kürtlerin birliğini ver, sana özgür bir Kürdistan vereyim”.

(aktüel bakış)